Peter Najarian, romanına iki ad seçmiş: Biri Yolculuklar, diğeri de son Ermeni. Romanı okumadan önce ikincisini ilginç ve çekici bulmuştum, ama okuduktan sonra adın ilki olduğuna karar verdim.
Ben de yazarın yönteminden öykünerek kolajla oluşturduğum bu kısa yazım için iki başlık düşündüm: İlki romanın kahramanı Aram’a babasının nasihatı olan “Dolaş ve ara!”, diğeri de Aram’ın derin bir çaresizlikle sevgilisine seslenişiydi: “Gir içime Rosie, içime gel ve beni benden dışarı çıkar!”
“Son Ermeni’de ‘yol metaforu’na başvurarak tipik bir ‘içe yolculuk’ romanı yaratan Peter Najarian, kahramanı Aram’ın anne ve babasının tanıklığıyla 1915 soykırım gerçekliğinde kendini sorguluyor. Bilinç akışı bir anlatıma yönelen yazar, Amerikan gerçeğinde kimliğini arıyor.
Najarian, romanında zaman ve mekâna dair cesur bir denemeye yöneliyor. Bu denemesinde yazar sanki zaman ve mekânı yekpareleştirmek ister gibidir. Nitekim, romanında bütün zaman kiplerini tek bir kipe dönüştürmüş dün, bugün ve gelecek tek bir zamana, farklı coğrafyaları da tek bir coğrafyaya indirgemiştir. Yazar kimliğini sorgularken 1915 trajedisine duyduğu yabancılaşmayı aşmaya çalışmıştır.
‘Son Ermeni’, kolaj yöntemiyle yazılmış bir roman. Sanki parça parça yazılmış, sonra bu parçalar bir araya getirilmiş, kalan boşluklara da ek metinler yazılmıştır. Ben de aynı yöntemle romanın çarpıcı cümlelerini bir araya getirerek ilginç bir tanıtım yazısı denedim.
“Arkadaşım, sana hayatımın hikâyesini anlatacağım. Ama bu sadece benim hayatımın hikâyesi olsaydı, herhalde anlatamazdım tek bir insan, karın ağırlığıyla eğilen dallar misali beli bükülmüş bile olsa, topu topu kaç kış görmüş olabilir ki… Bu hikâyeyi tepelerdeki çayırlara dönüşen bir sürü insan yaşadı ve yaşayacak” [Siyu kabilesinden ruhani bir sağaltıcı olan Heheka Sapa’nın (bilinen adıyla Kara Geyik, 1863–1950) şair John G. Neihatdt’a anlattığı yaşam öykünden.]
“Ermeni gerçekte ne demekti? Hangi soydan gelen nesillerle koca burunlu, koyu renk gözlü ve kalın kaşlı olmuştu? (…) O yaylalarda bir zamanlar Urartu kızları bacaklarını Armenlere açmış. Onların kızlarını Medler düzmüş. Yunanlıların, Moğolların, Arapların gelişiyle meni o uzun yolculuğuna başlamış… Amerika’da hiçbir yerde sona erene kadar. On binlerce çükün sonuçsuz mücadelesi şimdi aynada mastürbasyon yapan kısır kel yaratıkla sona eriyor.” (Aram Tomasyan’ın -gerçek adıyla Peter Najarian- Ermenilerin kökenine dair analizi.)
“Zinayı anlamak hiç de güç değil. Uluslar tecavüzle doğmuş. Piçlerin lanetinden kimse yakasını kurtaramaz.” (Aram Tomasyan’ın ulusların doğuşuna dair kuramı.)
”Yabancılar bana kahkahalarla gülüyorlar. Adın ne senin, diye soruyorlar. Adım… adım… Ağlama, diyorlar, sana yardım edeceğiz (…) Hayır, hayır, benim adım… benim adım… işte, ehliyetimde… hayır, bu da benim adım değil, ama şeydeki ilçe kayıtlarına giderseniz… hayatımın… doğduğunun bulacaksınız… şeyde… benim, benim annemin adı… babamın adı… lütfen yardım edin bana, lütfen.” (Aram Tomasyan’ın Ermenilere özgü kimlik arayışı.)
“Yattığı ilk fahişe altın dişliydi. Kadın ona Yahudi olup olmadığını sordu.
