Kanun ve Nizam Dairesinde “vatana hizmet etmek”

Kanun ve Nizam Dairesinde “vatana hizmet etmek”
K24
Doğan Gürpınar
07.03.2024

Ümit Kurt: “Bu kitabın temel meramı ve muradı, soykırım gibi patlamalar halinde su yüzüne çıkan bir kitlesel şiddet hadisesinin salt fiziksel ve çıplak şiddet yönüne konsantre olmak yerine, bunun altyapısını, zeminini ve iklimini hazırlayan bir fail kategorisi olarak masa başı bürokrat figürlerini ve bunların eylemlerini ortaya koymak…”

Yardım Komitesi çadırlarındaki Ermeni mülteciler, Antep, 1909. Fotoğraf: Amerikan Kongre Kütüphanesi

Bu kitabın bir tür İttihat ve Terakki ile Erken Cumhuriyet bürokrasi tarihine giriş olduğunu söyleyebiliriz. Ermeni soykırımında mesuliyetin bir siyasi iradeye dayandığı aşikâr. Ancak bu süreçte bürokratik işleyişteki tatbiki ve işbirliğinin sınırları hakkında ne söyleyebilirsin?

 

Önemli bir soru. Esasında 2018’in sonlarında yayımlanan Antep 1915: Soykırım ve Failler başlıklı çalışmayla başladığım, Ermeni soykırımına doğrudan (aktif) ve/veya dolaylı yollarla iştirak etmiş, Anadolu’nun neredeyse bütün sathına yayılan bu büyük felaketin gerçekleştirilmesine dahil olmuş siyasi, ekonomik, sosyal, askerî, sivil seçkinlerin ve toplumun sıradan aktörlerinin hangi değişik ölçeklerde ve farklı motivasyonlarla bu süreçte rol oynadıklarını anlama ve açıklama girişimimden beri üzerine kafa yorduğum bir süreç bu aslında. Bu sürecin senin sorun bağlamında Mustafa Reşat Mimaroğlu ile başka bir boyuta geçtiğini söyleyebilirim. O da Medz Yeğern’in bürokratik ve idari veçhesine odaklanmak. Bu minvalde, soykırım gibi patlamalar halinde su yüzüne çıkan bir kitlesel şiddet hadisesinin salt fiziksel ve çıplak şiddet yönüne konsantre olmak yerine, bunun altyapısını, zeminini ve iklimini hazırlayan bir fail kategorisi olarak masa başı bürokrat figürlerini ve bunların eylemlerini ortaya koymak bu kitabın temel meramı ve muradı. Belli bir grubun devletin bekası adına tehlike arz etmeyen, “zararsız” bir niceliğe ve niteliğe indirgenmesi sürecinde bilhassa birinci derecede sorumlu olan siyasi iradenin önündeki bürokratik ve idari bütün engelleri pürüzsüz bir şekilde halleden bürokratik/teknokratik bir iradenin de varlığına işaret etmek gerekir. Tehcir gibi devasa bir sosyal/etnisite mühendisliğini projesinin organizasyonu ve bunun kontrolü için siyasi iradeyle bürokratik iradenin işbirliği son derece kilit bir rol oynuyor.

 

Dolayısıyla, Ermeni soykırımını tarihsel bir bağlama oturtarak soykırımın nasıl bir süreç sonucunda, hangi idari mekanizmalarla mümkün kılındığını, bu mekanizmaların başındaki teknokratların karar vericilerin işini nasıl kolaylaştırdığını ve en önemlisi bu felaketin modern bir bürokratik yapıda husule geldiğini anlamak için Mustafa Reşat Mimaroğlu’nu ve eylemlerini irdelemek önemli. Burada esas mesele orta ölçekli bir bürokratın soykırım çarkının nasıl istekli ve gönüllü bir dişlisi olduğunu anlamaya çalışmak; olayın zorluğu ve bam teli tam da burada düğümleniyor. Mustafa Reşat Bey’in de dahil olduğu İttihat ve Terakki bürokratik aygıtına bağlı kadrolar sadece üstlerinin emirlerini ve talimatlarını harfiyen yerin getiren edilgen figürler değiller. Sahip oldukları donanım itibariyle Mimaroğlu gibi bürokratik failler yenilikçi, iş bitirici ve problem çözücü özellikleri haiz. Mustafa Reşat gibi orta ölçekli bir bürokrat ne yaptığının, hangi siyasi amaca hizmet ettiğinin, bunun ne gibi sonuçlar doğuracağının, önündeki ihtimallerin ve seçeneklerin pekâlâ farkında. Gerekeni yapması için bazen yazılı bir talimat almasına veya biçimsel bir idari düzenleme/yönetmelik etrafında hareket etmesine gerek bile yoktur, zira aktörü olduğu organizasyonda neyi, ne zaman ve nasıl yapması gerektiğinden haberdardır. Son tahlilde, Ermenilerin imhası fiziksel şiddetin mebzul miktarda yaşandığı ekonomik ve kültürel bir yıkım süreci olduğu kadar, Mustafa Reşat gibi bürokratların ortak bir ideal, anlayış, işbirliği ve senkronizasyon halinde bu felaketin taşlarını döşemesi ve hayata geçirmesi sürecidir.

