Göç Fay Gibidir

Göç Fay Gibidir
Özgür Gündem Gazetesi
Aysel Bakıray
23.12.2003

Genç öykücülerden Jaklin Çelik, ilk öykü kitabı “Kum Saatinde Kumkapı”nın ardından ikinci öykü kitabı “Yılanın Yolu” ile okurla buluştu. Aras Yayıncılık’tan çıkan kitapta, Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde ve Hindistan’da geçen on öykü yer alıyor.

 

Jaklin Çelik, ikinci öykü kitabı Yılanın Yolu’nda “Yol” ve “Durak” adını verdiği iki ana izlek üzerinden hareket ediyor. İlk öykü kitabında Kumkapı semtinde geçen, çeşitli öykülerle göçe vurgu yapan Çelik, ikinci öykü kitabı Yılanın Yolu’nda ise çeşitli şehirlerdeki insan öykülerini kaleme almış.  Çelik, “Durak” öykülerinde şehirdeki insanların yaşamlarına yönelik kesitler sunarken, “Yol” kısmında ise kendi içinde oluşan çeşitli sorulara yanıt arıyor.

 

‘Yol’ ve ‘Durak’
Kendinde açmaya çalıştığı gitme eylemini bu kitapla birlikte edebiyata dönüştürmeye çalıştığını dile getiren Çelik, yol ve durak üzerinde durma sebeplerini şöyle ifade ediyor: “Her insanın içinde gitmeye yönelik bir eylem planı vardır. Buna belki kaçış demek daha doğru olur. İçinde yaşadığımız çekirdek topluluktan başlar, git gide dalgalanarak büyür. Bıkkınlıklar ve şikâyetler silsilesi çoğaldıkça hep bir yerlere gitmekten bahseder dururuz. Genelde de bahsetmekle yetiniriz. Gitme eyleminin gerçekleşmemesine sebep olan bir sürü neden vardır ve yaratırız da ayrıca. Bunlar zaten var olan sebeplerdir. Ama yine de gitmek, her zaman için yüzde on gibi küçük bir paya sahiptir. Bu pay da bir şeyleri göze almayı gerektirir.”

 

Yolda akıp giden duygular…
Gitme Gitme eyleminin yeri ve zamanı belli olmaksızın heyecan verici olduğunu düşünüyor Jaklin Çelik. Büyük şehirlerde kronikleşen, kirlenen ilişkileri ve bütün bıkkınlıkları geride bırakarak, atlayıp bir tren veya otobüse yolla birlikte akıp gitmenin rahatlatıcı bir duygu olduğunu ifade ediyor Çelik. Gitme eylemine ilişkin düşüncelerini açıklayan Çelik, şöyle devam ediyor: “İnsanlar için gerçek anlamda gitmek sadece ölümle gerçekleşir diye düşünüyorum. Yol, durak ve ölüm üçgeni içinde kaçınılmaz olan sadece ölüm. Diğer şekliyle gitme eylemi dönme eyleminin bir parçası. Kendimizi bir yerden aşırıp başka bir yere sürüklüyoruz. Kendimizden gitmeye çalışırken, kendimizi de yanımıza alıp gidiyoruz. İşte orada yol ve durak devreye giriyor. Yol sizi alıp götürüyor. Yolda sürekli hareket halindesiniz ve geride sürekli bir şeyler kalıyor. Duraklarda tekrar insan çıkıyor karşınıza. Alışık olmadığınız bir şehrin alışık olmadığınız insan tipleri ve yaşamları. O şehirlerdeki insanların yaşamlarının sadece bir kesitine tanık oluyorsunuz. Ne onların sizin yaşamınıza müdahale edecek şansları oluyor, ne de sizin onların yaşamlarına. Zaten yolda insani ilişkilerin zedelenmesine ne vakit var, ne de bu yönde sarf edecek enerjiniz. Güzel bir misafirlik, yabancı olmanın verdiği rahatlıkla en doğal halinizle gidiyorsunuz, onlar da bu durumu saygıyla karşılayıp sizi misafirperverlikle karşılıyor. Sonra da bırakıp gidiyorsunuz. ‘Hiçbir şey yıpranmıyor. Bu güzel bir duygu. Kitabımı yol ve durak olarak ikiye ayırmamın bir sebebi de bende oluşan bu duyguyu yansıtabilmekti.”

