“Gobelyan’ın romanı Bardizag’tan gönderilenlerle oraya varmaya çalışanların yolda neler yaşadıklarının eşzamanlı anlatılmasından oluşuyor. Her üç roman kişisinin başlarına sayfalar ilerledikçe neler geleceği, yollarının nereye varacağı sorularındaki gerilim romanın sonuna dek eksilmeden sürüyor.”
1915 yazından birbiriyle bağlantılı birkaç yol hikâyesinden oluştuğu söylenebilir Kızgın Buhardaki Koza’nın;[1] ilkinde Toros dağlarındaki tünel inşaatlarında çalışan Artin’in Adana, Pozantı’dan memleketi İzmit’in Bahçecik kasabasına, Ermenice adıyla Bardizag’a gitmek üzere katettiği yollar, şehirler, orman, ırmak vs. var; ikincisinde menzil daha kısa, İstanbul’da bahçıvan olarak çalıştığı köşkten yine Bardizag’a gitmeye çalışıyor Mıgırdiç; yola düşen üçüncü grup kalabalık, Bardizag’dan önce Anadolu’nun içlerine, oradan da Mezopotamya’ya gitmeye zorlanmış, ağırlıklı olarak kadınlarla çocuklardan oluşan bir kafile. Bu saydıklarım bir yerlerden bir yerlere kâh umutla kâh umutsuzca gitmekteler, bin bir zorlukla baş etmeye çalışarak. Beri yandan romanın sayfaları arasında beliren hareket halinde başkaları da var; kafiledekilerin yolda bırakacakları, bırakmak zorunda kalacakları eşyayı almak için uzaktan onları takip edenler ile benzer bir başka grup: Terk edilmiş Ermeni köylerinde bulabildikleri eşyayı yüklenip at arabalarıyla kendi köylerine götürenler. Nüfus hareketleri denir ya, nüfus ve mülk hareketleri aslında! Taşınır olmayanların mülkiyet devri daha sonra yapılacak!
Hagop Gobelyan’ın ailesinin tehcir hikâyesini romanlaştırdığı Kızgın Buhardaki Koza, yol hikâyesi olmanın yanı sıra, aslında ondan da önce var kalma, sağ kalma mücadelesinin hikâyesi. Ölüm tehlikesinin her an hissedildiği yolculuklar bunlar. Artin kaçaktır, çalıştığı şantiyeden kaçmıştır, yüzlerce kilometreyi saklanarak, yakalanma ve ardından hemen oracıkta infaz edilme korkusunu duyarak katetmesi gerekiyordur. Mıgırdiç’in gideceği yol kısa, yolda olmasını meşrulaştıran elinde birtakım evrak da var, (Ermenilerin Gebze’den öteye ya da beriye geçmesi yasaklanmıştır), ancak bu evrakın mahiyetini anlayabilecek kimselere rastlama ihtimali çok yüksek değildir. Dolayısıyla onun da görece kısa olan mesafeyi huzurla, güven içinde geçip Bardizag’a varıp varamayacağı hayli meçhuldür. Artin’le Mıgırdiç’in bunca zorluğa katlanarak yakalanma ve öldürülme korkusunu anbean duyarak yola düşme nedenleriyse aynıdır. Memleketlerindeki Ermenilerin tehcir edildikleri haberi kulaklarına gelmiştir ve ailelerini kurtarmak, hiç değilse korumak için yanlarına gitmeye karar vermişlerdir. Çok uzun süredir Pozantı’daki şantiyede çalışan Artin’in bildikleri çok daha azdır.
“Dışarıdan devamlı, dedikodu şeklinde felaket haberleri geliyordu. İstanbul’da, içlerinde milletvekili de olan kalburüstü Ermenilerin tutuklandığını, bazılarının idam edildiğini duymuşlardır ama köylerde, kasabalarda neler olup bittiği muammaydı.” (s. 39)
Bir önceki yıl dünya savaşının çıkmasıyla birçok şey değişivermiştir. “Savaşın şiddetlenmesiyle, tünel inşaatlarının hızlandırılması emri gelmiş, bu yüzden çalışma saatleri artırılmıştı[r].” Daha fenası, “işçilerin asker olarak sayılacağı duyurulup, izinleri iptal edilerek şantiyeden ayrılmaları yasaklan[mıştır.]” Bağdat Demiryolu inşaatının dolgun yevmiyesinin çekiciliğine kapılıp Pozantı’ya gelen Artin şantiyeden izinsiz çıktığında asker kaçağı muamelesi görecektir.
Mıgırdiç’in bilgi kaynağı daha sağlam; çalıştığı konağın yakınlarındaki Robert Kolej’in kavaslarıyla ahbaptır ve Bardizag’da olan bitenlerden, köyün boşaltılacağı tehdidinin sürekli dile geldiğinden, falakalardan, tutuklamalardan haberi vardır. Beri yandan Paşa’nın Fransız eşi İttihatçıların aldıkları kararı Mıgırdiç’e aktarmış ve ailesini yanına alması için Paşa’nın elinden geleni yapacağını söylemiştir. Paşa’nın eski bir İttihatçı olduğunu ama eski arkadaşlarıyla bağını kestiğini ekleyelim; aralarının iyi olduğu dönemde Talat’ı, Enver’i köşkünde ağırlamıştır, Mıgırdiç de görüp tanımıştır onları. Şaşkındır; “Köşkte gördüğü o kibar adamların gün gelip de kendisinin, ailesinin ve halkının felaketi olabildiğini” anlayamıyordur. Ona nasıl yardımı olabileceğini anlatırken Paşa da mutsuzdur.