 

İttihatçıların yine de 1908 sonrası bürokrasi için yetişmiş “güvenilir” kadroları bulamadıklarını kitapta da not ediyorsun. Zaten çeşitli çalışmalar 1908 sonrası önce tasfiyelerin gerçekleştiğini, ancak sonrasında bundan geri adım atıldığını gösterdi. Ancak bir yandan da yeni bir kuşağın İttihatçı ethosla yoğrulduğunu da söyleyebiliriz. İttihatçılığın bir ideoloji kadar bir kuşağın ethos’u olduğunu da söyleyebilir miyiz?

 

Kesinlikle! Bugüne kadar İttihatçılığın düşünsel, zihinsel, epistemolojik ve tarihsel kökenlerine ilişkin pozitivizmden elitizme, Sosyal Darwinizm’den Türkçülüğe ve komitacılığa kadar geniş bir spektrumda hangi ideolojik referanslardan beslendiği üzerine birçok şey söylendi, yazıldı ve çizildi. Ancak bu fikriyatın ve siyasi entitenin Erol Şadi Bey’in de belirttiği gibi aslında bir “ruh” olduğunu unutmamak gerekir. Senin bahsettiğin ve nesilden nesile aktarılan bugün de bizim siyasi kültürümüzü kaplayan kuşak ethosunun ta kendisidir bu ruh. Bu ruhun taşıyıcıları faniler için söz konusu ethos “vatanseverlik” olarak temayüz eder. Bu kavram sevilen yer olan ‘vatan’ adına yapılan bütün eylemleri ‘haklı’ gösteren muazzam bir paravan işlevi görür. İllegalite ve şiddet meşru ve mecburi siyasalara dönüşür. Daha da önemlisi cezasızlık norm haline gelir.

 

Mustafa Reşat Mimaroğlu özelinde ise şöyle bir resim çıkıyor karşımıza: Ermeni soykırımını zorunlu tehcir, fiziksel ve performatif şiddet üzerinden anlamaya ve açıklamaya çalışmanın yanında, imha siyasalarının Mustafa Reşat gibi masa başı bürokratların dahil olduğu örgütsel bir ağ içinde şekillendiğini unutmamak gerekir. İttihat ve Terakki’nin örgütsel normlarıyla devlet bürokrasisi arasında bir etkileşim ve geçişkenlik olduğunu iddia etmek mümkün. Bu sayede İttihat ve Terakki kendi siyasi gündemi için sağlam bir sosyal ve elit desteği ihdas ediyor zaten. Bu normları benimseyen Weberyen bir araçsal rasyonaliteyle mücehhez bir bürokrat olan Mustafa Reşat açısından Siyasi Şube içindeki eylemleri, sonuçlarının nereye varacağını son derece iyi bildiği rutin, sıradan, günlük işlemler. Zira mensubu olduğu ve kendince bir iş ahlakı geliştirdiği organizasyon/yapı bunu gerektirir. Dolayısıyla esas itibariyle Mustafa Reşat görevinin “gereğini” yerine getirir; Siyasi Şube ve onun üstünde bulunan Dahiliye Nezareti’nin kurumsal olarak inşa ettiği görevini neye mal olacağını düşünmeksizin ifa etme etiği, onun kendi kişisel etik, moral anlayışının üstünde.

