Uzun bir süredir içinde yer aldığın karikatür dünyasında, çizgi ile ilişki biçimin üzerine konuşmak istiyorum, öncelikle. 1980 sonrasında basından kopuk yıllar geçirdin. Ama genelde, bir basın çizerinden çok, bir şair ya da ressam tavrıyla karikatüre yöneldiğini biliyorum. Türkiye ve dünya değişti/rildi. Bir çizgi adamı olarak kendini nasıl hissediyorsun? Kuşağından birçok çizgici çekildi, çizgiyi bırakanları düşündüğümde geriye çok az sayıda isim kalıyor. Ben bunun doğal olduğunu düşünüyorum. Basında olmadığı halde çizgiyle ilişkisini sürdüren çok az sayıda insan var. Sen sürdürüyorsun: Neden? Çizgi, çizmek senin için ne anlama geliyor?
Türkiye’de günlük basında 1978-82 yılları arasında yer aldım. 1982’de eczacılığı bitirmiştim ve iktisadi olarak mesleğimi yapmak zorundaydım. Öte yandan, 12 Eylül darbesinin yarattığı kabus ortamından karikatür de payına düşeni almıştı. O toz-duman arasında bir çok arkadaş gibi ben de karikatürden koptum. Basından uzak kaldım. Ama, karikatüre yüz çevirmedim. Basında görünmediğim dönemlerde de çizmekten geri durmamaya çalıştım. Karikatür beni hayata bağlayan bir ifade biçimiydi, belki de. Sorunuzun yanıtı sanırım karikatürde takındığım tavırla ilgili, daha çok. Karikatürü ciddiye aldığımı sanıyorum. Güncel konuları çizdiğimde bile gündelik bakış açısından uzak durmaya çalıştım.
Ama, buna rağmen basında yer almanın yaratıcılığa ivme kazandırdığı kesin. Dolayısıyla ben “talep”e ve talebin dinamizmine inanıyorum.
Neden sanat yaptığı sorulduğunda, birçok sanatçı genellikle kendisi için sanat yaptığını söyler. Sanatsal yaratım haz alınan bir süreçtir, kuşkusuz. Ama öte yandan da, sanat başkalarıyla paylaşılmak için yaratılır. Yaratım güdüsünde belirleyici olan da budur ve yaratımın sanat alıcısıyla buluşmasından alınan haz daha doyurucudur, diye düşünüyorum. Hem, sonunda sunulan hiçbir yaratım sanatçının tasarrufunda kalmaz ve kamunun malı olur. (Burada, teliften söz etmediğim anlaşılıyor, sanırım.) Dolayısıyla, öteki sanat dalları gibi karikatür de salt “ego” için yapılan bir şey değildir. Esas olarak, yaygın olarak “feedback” dediğimiz “eko” için çizilir karikatür. Benzetmek ne kadar doğru olur bilemiyorum ama, Narkissos’un yaşadığı paradoksta olduğu gibi, sanat “ego” değil, “eko” aşkıyla varolur, asıl.
1980 sonrası Türkiye’deki mizah ortamıyla, 1970 öncesini birçok açıdan ana çizgileriyle karşılaştırmanı isteyecegim.
Karikatürden söz edersek, 1960’lı yılların çizerlerini de içine katarak söylüyorum 1950 Kuşa-ğı’nın yarattığı karikatür dünyası, eksiklikleri yanında içerdiği çeşitlilik ve zenginlikle karikatürümüzün gelişim sürecindeki en güçlü damarı oluşturmuştur. Karikatürümüzün yüz akı olan farklı üsluptaki birçok önemli çizeri ortaya çıkarmıştır. Yazık ki, sözünü ettiğim bu çizerler evrensel ölçekte, çapta olmakla birlikte Türkiye dışında yeterince tanınamamışlardır. 1970’li yılların “acılı kuşağı” da 1950 Kuşağı’nın birikiminden beslenerek, bu oluşuma eklemlenebilmiş ve kalıta sahip çıkarak önemli yaratımlara imza atmıştır. Daha sonra, karikatürde umut verici isimler çıkmakla birlikte, bir kuşak dalgası yaşanmamıştır.. En büyük eksiklik dergisizlik olmuştur. Bizim kuşağın bir mizah dergisi olmamıştır. Bu çok acıdır. Ta Dolmuş ve Akbaba’dan bu yana karikatür ve mizahı ciddiye alan, popülist olmayan uzun soluklu bir dergi yaratılamamıştır. Birkaç olumlu girişim de tökezlemiş ya da boşa çıkmıştır.
Mizah edebiyatı, Aziz Nesin’lerden sonra duraksamış, popüler mizah dergilerinde parodi ve fıkra düzeyinde kalmıştır. Özel televizyon kanallarının çoğalmasıyla, mecra değiştirerek görsel basında güldürü programlarının, komedi dizilerinin metin ve senaryo yazımına hizmet etmiştir. Klasik öykü formatının dışındaki denemeleriyle mizah edebiyatına önemli katkılarda bulunan birkaç isim arasında Metin Üstündağ öne çıkıyor. Tiyatro ve edebiyatta kendine has mizahi tavrıyla Ferhan Şensoy geliyor aklıma.