‘Yahudi’ye benziyorsun.’ Buna nasıl yanıt vermeliydi hayır dediğinde kendini birine ihanet etmiş gibi hissetti. ‘Ben Yahudilerle yatmam,’ dedi kadın. Sonra onunla yattı, ilk Amerikan fahişesinin içine girdi, onun etini aldattı ve kendi kanına ihanet etti, çünkü o Yahudi’ydi, kadının halkından biri değildi.” (Aram’m babası Petrus Tomasyan’ın bir Yahudi’yle özdeşleşmesi.)
“Anne! Koca meme başlarımız, uzamış bıyıklarımız, sarımsak kokan ağzımız -dişlerinin yarısı kemiklerimize süt verirken gitti büyük acılar çekmiş bütün o nesillerin şişmiş karınlarının vebaline karşılık, sokaktan topladığımız portakal kabuklarını yesek temize çıkar mıyız? Cümbüşlerde geğiren, yellenen, homurdanan Türk’ü, şişko Gestapo’yu, sarhoş topçu çavuşu nu temize çıkarır mıyız? Geri götür anne! Sular yağdıran göğün altındaki ıssız ovada bir başına duran zigurata geri götür, sirenler öterken parlak ışığın karşısında göz çukurlarına kaçmış bakışlarımızı.” (Aram Tomasyan’ın annesine seslenirken tarihle yüzleşmesi.)
“Göz açıp kapayana kadar oldu her şey. Cetvelle çizilen bir çizgi kadar hızlı babasının odunu testereyle keserken yaptığı seri hareketler gibi, bir-iki-üç… ve olmuştu. Dün yoktu artık, sanki hiçbir zaman temelleri olmamış, geçici kokuların, anlık dokunuşların, örümcek ağından yapılmış mutlulukların üzerine inşa edilmişti.” (Aram’ın babası Petrus Tomasyan ‘ın tanığı olduğu 1915 soykırımını algılayışı.)
“Geçmişimi düşündüğümde bana kusurlu gelmeyen hiçbir şey göremiyordum. Ben suçlu mu doğmuştum? Gitgide daha derine doğru gittim, yalnızca kum kalıncaya kadar dek ‘Git,’ diyor annem, onunla ellerimiz arasında askerin süngüsü var, ‘sana yiyecek bir şey verecek’ Peki, o benim kollarından koparılmamı görmeyi hak edecek ne yapmıştı? Annemde ilk anamızın günahı mı canlanıyordu.” (Aram’ın soykırım tanığı annesi Meline’nin kendini sorgulayışı)
“Annem bana bakmamamı söylüyor. Ama annem bir yeryüzü insanı. Onun için şu ülke olmuş, bu ülke olmuş fark etmez, ona göre vatan sofra başında ağlayabileceği yerdir. Ben ona benziyorum, onun bedeninden çıktım. Babam bana hiçbir şey vaat etmiyor. Ama bundan kaçış yok gülümseyişi fazlasıyla merhamet dolu.” (Aram’ın, Meline’nin kişiliğinden süzdüğü sofra başı üst-kimlik tanıtımı.)
“Haz neydi? (…) Bayan Berberyan henüz Urfa’da küçük bir kızken deliler gibi onun üstünden geçen yirmi herifle birlikte geçmişe gömülmeliydi. Hazdan ürküyordum, çünkü kendimi seçtiği köle kızı ormana sürükleyen Güneyli beyaz bir erkeğin ya da deney yapan SS doktorlarının, oğlan çocukların kurbağaların bacaklarını kopartarak bunlara iğneler batırırken gergin derisinden kanla birlikte çıkan o nefis sesten aldıkları hazza benzer hazları hayal ederken yakalıyordum.” (Soykırım tanığı Bayan Berberyan’ın çektiği acıyla Aram’ın duyumsadığı hazzın diyalektiği.)
“Buz üstüne yaz kâtip bildiğimden fazlasını hatırlıyorum, hayal gücüm hafızamdan daha geniş. Babam kırık bir sesti. Annem de hep başörtüsü takar ve hiç oturmazdı. Abim ise Her İnsan’dı, ne bu ne öteki. Kafam karmakarışık kalıntılarla dolu, bakışlarım donmuş, bir türlü odaklayamıyorum bir bakışta her şeyi görüyorum, ama hiçbir şeyi seçemiyorum.” (Aram’ın alt-kimlik bunalımı.)
“Türkiye’ye gitmeyi düşündüm, ama çok uzak ve pahalıydı. Ayrıca artık köklerimi aramıyordum kemikler çok derine gömülmüştür ve sonunda farkına varmıştım ki, bana bir fayda sağlamayacaklardı.” (Ve Aram, kimlik arayışım hiçliğin eşiğinde noktalıyor.)