 

İttihatçı ethosu tarihsel bir karşılaştırmaya da tabi tutmak mümkün. Tarihçi Michael Provence, 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinde olan Ortadoğu’daki Arap bölgelerinden gelen, imparatorluğun askerî okullarından mezun olan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya hizmet eden Arap öğrenciler ekseninde benzer bir nesilsel/kuşaksal bağlantıdan bahseder. Osmanlı Devleti’ne sadık, kendisini Osmanlı olarak tanımlayan ve daha sonra imparatorluk ordusunda subay olarak görev yapan bu kişiler, 1918-1939 arası dönemde, özellikle 1925 Büyük Suriye İsyanı’nda Fransız manda rejimine karşı ulusalcı ve anti-emperyalist bir cephe kurarak birlikte savaşmışlardır. Buna rağmen, Suriye ve Lübnan başta olmak üzere Arap coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen bu kuşağın fertleri, yaşamlarının sonuna kadar bir biçimde Osmanlı vatandaşlığı tahayyülüne ve nostaljisine bağlı kalmış ve kendilerini bu imparatorluğun sadık bir unsuru olarak görmüşlerdir. Mustafa Reşat Mimaroğlu ve yukarıda ismi geçenler dahil, çoğunluğu Balkanlar’dan/Rumeli’den gelen, aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun Mülkiye, Askeriye ve Tıbbiye gibi elit okullarında eğitim alan nesil de 1919-1921 arası dönemde (Kemalist milliyetçi) anti-emperyalist mücadeleye dahil olmuş, fakat son tahlilde ayrımcı ve dışlayıcı (exclusionist) bir milliyetçi anlayış benimseyerek varlığını diğer Osmanlı unsurlarının yokluğu/yıkımı üzerinden temellendirmiştir. Bu durum, bahsi geçen iki kuşak arasındaki önemli tarihsel farklardan biridir. Birinci Dünya Savaşı, soykırım ve emperyalizm sonrası Ortadoğu’da ulus-devletler kuran bu iki kuşağın siyasal tercihleri, seçimleri ve çizdikleri yol haritaları arasındaki ayrışma noktalarının şekillenmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı coğrafyalarından, yani Balkan ve Arap coğrafyalarından gelmelerinin ve bu anlamda farklı sosyo-politik koşulların etkisi ve payı olduğu kanaatindeyim.

 

Mustafa Reşat Mimaroğlu bürokratik kariyerine Cumhuriyet’te de kolay bir geçiş yapmış görünmekte. Genel olarak bu geçiş sürecine dair neler söyleyebilirsin? İttihatçı şeflerle İttihatçı kadrolar arasında bir ayrımı nasıl yapabiliriz?

 

Mustafa Reşat gibi orta ölçekli bir sivil bürokratın Kısm-ı Siyasi’deki görevi boyunca oynadığı kritik rol, göstermiş olduğu yüksek “başarı” ve Talat Paşa’nın güvenini kazanma ve onun “adamı” olma seviyesine çıkması, Cumhuriyet kurulduktan sonra onu Mustafa Kemal’in gözünde de muteber bir noktaya taşıyor ve sonuçta Danıştay gibi devlet bürokrasisinin en tepe noktalarından birinde üst düzey bir görev alarak memurluk kariyerinde zirve yapmasına olanak sağlıyor. Modern Türk ulus-devleti ve benimsediği Cumhuriyet rejimi, işlerliğini Mustafa Reşat gibi bürokratik personellere borçlu.

Mustafa Reşat bölge, vilayet, ilçe seçmeden, dağ, taş, bayır, yağmur, çamur, kar demeden bunca yıldır devlete sunduğu hizmetin karşılığını alıyor aslında. 1924-30 arası siyasi çekişmelerden uzak kalmasının, kariyerinin yükselişinde ve devlet bürokrasisinin böyle kritik bir kurumunda üst düzey bir görevle taltif edilmesinde önemli rol oynadığının da altını çizmek gerekir. Devletin bürokratik aygıtına aklen, ruhen ve manen bağlı bir memur, bürokrat ve teknokrat olarak Mustafa Reşat Bey ast-üst hiyerarşisine her daim bağlı kalmış, kuralların ve kaidelerin dışına çıkmamaya azami dikkat etmiş ve devletin formel özelliklerine bireyselliğini ve inisiyatif alma hasletini tamamen ram etmiş birisi.

