Yemek ve meze tarifleri bahanesiyle çiziktirdiğin, 50’lerden kalma İstanbul ve Trakya peyzajları ile bu mekânları iskân etmekteyken artık tedavülden kalkan muhtelif insan manzaralarının kaba tashihine Ankara Ekspresi’nin restoranında başlamadan önce, tepeme dikilen garsona -bismillah- bir adet karınca bacağı siparişi verdim. Adam, son derece sakin bir tavırla, mönülerinde böyle bir kalemin bulunmadığını ifade etti ben de bir tek İnhisar siparişiyle yola rahvan oldum. Birazdan yine tepeme dikilen aynı garson, “Rakının yanında hangi mezeyi arzu edersiniz efendim?” diye sual edince önce rüya gördüğümü sandım. Adam (yani, garson beyefendi) sanki senin satırlarındaki zaman ve mekânlardan huruç eden bir hortlak misali tepeme dikilivermişti. Ben de, sırf rüyadan uyanmayayım diye -adamın olanca nezaketine mukabil, elimden gelen bütün şirretliği ardıma koymayarak ve içinde bulunduğum mekânı Degüstasyon’la, kendimi Y.K. Beyatlı’yla ve garsonu da Aleko’yla ikame eden değişik bir epizoda transit geçiş yaparak- soruşturmaya uskumru dolmasıyla siftah ettim sonra da senin satırlarının başlıklarını tek tek garsona göstermeğe başladım. Adam “yok, yok, yok, … ” diye yoklayıp dururken Ciğer Bohçası’na gelince, birdenbire “Bu yok, ama Arnavut Ciğeri var efendim” dedi. Ben de ayıp olmasın diye getirmesini söyledim ama üç dört günlük meşin gibi bir şey olduğu için yarısından çoğu tabakta kaldı ve rüya da istop etti… Yumruk mezesiyle çok rakı içmiştim ama meze tarifi gibi bir mezeyi ömrümde hiç tatmamıştım. Şimdilik eline sağlık demekten başka yapacak bir şey yok. Altıncı tek İnhisar siparişini verince, sözüm ona beyefendi olacak garson da “İsterseniz duble getireyim efendim” gibi bir şeyler geveledi. Hava artık enikonu kararmaya yüz tuttuğundan, restoranın loş ışıkları okumaya el vermiyordu. Zaten senin yazdıkların cizlemeye ve şömendöfer de Eskişehir’e yaklaştığı için, altıncı tek rest olup gitti ve bendeniz de vurup kafayı sızdım…
Ancak aradan iki hafta geçtikten sonra, dünkü mübarek Pazar tekrar elime alabildim daha hala vaftiz bile edilmemiş olan yemek risalesini. Önce, şömendöferdeki İnhisar’dan kalma kurşunkalem kabasını ikmal ettim sonra da kırmızı mürekkebi 75’lik bir roze şaraba meze ettim. Ama sen sen olasın, esas itibarıyla yine de mutlaka şaraba itibar edesin. Zira 5 tek İnhisar, özü itibarıyla 11,3 cc alkol içermekte olup, 75’lik rozenin hepi topu 7,5 cc’lik alkol içeriğine -eşdeğer tenör bazında ferah ferah yarım tur bindirmektedir. Yani, senin anlayacağın, kırmızı mürekkepler kurşunkalemlerden çok daha ayık kafadır. Ve dahi, yarım sayfayı mütecaviz olan bu dırdırı derhal istop ederek sadece gelmenin vakti erişmiştir. Artık işimize gücümüze bakalım:
Bana öyle geliyor ki, “tıpkı konuştuğun gibi yazma” tarikine teveccüh buyurarak S.F. Abasıyanık’ın müridi olmayı tercih etmişsin tuttuğun yol hayırlı uğurlu olsun. Âmin… Bu itibarla, meal yamulma ve kaymaları tevlit edebilecek birkaç istisna dışında, hiçbir devrik cümleye ilişmedim haberin olsun.