 

Depremden çıkan öyküler
Çelik, daha önce Adam Öykü’de yayınladığı “Şato-I” ve “Şato-II” öykülerini, 1999 yılında meydana gelen Adapazarı depreminden etkilenerek kaleme aldığını söylüyor. Yaşanan depremin birçok kişide olduğu gibi kendisinde de derin izler bıraktığını ifade eden Çelik, öykünün oluşum sürecine ilişkin şunları aktarıyor:
“İnsanın sürekli bir sallamna duygusuyla yaşaması çok kötü bir şey. Bizler, ölen insanları ve deprem olgusunu çabucak unutup, bu durumu hafızamızdan silmeyi yeğledik. Hele bir de birileri bize bir daha sallanmayacağımızın garantisini veriyorsa -ki o dönem bilimciler bile tutarsızca açıklamalar yapıyor- sonucunda bizler de ‘yok canım, İstanbul sallanmaz’ varsayımına düğümler atıp duruyorduk. Dönüp dönüp depremde ölen insanları düşündüm. Ve o insanların, sıkıntılı bir toplumun insanları olarak böylesi bir ölümü hak etmediklerini düşündüm. Onların ölüm şeklini düşündükçe bir süre sonra kendi korkularımdan utanmaya başladım. Kırk saniye gibi kısa bir sürede gelen ölüm, o kısacık sürede insanlara ne büyük korkular yaşatmıştı. Bunu düşündükçe bu defa da bu korkunun altında ezilmeye başladım. Bütün bu yaşadıklarımı yazarak rahatlayacağımı düşündüm. Bu iki öyküyü yazarken de göç temasını omurga alarak işledim. Yazarken düşündüğüm tek şey göçün de tıpkı yer altında hareket eden bir fay olduğuydu. Ve hepsinden önemlisi çok daha acımasız sonuçlar doğurabileceğiydi. Nitekim, Midyat’tan göçmek zorunda kalan bir ailenin reisi, Adapazarı’ndaki depremde yeni bir yaşam hayaliyle enkaz altında kalıyor bu iki öykünün sonucunda.”

 

Kayseri-Kars yolunda…
Şehirlerarası yolculuğu sırasında, gece yarısı bir olaydan yola çıkarak kitaba ismini veren “Yılanın Yolu” adlı öyküsünü yazdığım dile getiren Çelik, öyküsünü şu şekilde anlatıyor: “Kayseri’den, Kars otobüsüyle Erzincan’a gidiyordum. Otobüs yol üzerinden bir yolcu almak için durdu. Hepimiz biliriz, bu tür bekleyişler genelde kısa sürer. En azından bagajın kapısının açıldığını duyarsınız ve kapanır, sonra da yolcu biner. Ama bagaj açılmadı. Sadece bir kadın bindi ve otobüs hemen hareket etti. Sanki gündüz ortası semtler arası taşım yapan araca biner gibi. Bu giriş beni çok etkiledi. Kadın en arka koltuğa geçti ve oturdu. Bir süre sonra yaşı 23–25 olan Muavin, kadını taciz etmeye başladı. Bir süre sonra otobüsün içinde kıyamet koptu. En yakın yerdeki dinlenme tesisinde kadını bıraktılar ve yolumuza öylece devam ettik. Oradan ayrılırken kadına parasının olup olmadığını sormuştum. Paranın önemli olmadığını, oradan sabaha kadar otobüs işlediğini, herhangi birine binebileceğini söyledi. Biz yolumuza devam ettik. Tabii ki o da kendi yoluna devam edecekti. Olayı uzun süre unutamadım. Gecenin bir yarısı oynanmış, şansıma çıkan kötü bir oyundu. Bu öykünün çıkması da böyle bir yolculuk sonrasıdır.”

 

‘İstanbul yavaş öldürüyor’
Öykülerinde en önemli unsurun insan olduğunu söyleyen Jaklin Çelik, insanların duygularını algıladığını ve buradan yola çıkarak sürekli insanları işlediğini söylüyor. İstanbul’dan çok sıkıldığını, “yazacak ne var ki?” sorusunu soran Çelik, hemen hemen yayımlanan birçok kitabın İstanbul’dan çıktığını belirterek son dönemde edebiyatta sürekli İstanbul’un işlendiğini dile getiriyor. Çelik, sitemini şöyle aktarıyor: “İstanbul’daki insan ilişkilerinden, kalabalıktan, tüketimden, belirli yerlerin popülaritesinden bıktım. Ben bunları yaşıyorum ve yaşadıkça da bu kentin benim için uygun biçtiği yavaş bir ölümü hak ediyorum. Gittikçe tükendiğim için bir şey içerisinde bütün yazılanların üzerinde bir şey üretemiyorum.

 

Uzaklaşmak gerekiyor. Çok değil, İstanbul’a en yakın bir şehre attığınızda kendinizi, o bozulmamışlığı görüyorsunuz. İnsanların oralarda iç dünyalarıyla daha bir barışık, iç sezgileri daha güçlü bir şekilde yaşadıklarını gözlemleyebiliyorsunuz.”

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.