Hayli zamandır yaptığı envaiçeşit likörleriyle tanındı/tanınıyor Silva Özyerli. Bu ününü kazanması ciddi emeğin ürünü. Ziyadesiyle hak ediyor.
“Anam ömrü boyunca her şeye rağmen memleketinden ayrılmamak için direnmişti… Mevsim sonbahardı. İlk kez bir sonbaharda ne un ne bulgur ne odun ne de herhangi bir kış hazırlığı yaptık. Kilerdeki küpler birbiri ardına boşalıyordu… Anam un küpünün dibinde kalan son unu ve unun içine gömerek sakladığı ekşi mayayı çıkarıp son ekşi mayalı ekmeğimizi yoğurmaya koyuldu… Bu, onun Diyarbakır’da hamurunu kardığı son ekmek oldu. Ardından hamur leğenini sırtladığı gibi mahalle fırınına götürdü. Dönüşte, âdet edindiği üzere, fırından henüz çıkmış taptaze ekmeği yolda karşılaştığı insanlara ikram ede ede, ekmeğin bereketini dağıta dağıta, eve döndü. Bu sondu. Her şey bitmişti artık. Ne öğütülecek buğday, ne yoğrulacak un, ne ekmek yapacak hamur, ne de dağıtılacak bereket kalmıştı…”
Hayli zamandır yaptığı envaiçeşit likörleriyle tanındı/tanınıyor Silva Özyerli. Bu ününü kazanması ciddi emeğin ürünü. Ziyadesiyle hak ediyor.
Bu yıl 28 Eylül’de 7. kez kapılarını okurlarına açacak olan TÜYAP Diyarbakır Kitap Fuarı’nın sanırım en renkli buluşması Silva Özyerli’nin “Amida’nın Sofrası” kitabıyla olacak.
Benim bildiğim Diyarbakır Ermenilerinden şimdiye kadar üç kadın yazar okurla buluştu. Önce Jaklin Çelik ve Anjel Dikme. Ve şimdi de Silva Özyerli.
“Amida’nın Sofrası”* öyle bir defada okunup kitaplığın bir köşesinde unutulayazılacak bir kitap değil. Üstelik adında “sofra” geçince salt yeme-içme üzerinden merakı gidermeye aday bir kitap hiç değil!
Zaten sırf bu sebeple kitabın son sayfasından bir parçalı alıntı yaparak yazıya girizgah oluşturdum.
2011 yılında yine Aras Yayınlarından çıkan benim “gittiler işte” kitabıma cevabi bir nazire olsun diye; “gitmediler işte” demişti Silva! Oysa gitmişlerdi. Aslında gitmek eğer bir fiilse, gitmek zorunda bırakılmışlardı. Başka bir seçenek bırakmamacasına…
İşte Silva Özyerli; şehrin, evden başlayan ve evle var olan mutfak kültüründen örnekler sunarken, o damak tatlarının aslında hangi acılara gebe olduğunu, hangi tat(sızlık)lara gönderme yaptığını anlatıyor(du) meraklısına!
“İşte ben, taş dibekte dövülmüş, öğütülmüş taze kahve kokusuyla, taş fırında meşe odununda pişmiş taze ekmek kokusunun birbirine karıştığı, kilerinde unun ve çiğ kahvenin eksik olmadığı bir evin mutfağında ve sofrasında hayata “merhaba” dedim” diyor 1960’lı yılların başındaki şimdi yerinde yeller dahi esmeyen “Gavur Mahallesi”ni anlatırken.
Amida’nın Sofrası, Mıgırdiç Margosyan üstadın 1990’lı yılların başında okurla buluşan “Gavur Mahallesi” ve diğer kitapları ile birlikte “gavur” deyip ötekileştirilen dünyanın insanlarının farklı bir panoramasını kadın gözüyle evin içinden, mutfağından sunuyor okura. Yani bir anlamda Margosyan usta nasıl sokaktan konuşuyorsa! Silva’da evin içinden, tadı anlatıyor ama acısı tatlısıyla bütün taamlarla…
Nasıl bir zenginlikten, bunca yoksulluğa/yoksunluğa reva görüldük sorusunu bir kez daha ve yüksek sesle kendimize ve orta yere somut örneklerle sormamızı ve dahi çıplak gerçeklikle yüzleşmemizi sağlıyor.
Dolmaları, Üsküre kebaplarını, kavurmaları, perdeli ciğerleri, bastırmaları, duvaklı pilavları bugün şehre ait yemek tarifleri olarak değil, bir dünya, bir hayat, birer yaşanmışlık ve anılar manzumesi olarak bilmek! Hafızanın kör kuyusundan söküp almak ve geleceğe taşımak gerektiğini bir kez daha vura vura anımsatıyor bizlere.
Mesela bir “vicag gelini” ritüeli var. Tam bir kısa film işi. Ya “damda piknik”! O bahar gelende içinde kaybolunan toprak damlardaki papatya tarlaları, anlatılmaz yaşanır diyeceğim haksızlık olur kitaba! Sadece anlatılmakla kalınmayıp yazılmış…
Bizim Diyarbekir’in suyu etnik kimliklerden azade olarak biraz serttir. Hatta ne birazı, hayli serttir. Hissettirir kendini. İçimde kalacağına sözümü söyleyeyim de akıbeti akışına gitsin hesabıdır kelam. Silva tam da bunu yapıyor. İçimde ukde olarak kalıp beni yeyip kemireceğine adrese teslim yapayım demiş. Yerken, düşünün. “Midenizle değil, beyninizle” demeye getirmiş. Anılar, maniler, gelenekler mekân ruhuyla var oluyor.
Kitapta; Eski kadim Suriçi’nin Muallak sokağının Hoca Hovsepinin Ermeni Katolik Kilisesi bir anda bir ibadet mekânı olmaktan çıkıp her yönüyle bir yaşam alanı olarak yeniden zuhur ediyor belleklerde. Karabaş köyü, Deva Hamamı, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Lalabey mahallesi, Hançepek ya da Gazi Köşkü filan. Hem de ince detaylarıyla “ben buradayım” diyor.
Yemek tariflerine hiç girmeyeyim en iyisi. Silva’yı yıllardır biliyorum. Her bir yemeği (ya da tatlıyı, böreği, çöreği) defalarca bizzat yaparak el terazi göz nizam sunuyor okura.
Epeydir Takuhi Tovmasyan’ın “Sofranız Şen Olsun” kitabını mutfak ve muhabbet meraklılarına tavsiye ediyordum. İtiraf edeyim ki; artık Silva’nın kitabı “Amida’nın Sofrası” da var…
Tekrar vurgulamalıyım ki boşuna değildi “gittiler işte” demiş olmam! Evet, gitmişlerdi ciranlarımız. Eeee gelince de böyle gelinirdi demek…
Ne demeli! Hoş geldi safa geldi Amida’nın Sofrası memlekete… 27 Eylül’de kitapçılarda, bir gün sonra da Diyarbakır TÜYAP Kitap Fuarı’nda… (ŞD/AÖ)
Not: Söyleşi; Amed’in Bereketli Sofrası. Silva Özyerli-Şeyhmus Diken. 4.10.2019 Cuma 15.15-16.15 Dicle konferans salonu – TÜYAP
*Silva Özyerli, Amida’nın Sofrası-Yemekli Diyarbakır Tarihi. 260 sayfa, Aras Yayıncılık