“Birinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik kriz tüm dünyayı olduğu gibi, Türkiye’yi de epeyce sıkıntıya sokmuştur. Bu kitapta, Cumhuriyet reformlarının başlangıcına denk düşen 1930’lu yıllarda bir imparatorluğun tarihinden paylarına düşeni de omuzlarında taşıyarak yaşamaya çalışan sıradan insanların dünyasından kesitler bulacaksınız. Anlatıcı, yer yer yedisi yetmişine karışmış, ilkokul çağındaki bir çocuktur.”
Kirkor Ceyhan, anılarından derlenen kitabını bu sözlerle tanıtıyor ve bir solukta akıp giden satırlarında ipucunu veriyor: hiçbir okur çocuğun saflığı ile yaşamışlıklarını bilgeleştirdiği bir yaşlının olgunluğunu harmanlayan bir sesin çekiciliğine karşı koyamaz.
Daha beş yaşındayken tanışıyor Ceyhan göçle. Gerçi taşınan yer Zara’nın Çarşıbaşı Mahallesi’ndeki eski evden iki yüz-üç yüz metre ötedeki Hatip Mahallesi ama eski arkadaşları ve çöplüğü bile gözünde tütüyor uzun zaman. Derken bir gün annesi Horik Hatun eski evi keyiflerinden boşaltmadıklarını, hükümetin kanunuyla, emval-ı metruke olduğu için mal müdürünün evlerini haraç mezat satılığa çıkarttığını anlatır. Ceyhan çocuk-bilge yorumuyla bu sözleri şöyle değerlendirir: “Hiçbir şey anlamamıştım ama emval-ı metruke sözü belleğime kazındı. Arkadaşlarımla aşık oynarken bile, yerli yersiz, ’emval-ı metrukeden yine aşık oyununu kazandım’ diye bağırırdım. Anlamını bilmeden beynime nakış olmuş bu söz arkadaşlarımı yalnızca güldürür geçerdi.”
Bir tahta apteshanenin, yürünecek bir yolun olmadığı Zara’da küçük Kirkor’un yüreğine okul sevdası düşüyor. Baba inşaat ustası, ekmek derdinde uzaklarda ana ise yörenin en güzel kilimlerini dokuyan ama oğlunun okul sevdası karşısında çaresiz kalan bir kadın. Yine de kimseler durduramıyor Kirkor’u. Her gün yalın ayak okula gidip kötek yiyip kovuluyor. Ertesi gün yine orada, üstelik yoklama sonrası gidiyor ki kıyafeti düzgün çocuklardan collik diye ayırdığı diğer arkadaşlarının arasına karışabilsin süklüm püklüm. Bütün yıl Cumhuriyetin kuruluşunun onuncu yılı nedeniyle “çıktık açık alınla” diye çığırıyor Kirkor. Seferberliğin belirlediği bir yaşama doğmuş Kirkor. Babası seferberlikten önce muallim, Varjabed diye biliniyor. Zara’daki Ermeni okulu kapanınca baba yeni emek kapısı olarak harcın, kirecin, sıvanın içine dalmış.
Ama bir kere Varjabed diye bilinir ya, her gece birileri konuk oluyor evlerine. Çalışkanlığı, namusu, kötü günde dostunun yanında oluşu ile nam salmış Simon Usta, Müslüman komşuları onu Sığı Usta diye çağırıyorlar. Dul Ermeni kadınları ise koyunlarından çıkardıkları mektupları okutuyorlar Varjabed’e. Mektuplar seferberlik yıllarında kaybolmuş, Kızılhaç’ın ya da Amerikalı misyonerlerin daha sonra Anadolu ve Suriye’den topladıkları çocuklardan, Zara’dan dünyanın dört bucağına savrulan Ermenilerden geliyor.
Kirkor Ceyhan’ın dili Zara’ca, eşi benzeri yok, tarifi de. O kara mizahlı dilin içi, Anadolu insanının en yaratıcı benzetmeleri, deyimleri ile süslenmiş. Her sözcük kendi başına dile geliyor, belki bazılarını ilk kez duyuyorsunuz ama hissediyorsunuz için için bu sözün ne demeye geldiğini. Açıklamalar, fotoğraflar ve o masal gibi anılar bambaşka bir dönemi aydınlatıyor. Sanki Kirkor Ceyhan’ı evinize buyur etmişsiniz, ille de sobanın yanına oturtmuşsunuz Kirkor Ağbarig de başlamış bir bir anlatmaya koca bir mirası.
Belki de o yüzden kitaptan çok daha fazlasıymış gibi geliyor bana elimdeki sayfalar. İpe asılmış tandır ekmeğini, dokunan kilimleri, horizov malez çorbasını, çamurlu yolları, üstsüz başsız koşuşturan çocukları, Zara dışında haklarında verilen hükümlerle oradan oraya sürüklenen bu insanları görüyor ve duyuyorum. Hep seferberlik türküleri söylüyorlar bir ağızdan.