 

İttihatçı şeflerle İttihatçı kadrolar arasında ayrım meselesi üzerinde bir hayli kafa yorulması ve mesai harcanması gereken bir nokta. Bu anlamda Kanun ve Nizam Dairesinde gibi prosopografik çalışmalara daha fazla ihtiyaç var. Burada en temelde bir hiyerarşiden bahsetmek mümkün. İttihatçı şeflerin İttihatçı kadroların belirlenmesinde en azından 1923’e kadar merkezî bir rol oynadığını söyleyebiliriz. İttihatçı kadroların ise şefler kadar İttihatçı ideolojiye bağlı olup olmadıkları bence baki bir soru olarak karşımızda duruyor. Özellikle 1909 yazında İttihat ve Terakki’nin çıkarmış olduğu Tensikat Kanunu ile birlikte bürokraside kadro bulmak ya da memuriyetini muhafaza etmek isteyen memurların masif bir biçimde İttihat ve Terakki kulüplerine üyeliklerini düşündüğümüzde burada ciddi bir siyasi pragmatizmin olduğu aşikâr. Ben işaret ettiğin ayrımın belirli düzeylerde ve periyotlara göre yapılması gerektiği kanaatindeyim. Yani İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi bir düzey, yerelde görev yapan kâtip-i mesuller başka bir düzey, İttihat ve Terakki Kulüpleri bir diğer birim ve bürokrasideki kadrolar başka bir birim. Periyodik olarak ise bu ayrımı 1908’i kerteriz noktası alırsak 1960’ların sonuna kadar götürebiliriz. Bu zaman diliminde vuku bulan birçok siyasi yol ayrımlarının, tasfiyelerin ve dönüşümlerin şefler ve kadrolar arasındaki ayrımları da belirsizleştirdiğine, başkalaşıma uğrattığına şahit oluyoruz. Aslında İttihatçı şeflerin büyük ölçüde Cumhuriyet’e geçişle ve 1926 İzmir ve Ankara davalarıyla birlikte Stalin’in “Büyük Tasfiyesi”ni andıran bir ‘temizlemeye’ maruz kaldıklarını görüyoruz.

İttihat ve Terakki’nin üç lideri. Soldan sağa: Enver Paşa (Fausto Zonaro’nun tablosu, 1909), Cemal Paşa (renklendirilmiş fotoğraf), Talat Paşa (Wilhelm Viktor Krausz, 1915).

Aynı sürecin İttihatçı kadrolar açısından oldukça kısmi bir düzeyde yaşandığını düşünüyorum. Burada Celal Bayar gibi şeflik mertebesinde bir İttihatçı olmasa da söz konusu kadrolarda en öne çıkan, İzmir gibi bir şehrin İttihat ve Terakki kâtip-i mesulü olan bir figürün Mustafa Kemal tarafından büyük bir itibar ve taltif görmesi Bayar’ın siyasi pragmatizmi ve süreci doğru okumasıyla birebir ilintili. Bu bağlamda İttihatçı şeflerin kendi teşkil ettikleri kadrolara göre çok daha idealist ve ihtiraslı olduğunu iddia etmek mümkün. Zaten tam da bu yüzden siyasi yaşamları da dahil ömürleri fazla uzun sürmüyor.

 

Mustafa Reşat örneğinde olduğu gibi, aslında deyim yerindeyse damardan bir İttihatçı olmayan, oldukça pragmatik saiklerle bir memuriyet elde etmek adına devrim sonrası alelacele Beylerbeyi İttihat ve Terakki Kulübü’ne üye olan, şefleri Kara Kemal ve Talat Paşa’nın sözünden çıkmayan kadrolu bir İttihatçı var karşımızda. 1923 sonrası şeflerinin başlarına gelenlerini göz önüne aldığımızda İttihatçı kadrolarda kendisine yer bulan Mustafa Reşat’ın yeni rejimin sadakat ve güven testinden şeflerine nazaran başarıyla geçtiğini görüyoruz.

 

Daha önce Gaziantep’te 1915’in faillerini ve merkezî devletle iç içeliklerini ele almıştın. Mimaroğlu gibi simalar bunun neresinde?

 

Antep 1915: Soykırım ve Failler kitabım bilhassa yerel elitlerin Ermenilere ait mal ve mülklere el koymasıyla talan ekonomisinin bütün nimetlerini elde edip zenginleşmesi ve İttihat ve Terakki’nin onların desteğine ve mikro ölçekte teşkil ettiği siyasi güce/iktidara ihtiyaç duyması nedeniyle bu talana göz yumması, hatta bu sayede onları yeni rejime sadık birer unsur haline getirmesi, onları iktidarın işe koştuğu hâkim grup olarak ön plana çıkarıyordu. Ancak bir soykırım teknokratı olarak Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun Ermenilerin topyekûn imhası sürecine olan “katkısı”, desteği ve bu doğrultudaki eylemleri, rejim açısından başka bir faillik ve sadakat formuna işaret ediyor. Sadece yerel siyasi ve ekonomik elitler ve sıradan Türk, Kürt, Arap, Çerkes Müslümanlar değil, bürokratlar, teknokratlar ve memurlar da Mimaroğlu örneğinde olduğu üzere bu sürecin aktif katılımcısıdır ve katalizörüdür.