Yine bana öyle geliyor ki, adına “ve” denen kaka sözcüğü zinhar kullanmama tarikine keza teveccüh buyurarak N. Ataç’ın müridi olmayı da benimsemişsin tuttuğun bu yol da hayırlı uğurlu olsun. Defaten âmin… Bu itibarla da, olmazsa olmaz türden birkaç istisna dışında, hiçbir virgülünü “ve” ile trampa etmedim yine haberin olsun.
Konuştuğun gibi yazdığın devrik cümlelerin birçoğunda da çok bariz bir Ermeni şivesi tınlıyor (hatta bazen tınlamaktan da öteye, bas bas bağıroor bile). Elimden geldiği ölçüde frene basıp bu renklere ilişmedim ki, metnin her yanına hakim olan nostaljik ana temanın ne orijinalitesine, ne de otantisitesine halel gelmesin. Ayrıca, hassaten klavye kullanarak yazıyorum ki, artık kendimin bile okuyamadığı berbat el yazımı deşifre etme zahmetine de katlanmayasın.
İlaveten, kafasına esen dil uzmanının eski imlâ kaidelerini çöpe atıp yeni yazım kuralları ile ikame ettiği ve sonra da yenilerinin münavebe usulü çöpe gittiği bir dilde kalem üşürme cüretini gösterdiğin için de seni kutluyorum.
Dalgınlık ve şaşkınlıktan mütevellit hataları da elimden geldiği ölçüde tashih etmeye uğraştım. Köşede bucakta hala saklananlar pek ala olabilir ama, ne halt edeyim?! Metinde anılan hıngaman, jüpon, tetumat, örekela, prostela ve pazı gibi bazı kelimeleri ise ben zaten hiç tanımıyorum. Onları da bana siz öğretirsiniz. Daha başka müphem kalan birçok nokta için ayrıca dipnotlar inmişim onlara da bir zahmet kulak asasınız. Keza, siz dahi -lütfedip aboneniz olan entel-dantel taifesinin olanca azamet ve kibirle kıvırdığı burunlara rağmen- dipnot inme gibi güzel bir huyunuzu asla terk etmeyesiniz. Zira, Aras Yayıncılık eliyle okuyucuya kazandırılan tekmil neşriyatın belgesel evsaf ve veçhesi, her geçen gün giderek artan bir kıymet ve ehemmiyet kesbediyor. Örneğin, “TV’deki Ali Haydar Usta dizisi olmasaydı. İstanbul’da Psammatia diye mübarek bir semtin var olduğundan bugün kaç kişinin haberi vardı acaba? Ayvazovski Kumkapı’ daki yalıyı pas geçseydi, oradaki kesif korunun yüz elli yıl öncesinde bile hayatta olduğundan kimin haberi olurdu? Narlıkapı’daki Surp Hovhannes kilisesinin duvarlarının lodos suyu ile yıkandığını yirmi yıl sonra kaç Ermeni hatırlayacak? vs vs” gibisinden hınzır soruları tren gibi uzatmak mümkündür. Ardaşes Ç. Margos da entel-dantel taifesinin tekmil mızırtısına ve dıngırtısına boş verip dipnotlarını inmeye devam etsin. Viya böyle… Âdem ile Havva soyunun, koyun-kuzu, inek-buzağı, tavuk-civciv, eşek-sıpa vs şöyle dursun, kendi hem türlerini bile klonlamaya kalkışacak kadar kudurup azdığı bir tarih evresinden geçmekteyiz. Böyle iblisane bir konjonktür ve bu kadar işine karışılması, herhalde Cenab-ı Allah’ın (CC) da azim zoruna gitse gerektir ve de en azından birkaç peygamber (S.A.S) daha tekrar kürre-yi arz üzerine nüzul etmek için alesta sıra beklese gerektir. Bugün çiçek pazarında pırasa satar gibi mavi gül sattıklarına şahit oldum bari mavi de mavi olaydı, haydi yine neyse kopkoyu, boktan bir azürit tonuydu işte, hatta basbayağı lacivertti. Bu gidişle başımıza taş yağsa gerektir ve de Tomo Usta gibi kırk sefer “Hayr mer vor hergins… ” diye başlayıp “meğa asdvadz” diye bitirsek tam yeridir.