Kabaca böyle özetleyebilirim.
Günümüzde basının karikatüre bakışı, onunla ilişkisi ve bu bağlamda “alıcı “nın karikatürle ilişkisi üzerine neler düşünüyorsun?
Karikatür, esas olarak köşe yazısı gibi dünyayı, insanlığı sorgulayan, yorumlayan bir gazetecilik uğraşı. İnsanları uyaran bir çizgi sanatı… 12 Eylül sonrası gelişmeler, bize, bu tür karikatürün basındaki önem ve etkinliğinin kırıldığını gösterdi. Karikatür önce, gazetenin ön sayfasından koyuldu. Sonra, logonun yanına küçük bir alana sıkıştırıldı. İç sayfalara çekildi. Ya da tamamen yoksandı. Kamu vicdanı işlevi gören karikatür birkaç gazete dışında ciddiye alınmıyor, artık. Ne değişti de böyle oldu? Kestiremiyorum! Okuyucunun (izleyicinin) talepleri mi farklılaştı? Eğlencelik, popülist tercihler mi ağırlık kazandı?. Bütün bunlar “alıcı”nın sığlığını mı işaret ediyor?. Yoksa, insani-toplumsal idealler, etik değerler kimseleri ırgalamıyor mu? Masumiyet yok mu edildi? Küresel kapitalizmin oluşturageldiği psikolojik zemin nasıl bir duyarsızlık-tepkisizlik hipnozu yarattı?. Aklıma böyle sorular üşüşüyor.
Bir süre Ermeni cemaatinin gazetesi olan Marmara’ da karikatür çizmiştin. Bu deneyiminden söz açar mısın?
Zaman zaman ara vermekle birlikte Marmara’da uzunca bir süre çizdim. 1980-81, 1988-1998 arası. 1982’den sonra basından uzak kalmıştım. Her gün düzenli çizmem söz konusu değildi, işim gereği. Günlük basında yer almak için özel bir çaba da göstermedim. Ama, çizmek “oksijen” gibi vazgeçilmez, yaşamsal bir gereksinimdi benim için. Ve çoğu kez karikatür hayattan daha gerçek gelmiştir bana…
Verimlerimi haftada bir olmak üzere Marmara’da değerlendirdim. Güncel sorunları dile getirmek yükümlülüğüm de olmadı. Bu deneyim benim için verimli ve yapıcı olmuştu. Hem süreklilik sağladı bana, hem disiplin kazandırdı. Çizgimin gelişimine katkıda bulundu. Sayıca sınırlı olsa da kimi dostların karikatürlerime ilişkin tepkilerini sıcağı sıcağına alabilme mutluluğunu yaşadım. Hangi karikatür heyecanlandırıyordu onları, öğrenebiliyordum.
Ermeni basın ve yayınında gözle görünür bir kıpırdanma var. Yayınevleri var, kimi eski Ermeni edebiyatçılarının yapıtlarını yeniden basıyorlar. Senin Karakutu albümünü yayımlayan Aras Yayınevi’nden bir çizgi bant kitabı bile çıktı. Ancak, bugün okul çağındaki Ermeni çocuklarının Ermeni sanatı, edebiyatı konusunda büyük bir yokluk yaşadıklarını biliyorum. Sen, sahaflardan da olsa toplayıp okuyorsun öteden beri. Çeviri yapabilecek düzeyde anadilini biliyorsun. Bu yokluğa ilişkin cemaat içinden biri olarak gözlemlerinden söz açar mısın?
Evet, bir kıpırdanma olduğu doğru. Aras Yayınevi olsun, Agos gazetesi olsun, çok cesur davrandılar. Bu işleri kotaranları yürekten kutlamak gerek. Aras, yayımladığı kitaplarla içine kapanmış ve izole Ermeni edebiyatı ve kültürünü Türkiye okuruna tanıtmak işine girişti. Ermenice bilmeyen ya da okuma zahmetine girişmeyen cemaat insanına sesini duyurabilmek için haftalık yayımlanan Agos, Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirmek ve Türk toplumuyla sağlıklı bir iletişim kurabilmek gibi bir görevi de yüklendi. Bütün bunlar olumlu gelişmeler. Türk toplumuyla bağ kurma ve kendini anlatma isteğinin bir dışavurumu … Bu, bir “azınlık psikoloji-si”nden sıyrılma, “kabuğunu kırma” ve “kendine güven duyma” belirtisi aynı zamanda. Ne var, öte yandan, koşulların da işaret ettiği bir “çıkış”ın geç kalınmış görünümü. Gelelim, Ermeni edebiyatı ve sanatının şimdiki haline. Durum pek “iç açıcı” değil. Tam anlamıyla “içler acısı”. Kaynak kuruyor. Ermeni edebiyat ve sanatı var olageldiği coğrafyada var olma mücadelesi ve-riyor, artık. Sözgelimi, Ermeni minyatür sanatının Türkiye’deki son ustası yok artık. Bugün yaşamakta olan edebiyatçılar orta yaşın üzerinde ve ardılları yetişmiyor. Kültürel miras geleceğe nasıl taşınacak? Ya da bizi nasıl bir gelecek bekliyor?. Benzer durum zor koşullarda ayakta duran ve dili canlı tutan Marmara ve Jamanak gibi köklü gazeteler için de geçerli. Gün geçtikçe tiraj da yitiren bu gazetelerin var olabilmeleri mucize. Marmara’nın haftada bir Türkçe ek vermesini bir hayli düşündürücü buluyorum.