“Karışık, zor zamanlar Mıgırdiç! Memlekete özgürlük geldi diye ümitlenmiştik hepimiz. Ama şimdi, ahvalimize bak! Boş, anlamsız bir harbe soktular bizi, sanki her şey güllük gülistanlıkmış, içeride yapacak iş yokmuş gibi.” (s. 76)
Bardizag’daki Ermeniler arasında hikâyesini yakından öğreneceğimiz ise Mıgırdiç’in eşi Filor. Gönderilecekleri söylentisinin çıktığı sıralarda tanırız onu; yol hazırlıklarını, kafileyle beraber köyden ayrılışını ve sonrasında yolda yaşayacaklarını takip ederiz.
Gobelyan’ın romanı Bardizag’tan gönderilenlerle oraya varmaya çalışanların yolda neler yaşadıklarının eşzamanlı anlatılmasından oluşuyor. Her üç roman kişisinin başlarına sayfalar ilerledikçe neler geleceği, yollarının nereye varacağı sorularındaki gerilim romanın sonuna dek eksilmeden sürüyor. Bu noktada bir macera romanı sürükleyiciliği olduğundan rahatlıkla söz edilebilir, ancak bununla yetinemeyiz. Romanın eksilmeyen gerilimi ve hareketliliğinin yanı sıra bir mekanizma da çıkıyor ortaya, Ermenilerin Anadolu’dan gönderilmesi kararının nasıl işlediğinin, nasıl hayata geçirildiğinin de hikâyesi. Karar ile işleyiş arasındaki yakın bağ da netlik kazanıyor, bir karar alınmış ama –“Hay Allah, ne aksiliktir ki, dönemin olumsuz savaş şartlarının da etkisiyle elbette”– uygulamada, işleyişte yolunda gitmeyen bir şeyler olmuştur, demenin hiç doğru olmadığına dair de bir hikâye Kızgın Buhardaki Koza. Romanın yan kahramanlarının, örneğin Bardizag’a atanan nahiye müdürünün ya da kafilelere eşlik etmek üzere görevlendirilmiş başıbozukların diyalogları kararla işleyiş arasındaki uyumu (başka bir deyişle “kaza” süsü verme çabasını) gözler önüne seriyor. Başka bir deyişle, tehcir iradesinin öngörmediği sonuçlar değildir yaşananlar.
Roman kişilerinin yol hikâyeleri Anadolu’dan farklı ölçeklerde üç harita çıkarıyor, az çok bitki örtüsünün de aktarıldığı, ucundan biraz tren yollarının ya da kısa da olsa deniz yolunun işaretlendiği, deyim yerindeyse “coğrafi” haritalar bunlar. Romanın gözümüzün önüne getirdiği haritada salt bunlar yok, romanın geçtiği bölgedeki 20. yüzyıl başlarındaki etnik çeşitlilik de görünüyor. Bunların yanı sıra, aynı zamanda yakın zamanlarda yaşanmış olayların işaretlendiği bir tarih atlası işlevi de görüyor; romanın anlatı zamanının birkaç yıl ya da birkaç ay öncesinden de izler var. Örneğin, İstanbul’daki siyasi iktidarın, Çanakkale’deki savaşın ya da Adana’da altı yıl önce gerçekleşen katliamın izleri, doğrudan değilse de dolaylı olarak romanın haritasında işaretli. Başladığım mecazı istismar edercesine sündüreyim; romanın haritasında iyilerle kötüler birlikte bulunuyorlar, coğrafi olarak çok yakın noktalarda, ama birbirlerinden çok ayrı tutumlarla.
Kızgın Buhardaki Koza, sağ kalma mücadelelerinin romanı. Yayınevinin web sitesinde, Gobelyan’ın bu romanı “ailesinin 1915 yazında yaşadıklarından yola çıkarak” yazdığı belirtilmiş. Yazarın, ailesinden sağ kalanların anlatageldiklerinden esinlendiğini, romanın çatısının bunlara dayandığını düşünebiliriz sanırım. Ancak burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus var. Sağ kalmak için azim, çaba, direnmek, her türlü zorlu koşullar karşısında büyük mücadele vermek gerekiyor; roman kişilerinin maceraları da bunlarla dolu, ama bütün bu mücadeleler kadar, belki bunlardan da önce mucizevi tesadüflerle, şansla da ilgili. Üstelik henüz tehcirin ilk ayları, kafileler henüz yolun başında, Anadolu içerisinde hareket halindeler; hastalıklar, salgınlar baş göstermemiş. Gelgelelim, romanda doğrudan tanığı olmasak da kıyımlar başlamış ve yola düşenlerin bu kıyımlardan sağ kalmaları ancak mucizelere bağlı. Bu yanıyla Hagop Gobelyan’ın romanının Felaket’i[2] çok özel bir yoldan anlattığını söylemek mümkün – mucizelere, büyük tesadüflere bağlı olarak sağ kalanların hikâyeleri, onlar gibi şanslı olmayanların hikâyelerine dair de çok şey söylüyor.
[1] Hagop Gobelyan, Kızgın Buhardaki Koza, Aras Yayıncılık, 2023, 359 s.
[2] Tanıklık ve edebiyat arasındaki çetrefil ilişkiyi 1915 soykırımı bağlamında Marc Nichanian etraflıca tartışmıştır Edebiyat ve Felaket’te. Bu kitaba dair K24’te yayımlanmış şu yazıya bakılabilir: “Felaketin Temsili Mümkün mü?”