Hrant Dink her zaman burada olacak, sevdiği, kendini ait hissettiği topraklara kanı aktı çünkü ve o sırada yaşananlardan, katlinden önce ve sonra sarfedilen zulmü alkışlayan cümleler yüzünden de yeri göğü sarsıldı bu ülkenin. Bir yazımda anlamıştım, annem, Alzheimer hastası annem onun adı geçtiğinde ağlamaya başlıyor. Hrant’ın başına gelenleri hiç unutmuyor. “O bu toprağın adamıydı” şeklindeki yargısını farklı şekillerde dile getirmeye devam ediyor.
Hagop Mintzuri’nin Fırat’ın Öte Yanı (Aras; 1998) isimli öykü kitabını okurken, Hrant’ın buradanlığı edebiyatın tanıklığıyla bir kez daha dile geldi sanki. Mintzuri ile aşağı yukarı benzeri yerlerden, âdet ve alışkanlıklardan, benzer tepki ve hassasiyetlere sahip insanlardan söz ediyoruz, öykülerimizde. Benim öykülerimde Erzincan kısmi olsa da önemli bir yer tutar. Mintzuri ise neredeyse tamamen Erzincan’ı yazmış.
Silva Kuyumcuyan’ın tercümesi yerli yerinde, berrak ve yöresel ifadeleri hakkıyla gözeterek kullandığı görülüyor. Öyküleri okurken sık sık, “Tıpkı benim çocukluğumda Refahiye’de duyduğum, gördüğüm, tanık olduğum gibi” şeklinde tepkiler vererek notlar almayı sürdürdüm. Derenin bir sağına bir soluna geçen, yolda atlaya zıplaya yürüyen hayalperest çocuk, öykülerin anlatıcısı Mintzuri’nin ta kendisi ve o bir bakıma Hrant, bir bakıma karda kışta, kurt ulumaları arasında git git bitmeyen Sakaltutan Mevkii’ni aşarak Erzincan’daki sınava yetişmeye çalışan Fahri ya da Cemal. Uzun kışlar, kiler alışkanlıkları, misafirperver insanlar… Yolda kalan kişi için, “Biz hiç kimseye iyilik etmeyecek miyiz” diye soruyor “Bu Adam Ermeni Değil” isimli öykünün kahramanı.
Aklıma Knut Hamsun romanlarındaki aşağı yukarı aynı dönemlerde konuğuna yediğinin içtiğinin hesabını çıkartan evsahipleri geliyor. İskandinav ülkelerinde hayat şartları daha mı zordu Erzincan’a göre?
Başka ne oldu, neler var… Yorucu çalışmaların ödülü gibidir akşamüzeri gerçekleşen kapı oturmaları; kadınlar ayrı, erkekler ayrı toplanır eşik önlerinde, sahanlıklarda. “Gelin” toplulukların sessizllğiyle değer kazanan hizmet ehli olması beklenen kişisidir. “Köy yerinde yeni gelinler, kocaları dışında aile büyükleriyle bir saygı ifadesi olarak konuşmaz, çok gerektiğinde aracı kullanır veya başıyla, eliyle cevaplar verir, bazen pek hafiften tek kelime söylerdi” diye anlatıyor” yazar, “Hayan Gelin’in Muşe’si” isimli öyküde. 1886 yılında Erzincan’a bağlı yetmiş haneli Armıdan (Armudan) Köyü’nde doğan Mintzuri’nin öyküye döktüğü bu tür gelinlik adetlerinin sadece Müslümanlara özgü olduğunu sanıyordum; çoğu zaman bildiklerimizin doğasını belirleyen, gözümüzün önündeki sahneler.
“Taze güce ihtiyaç duyan ailenin aklına evin on on iki yaşındaki oğluna kız aramak düşmez mi? “Gelini niye alırlar? Herkes niçin gelin ister? “Çalışmak için” der ya “Benim Çocukluğumda” isimli öykünün anlatıcısı… Gelin altı üstü orada burada her işe el atarak düzenin sürüp gitmesini sağlayan Orhan Kemal kahramanı… Evde sözünü dinletebilir konuma gelmek için yıllarca aynı minval üzere sabırla koşturması gerekir elkızının.
Demircilerin gelin kil tepesi üzerine yıkılınca, öldü sanıldı. Genç yaşta dul kalan gelin önüne çıkan taliplerine çoluk çocuğunu sebep göstererek, “Bana yakışmaz” dedi.
Öykü kahramanı kadınlar, “Minos Dayı’nın Beş Karısı” öyküsünde tasvir edildiği şekilde, tanıdık bir sahneden sesleniyorlar: ” … köyün kadınlarının çalışmaktan canları ağızlarına gelirdi. Kara kuru, çırpı gibi eve girerlerdi sonbaharda; kemikleri sayılırdı. İstanbul’a gidip de bir daha dönmeyen, sağ olduğu dışında da başka bir haberi gelmeyen Muşe’nin babası bazen de Musa’nın babası olmaz mı… Yüz metreden yüksek kayalıklardan balların aktığı memlekette bir şeyler değişmeden kalıyor. Dutlar pişirilir, pekmez, pestil, pelit yapılırdı. Dışarıda çalışmaktan evde yemek yapmaya vakit bulamayan anne de dar bir aralıkta çılbır pişirirdi oğluna nihayet. Cepte tutulan çakı, mor iğne misali savunma aracı değil de kız çocuklarının tabiattan bitki/besin derme aracı. Kuzukulağı, evelik, madımak toplarsın.
Hala insanlar “k” ile başlayan bütün kelimeleri “ğ” ile söylemeye devam ediyorlar tepeleri tırmanırken ve “ğara” yani “kara” da ne kadar yaygın, geçerli bir niteleme sıfatıdır o topraklarda… “Benim Memleketimin Türkçesi” başlıklı öyküyü okurken karşıda bir tepeye tırmanan kadınları görüyorum, yanlarında çocuklarla, Mustafa Kutlu’nun ifadesiyle, ‘k’sında asıl ‘noktalı h’ sesini veren anuk otu toplamaya gidiyorlar.
Mintzuri’nin öyküleri, bir toplumda kesimler arasında siyasetin tetiklediği kavgalarla gözardı edilen benzerliklerin edebiyatta nasıl da hayattan, derin kültürden ve tabiattan gelen seslerle bütünlük içinde varlığı belirlemeye devam ettiğini hatırlatıyor, samimi, dinamik bir anlatımla. Annemin Hrant’ı “İşte buralardan bir yerden, bizden” diye hatırlaması hiç sebepsiz değil.