 

Mustafa Reşat Mimaroğlu, parçası olduğu yıkım organizasyonunun etkin çalışabilmesi için bu yapının makro ve mikro ölçekte beyni/mimarı olan Talat Paşa’nın idare ettiği Dahiliye Nezareti’ndeki işbölümünde üstüne düşen vazifeyi “layıkıyla” yerine getiren bir fail. Mimaroğlu gibi teknokratlar kitlesel kıyım ve katliamları gerçekleştiren modern devlet ve aktörleri açısından söz konusu örgütlenmenin motoru ve olmazsa olmazıdır. Etnik, ırki, dinî, kültürel, ekonomik, siyasal ve sosyal bir grubu veya cemaati imha etmek saikıyla birtakım tahripkâr siyasalar geliştiren devlet aygıtı, belirli bir işbölümü içerisinde hareket eden ve üzerinde mutlak kontrolünün olduğu son derece örgütlü yapılara ihtiyaç duyar. İşte Mustafa Reşat’ın rolü böyle bir çerçevede billurlaşır. Mimaroğlu’nun başında olduğu Siyasi Şube başta olmak üzere, Emniyet-i Umum Müdürlüğü, İTC Merkez-i Umumisi, İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti ve Teşkilat-ı Mahsusa Birlikleri ve bunların aktörleri, bu doğrultuda eyleme geçen, sorumlulukları, görev tanımları ve faillik motivasyonları farklılık arz eden karmaşık örgütsel yapılara mensuptur.

Adolf Eichmann

Bu bağlamda Arendt’in, Adolf Eichmann ve totaliter devletin işleyişi ve edimleri özelinde yapı/sistem ve aktör arasındaki korelasyona dikkat çeken betimlemeleri Mimaroğlu örneğinde de anlamlıdır. Dolayısıyla, Ermeni soykırımını zorunlu tehcir, fiziksel ve performatif şiddet üzerinden anlamaya ve açıklamaya çalışmanın yanında, imha siyasalarının Mustafa Reşat gibi masa başı bürokratların dahil olduğu örgütsel bir ağ içinde şekillendiğini de unutmamak gerekir.

 

Mustafa Reşat, Ermenilerin başına gelen felakette doğrudan oynadığı rol ve üstlendiği vazifeyle ilgili herhangi bir pişmanlık emaresi göstermeyen, hatta yaptıklarının ve yapılanların bilincinde olup bunlarla övünen, “vatana hizmet etmek” gibi kutsal bir görevi yerine getirdiğine inanan bürokrat bir Cumhuriyet elitidir aynı zamanda. İttihatçı ethosun varlığı burada da kendini hissettiriyor. Esas itibariyle Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun hayat hikâyesi ve özellikle soykırım sonrası kariyeri, Mustafa Kemal liderliğinde, aralarında mebzul miktarda İttihatçı bulunan, İttihat ve Terakki’yle uzaktan yakından bir şekilde rabıtası olan, İttihat ve Terakki’ye kıyısından köşesinden bulaşmış ve yanaşmış, o dönemki adı ve sanıyla Kemalist kadroların şekillendirdiği yeni ulus-devletin bir “Failler(in) Cumhuriyeti” olduğunu, net, açık ve somut bir biçimde gözler önüne seriyor. Yeni modern ulus-devlet ve Cumhuriyet rejimi, Şükrü Kaya, Tahsin Uzer, Abdülhalik Renda, Ali Rıza Öğe, Zeynel Abidin Özmen, Hüseyin Aziz Akyürek, Esat Uras ve Mustafa Reşat Mimaroğlu gibi üst, orta, alt-orta ve alt ölçekli bürokrat-teknokrat kadroların teşkil ettiği bu kuşağın emeği, mesaisi, çabaları, eylemleri ve zihniyeti üzerine oturur. Mustafa Reşat başta olmak üzere söz konusu şahsiyetler “emeklerinin” karşılığını fazlasıyla almışlardır.

 

Talat’ın “adamları” bu eski İttihatçılar, Mustafa Kemal’in yeni kurduğu Cumhuriyet rejiminin elit sınıfını teşkil etmişlerdir. Bu bize soykırımın sadece yıkıcı değil, aynı zamanda inşa edici, kurucu etkisini de gösterir. Bu kadro sürekliliği, tarihçi Hans-Lukas Kieser’in iddia ettiği gibi, yeni Türkiye’nin sadece Talat’ın değil, bu kişilerin de omuzlarında yükseldiğine işaret eder. Zira söz konusu teknokratların/bürokratların eylemleri, fikirleri yaşadıkları toplumun şekillenmesinde önemli roller oynamıştır.