Bütün bunlardan daha önemli ve can yakıcı olanı günlük hayatta anadilin konuşul(a)maması, okullarda öğretilen Ermenicenin yetersiz kalması. Kültür ve sanat, konuşma dili olmakta zorlanan ve yabancı dil uygulaması gören bir anadille nasıl boyatar? Ermeni toplumu, dili, edebiyatı, sanatı ve kültürüyle kendini var eden zeminde (coğrafyada) gizli bir diasporayı yaşı-yor dersem, yanılmış olmam, sanırım.
Son iki soru bağlamında çizgi dünyandan söz açar mısın?
Ben karikatürü “çizgiyle ifade edilen düşüncenin gülmesi” olarak tanımlıyorum. Çizgi’yi iletken bir tel, mizahi da elektrik akımı varsayarsak karikatür cereyan verilmiş çizgi’dir diyebiliriz. İnsanlar karikatürle buluştuğunda cereyana kapılsın, çarpılsınlar istiyorum. Ama, gülmeyi bütün renkleriyle gülünçten trajik-olana dek, geniş yelpazesi içerisinde düşünüyorum. Yalınkat değil derinliği olan, düşünsel yanı kadar, insani sıcaklık da taşıyan incelikli bir karikatürden yanayım. Çizgide estetik işçiliği ve görsel tadı önemsiyorum. Etnik kimliğimin çizerliğime doğrudan ve belirleyici bir etkisi olmadığını düşünüyorum. Ermeni toplumunda etnik bir karikatür geleneği yok çünkü. Çizgi gibi evrensel bir dili kullanıyorum, ayrıca. Ama, azınlık olmanın dayanılmaz ağırlığı, çizgilerimin titreşimine sinmiş olabilir, belki.
1980 sonrası Türkiye’de mizah kültürü konusunda çok ciddi adımlar atıldı, atılıyor da. Sen karikatür üzerine düşünen ve eleştirel metinler de yazan bir çizersin. 1980 öncesi ve sonrasını bu çerçevede karşılaştırıp sonuçlan konusunda düşüncelerini söyler misin?
Kemal Sunal’lı sıradan komedi filmleri halen, defalarca ve usanmadan izlenebiliyorsa insanlara nerede gülmesi gerektiğini dikte eden, o ahmak Amerikan komedi dizileri ve birebir kopyaları reyting alabiliyorsa yetmiş milyonluk bir ülkede bir derginin, bir mizah kitabının tirajı bin-ikibin düzeyinin üstüne çıkamıyorsa hangi mizah kültüründen söz edeceğiz? 1980 öncesinin kalitesine, zenginlik ve çeşitliliğine pek sık rastlayamıyoruz, artık. Toplumca yerimizde sayıyoruz, yozlaşıyor, sığlaşıyoruz. Mizahta çıtayı bir türlü yükseltemiyoruz. Ama, öte yandan, mizah kültürüne ilişkin araştırma, inceleme ve yayın cephesinde göz kamaştıncı bir yükseliş söz konusu. Karikatürde ve mizahın öteki alanlarında, tarihsel gelişimden, kuramsal / yapısal çözümlernelere dek, geçmişe ve günümüze ilişkin, telif ve çeviri olmak üzere ciddi ve kapsamlı makaleler, kitaplar yayımlandı. Bu uyanış ve toparlanmanın, bir avuç insanın kişisel özveri ve çabalarının yüzü suyu hürmetine gerçekleştiğini biliyorum. Özellikle, sizin hayranlık uyandıran yoğun çabalarınız söz konusu. Sözgelimi, siz kotarmasaydınız, şu şu araştırma ve yayın ortaya çıkmayacaktı. Bu tip, alana özgü çalışmalarda “kişi”lerin vazgeçilmezliğinin önemini belirtmekle birlikte, aslolanın süreklilik ve gelenek yaratabilmek olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de pek rastlanmayan… Umarım, karşılığını bulur. Hatta, bir mizah kültürü müzesi. Neden olmasın?