Yine böylesine iblisane bir konjonktürde, güya münkariz olduğu rivayet edilen Scomber scombrius adındaki nadide endemik tür niye Marmara Denizi’nde yeniden zuhur etmesin ki?! Pek ala edebilir. Degüstasyon da pek ala restore edilebilir ve mutfağa da hâlâ bir türlü vaftiz edilemeyen yemek risalesini hatmetmiş bir ‘aşçı en chef pek âlâ tertip edilebilir edilebilir, ama:
-Orta yerde ne “Bre oğlum Aleko, nerede kaldı bizim uskumru dolmaları be yahu?” diye sızlanacak bokboğaz Yahya Kemal kaldı.
– Ne ona “Alesta vre pasa mu, sindik geliyor sidak sidak” diye cevap ulaştıracak Aleko kaldı – Ne de, sırf Yahya Kemal’le dalga geçmek için:
“Canan ki, Degüstasyon’a gelmez Çiçek Pasajı’na hiç gelmez… ” gibisinden uyduruk aruzlarla düzmece beyitler üşüren Orhan Veli kaldı
– Ne Sait Faik kaldı ne de Can Baba ne Oktay Rifat kaldı ne de Nazım Hikmet
ne…, ne de.
ne…. , ne de.
ne…
Bir sürü insanımızın aziz canı- tıpkı yoğun bakım ünitelerindeki osiloskopların ekranı üzerinde ipil ipil titreşen hayat eğrilerinin, bir anda, ha bire bipleyip duran muttasıl ve müstakim bir hatta tahavvülü gibi- ansızın sönüp, “baki kalan bu kubbenin altında” cılız cılız bipleyip duran birer “hoş” VLF sinyaline dönüştü. Gazaros E. Tomasyan, Takuhi Yaya, Alev Usta, Akabi Sultan, Toros Çorbacı, Partuh Dayday ile Lusi Yenge, M. Bedros ve ötekilerin hiçbiri artık bu âlemde yok. Marmara Denizi’ne nadide Scomber scombrius’un avdetini sağlayacak klonlama işlemini becermeye soyunan XXI. yüzyılın Mesih bozuntuları, buraya kadar adı sayılanların canını da klonlamayı becerebilecekler mi acaba?! Nah becerirler…
Onun için, siz siz olun, bari hiç olmazsa Digin Mari’yi iyi kollayın…
Yitip giden canlarınızın hatıraları gerçekten yaşatılmak isteniyorsa, sadece arkalarından acı ağıtlar yakıp kendileri için görkemli anıtlar dikmekle hiçbir iş bitmez. Kara bahtlı canlarınızın aziz hatıraları, sadece kara yaslara bürünmüş olan zihinlerinizde değil, kara yazılı kâğıtlar üzerinde de zapta geçtiği sürece, artlarında bıraktıklarının yâdında her daim asude ve huzur dolu bir barınak bulup nisyana uğramaktan kurtulabilirler. O zaman, yitip giden canlarınız geride bıraktıklarının yüreklerinde daha sürekli olarak yaşayabilirler. O zaman, fuzuli yere telef olan canlarınızın da sadece hatıraları değil, bizatihi kendileri de yaşayabilir veya artık yaşayamasalar bile ölümsüzleşebilirler. Zira, geride bıraktıklarının yüreklerinde ilelebet yaşamak, bir bakıma, zaten hiç ölmemek demektir…
Naçizane kanaatim odur ki, vaftizi hala gerçekleşmeyen yemek risalesine hakim olan nostaljik ana temadan çıkartılacak hisse ile alınacak esas mesajın anlam ve önemini de yukarıdaki bağlam çerçevesinde değerlendirip algılamak gerekmektedir. Yoksa meze tarifi filan aslında vız gelip tırıs gider. Ama, ah keşke bir olsaydı da, birkaç şişe İnhisar devirseydik…
Levon Enişte’ye arz-ı hürmetler eder oğullarına da mahsus selam ederim.
Baki selam.