 

İttihatçı dönemde ve erken Cumhuriyet’te polise dair neyi ne kadar biliyoruz? Gerçekten çalışılması çok eksik kalmış bir alan.

 

Çok haklısın. Sanırım Ferdan Ergut’un polisin, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet yönetimlerinin, başka deyişle 1908 ve 1923 devrimlerinin sürekliliği içinde, Tek-Parti dönemine dek uzanan kurumlaşmasını analiz eden Modern Devlet ve Polis başlıklı çalışması dışında literatürde mufassal bir eser yok. Bu anlamda bakir bir alan olduğunu söylemek mümkün. Mustafa Reşat’ın mensubu olduğu ve rüştünü ispatladığı Siyasi Kısım olarak da bilinen II. Şube’nin faaliyetlerinin kapsamlı bir analizi Dahiliye Nezareti’nin işleyişini, İttihat ve Terakki’nin istihbarat ağını ortaya koyması açısından bize önemli veriler sunabilir. Bilhassa bu şubede görev alan polis memurlarının hangi kriterlere göre seçildiğine, nasıl bir iç tüzük veya yönetmelik doğrultusunda vazifelerini ifa ettiklerine ilişkin çalışmalara ihtiyaç var. Tabii bunun için Emniyet-i Umumiye Müdürlüğü Arşivleri’nin araştırmacılar için ulaşılabilir olması gerekiyor. İlaveten Mustafa Reşat gibi polis memuru olarak girdiği bu bürokratik birimde şube şefliğine ve müdürlüğe kadar yükselen bir kariyer patikasına sahip bürokratların Cumhuriyet sonrası üst düzey idari kadrolara yükseldiklerini, bir kısmının siyasete girdiğini, bazılarının ciddi devlet teşvikleriyle ticarete atıldıklarını, ha keza çoğunun Milli Emlak, TEKEL, Ziraat Bankası gibi kurumlarda yüksek kademede görev yaptıklarını tespit edebiliyoruz. Bu bağlamda sadece Polis Teşkilatı’nın tarihçesi ve kadroları üzerine yapılacak çalışmaların bize Türkiye’nin 1923-1960 arası siyasi, idari ve bürokratik yapısına dair net bir resim sunacağına inanıyorum.

 

Mimaroğlu’nun 1915 öncesi ve sonrası İttihatçı siyasi şeflerle ilişkisini nasıl görebiliriz? Bu ilişkiyi aynı şekilde Abdülhalik Renda, Şükrü Kaya, Cumhuriyet döneminde de mühim pozisyonlara gelecek 1915’in önemli uygulayıcılarına dair de sormak istiyorum.

 

İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi’nin etkin ve şahin üyelerinden, İttihatçı ve komitacı zihniyetin önde gelen temsilcilerinden dönemin etnik Türk milliyetçiliği ideolojisine gönülden bağlı Kara Kemal, Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun dünya görüşünün ve duygu dünyasının şekillenmesinde etkisi olan başat bir tarihsel figür. Reşat, önemli bir bürokratik kariyer inşa edeceği Kısm-ı Siyasi’ye Kara Kemal’in referansıyla giriyor.

Mustafa Reşat, büyük oğlu Sadi ile. Erzincan, 1910.

Mustafa Reşat Bey 13 Mayıs 1914’te Antakya’daki memuriyetinden istifa eder. Bir aile ziyareti için izinle geldiği İstanbul’da Dahiliye Nezareti’nde tesadüf ettiği Mülkiye’den sıra arkadaşı ve o dönemin İstanbul Polis Müdüriyeti Umumiyesi Müdürü Bedri Bey tarafından kendisine Kısm-ı Siyasi (Siyasi Şube) İkinci Şube Memurluğu’nda görev alması önerilir. İlaveten İTC’nin nüfuzlu isimlerinden Kara Kemal de bu öneriyi destekler ve Mimaroğlu’na referans olur. Böylece 14 Mayıs 1914 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne bağlı İkinci Şube’de çalışmaya başlar. Bedri Bey kendisini Dahiliye Nazırı Talat Bey ile tanıştırır; “iyi, çalışkan ve dürüst bir arkadaş” olarak takdim eder.

 

Mustafa Reşat’ın İttihatçı siyasi şeflerle bu dönemde ilişkileri oldukça pragmatik bir düzeyde. Bilhassa Birinci Cihan Harbi sonrası Mimaroğlu’nun savaş suçlusu olarak Malta’ya sürgün edilmesi sürecinde kendisini İttihat ve Terakki’den olabildiğince uzak tutmaya çalışan bir strateji izlediğini görüyoruz. Hatta Malta’ya sürülmek istemeyen Mustafa Reşat Bey, 24 Nisan 1915’te tutukladığı Avedis Nakkaşyan ile temasa geçiyor. Onu Ayaş’tan kurtaranın kendisi olduğunu iddia ederek Nakkaşyan’dan lehine tanıklık yapmasını istirham ediyor. Nakkaşyan, Reşat Bey’in bu ricasını, kendisi için yaptıklarının pek de önemli olmadığını, çünkü öldürülmelerine sebebiyet verdiği kişilerin ondan çok daha değerli olduğunu söyleyerek reddediyor.

 

Malta’da daha fazla kalmak istemeyen ve buradan kurtulamayacağına dair umutsuzluğa kapılan Mustafa Reşat, umduğunu bulamadığı Avedis Nakkaşyan’dan sonra kendisine yardım etmesi için bu sefer İttihat ve Terakki’nin eski Maliye Nazırı Cavid Bey’e mektup yazıyor. 28 Mart 1921’de kaleme aldığı mektubu Cavid Bey’in yakın arkadaşlarından ve Merkez-i Umumi’nin ileri gelenlerinden Hüseyin Cahit Bey aracılığıyla ulaştırıyor.

 

Mustafa Reşat Bey’in Malta’da olmasının yegâne sebebi olan Ermeni tehciri ve katliamlarına karışmış olma ithamının gerçek olmadığını Cavid Bey’e ispatlama çabası içinde olduğu, mektubundaki ifadelerde açıkça görülmekte. İlaveten, İstanbul Polis Müdürü olarak görev yaptığı sırada hem yerli hem ecnebi gerek dost gerek düşman herkesin kendisinden memnun olduğunu kaydediyor. Dolayısıyla o sadece görevini layıkıyla yapan ve her kesimden takdir görmüş, Ermeni tehcirine hiçbir dahli olmayan basit bir bürokrattır. Cavid Bey’e sunmaya çalıştığı Mustafa Reşat portresi de bu.

 

1923 ve sonrasında ise Mustafa Reşat İttihatçılıkla olan bütün bağlarını tamamıyla koparma eğiliminde. Bir örnekle somutlaştırmam gerekirse: 1924’te Dahiliye Vekili Recep Peker, Mustafa Reşat Bey’i İstanbul Valiliği’ne tayin etmek niyetindedir, çünkü kendisinin İstanbul’u iyi bildiğini öğrenmiştir, ancak Recep Bey’in kafasını karıştıran esas mesele, Mustafa Reşat Bey’in koyu bir İttihatçı olduğu, bununla kalmayıp İttihat ve Terakki’nin eski İstanbul murahhası Kara Kemal’in de has adamlarından biri olduğuna dair kendisine gelen bir istihbarattır. Bu durum karşısında Mustafa Reşat bir hayli şaşırır. Kara Kemal Bey ile ilişkisinin komşuluk düzeyinin ötesine geçmediğini belirtir. Kara Kemal, Aksaray-Yusufpaşa semtinden komşusudur. Kara Kemal’in babası telgraf müdürlerinden Arif Bey ile babasının arkadaş olduklarını vurgular. Dahiliye Nezareti, Siyasi Şube’de görev yaptığı sırada Kara Kemal’in övgülerine mazhar olduğunu inkâr etmez, ancak kendisinin şimdiye kadar kimsenin adamı olmadığının, sadece “işinin adamı” olduğunun altını çizer.

 

Genel anlamda Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun 1915 uygulayıcılarıyla mesafeli bir ilişki içinde olduğunu söyleyebilirim. Gerek Abdülhalik Renda gerekse Şükrü Kaya gibi koyu İttihatçılar, Talat Paşa Okulu’nun “güzide mezunları”, 1926 tasfiyesine kadar giden süreçte akıllı davranıp, pragmatik hareket edip diğer İttihatçı şeflerle aralarına mesafe koyarak Mustafa Kemal’in güvenini kazanmayı bilmişlerdir. Mustafa Reşat, Abdülhalik Renda ve Şükrü Kaya gibi Talat’ın “has” adamlarını İttihat ve Terakki’nin ve yeni rejimin karşısına çıkan ve çıkabilecek olan krizleri berhava eden idareciler olarak tanımlamak mümkün.

 

Kaymakam, vali, idareci ve bürokrat olarak çıktıkları bu yolda soykırım teknokratlarına evrilmiş tarihsel şahsiyetler bunlar; hepsi de imparatorluğun tornasından çıkmış, tamamen görev bilinciyle hareket eden, hiyerarşinin dışına çıkmayan, itaati esas alan bir zihin yapısına sahipler. Bu kişileri ben Talat Paşa “okul”unun mezunları olarak tanımlıyorum. Bu kariyerist ve modernist bürokratların Cumhuriyet döneminde de yükselişi devam ediyor. Ancak bu kariyerizm ve görev bilincinin yanında bu bürokratların eylemlerini vatanın ve milletin selameti ideali etrafında belirleyip yerine getirdiğini akılda tutmak lazım. Hayati derecede önemli, “tarihî bir misyon” yerine getirdiklerine iman ediyorlar. Daha önemlisi, Ermenilerin topyekûn tehcirinin gerçekleştirilmesi noktasında bu devasa operasyonunun karar alıcısı ve beyni olan siyasi iradeye yani Talat Paşa’ya bu süreçte etkin rol oynayabileceklerini, işe yarar bürokratlar olduklarını ispat ediyorlar.

 

Talat-Enver ikiliğine, farklı bürokratik sahalara hükmetmelerine ve kendi hizipleri/ekipleri olmasına dair ne kadar bir ayrışmadan bahsedebiliriz? Talat Paşa’nın Cumhuriyet’in bürokratik kadrolarının oluşmasında rolünü nereye ve ne derece koyabiliriz? Genelde saygıyla bahsediliyor birçok hatıratta.

 

İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi içinde Talat’a ve Enver’e (hatta buna Cemal’i de ekleyebiliriz) bağlı klikler olduğu ve bunun Teşkilat-ı Mahsusa’ya kadar uzandığına, Talat’ın genel anlamda örgütün sivil ve siyasi, Enver’in ise askerî kanadına hâkim olduğuna dair görüşler mevcut. İttihat ve Terakki’nin parçalı ve esnek yapısını dikkate almakla birlikte ben bu türden bir yalınkat ikiliğin varlığına bir miktar şüpheyle yaklaşıyorum. Enver’in savaş boyunca farklı cephelerde yer aldığını ve bu anlamda Talat’ın İstanbul’un kontrolünü sağladığını göz önüne aldığımızda, sanki tehcir ve imha kararlarının tek başına Dahili Nazırı ve 1917’de de Sadrazam olan Talat Paşa tarafından alındığına dair bir izlenim ortaya çıkıyor. Ancak ben Enver’in haberi olmadan tek bir adım dahi atılmadığını ve İstanbul’dan onun izni ve onayı olmadan kuş dahi uçurulmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla farklı maiyetlere sahip olsalar da 1913-1918 arası dönemde İttihat ve Terakki içinde bir Talat-Enver ikiliği olduğu kanaatinde değilim. Aralarındaki kişisel ilişkinin sanıldığından daha yakın olduğuna inanıyorum. Ancak milli mücadele dönemine girilen süreçte Mustafa Kemal ile ilişkilerinin farklı olduğu bir vakıa. Şunu net bir biçimde söyleyebilirim; yeni kurulan Cumhuriyet’in kadrolarını teşkil eden bürokratların, valilerin, idarecilerin ve memurların birçoğu Talat’ın “adamları”dır. Mustafa Kemal, Talat’ın zamanında itimat ettiği, güvendiği ve ona sadakatle bağlı olan İttihatçılara yeni rejimin elit kadrolarının şekillenmesinde önemli roller, pozisyonlar vermiştir. Talat’ın ve bürokratlarının sağladığı “know-how”dan ziyadesiyle faydalanmış ve bu anlamda ondan ciddi bir miras devralmıştır. Bu miras “raison d’état” yani devlet aklının ta kendisidir. Mustafa Reşat gibi bürokratlar bunun taşıyıcılarıdır. Bunun nesilden nesile aktartılmasında, idari ve bürokratik devlet aygıtına sinmesinde ve “etik” bir koda dönüşmesinde bu bürokratların taşıyıcılığı çok önemlidir. İşte Talat’ın ve teknokratlarının, bürokratlarının ve memurlarının yeni rejimin ve devlet aygıtının vücuda gelmesinde ve temellerinin atılmasındaki rolü bu noktalarda belirginleşiyor.

 

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.