‘Ailemi, anılarımı hatırlarken mutlaka bir yemek kokusu, soğan kokusu, bir masa düzeni gözümün önüne geliyor’
Saro nenem, Heredan’daki evlerinde tarhana hazırlayıp dama kuruması için serdikten sonra, aynı gün bahçeden topladığı sebzelerden turşu kurduğu o yıl, hem damdaki tarhana, hem de kilerdeki turşu kurtlanıp, ardından da o kara haber köye ulaşmış:
‘Ermeniler köylerini boşaltıp Kafle’ye çıkacak!’
İşte o yıl köyü boşaltıp ‘Kafle’ yollarında birbirlerini kaybettikten sonra ölen oğullarının ardından kızı Mirye ile oğlu Sarkis’i yıllar sonra bulduğunda, İncil’e el bastırıp, öğüdünü tutacağına dair yeminini alarak, babama iki şey tembih etmiş: ‘Oğlım, sen sen olasan, Heredan’a bi daha ayağ basmiyasan! Getsen diyerler ki gelmiş toprağhlarına sehab çığhacağ, seni öldırırler! Bi de bızım evımıze tarğhana yapmağ, turşi kurmağ oğırsızlığ getıri, bılesiz! Evde turşidır, tarğhanadır yapmiyasız!'”
Sofranız şen olsun
Ninesi Saro’nun bu sözlerini Tespih Taneleri adlı romanında anlatıyor Diyarbakırlı yazar Mıgırdiç Margosyan. 1915, Saro neneye tarhana ve turşuyu hatırlatıyor. Tarhana ve turşu da 1915’i…
Bu yüzden, Takuhi Tovmasyon’ın kitabını okuduğumda aklıma ilk gelen, Saro nenenin sözleri oldu. Tovmasyan’ın da anıları yemeklere, yemekleri anılara karışmış çünkü. Ayırmak mümkün değil. “Böyle çalışıyor kafam” diyor; “babaannemi düşünürken kahve, babamı düşünürken bir patates salatası… Lakerda doğrayan bir dayı, midye, balık taşıyan bir amca… Saçları dökülmesin diye başlarını tülbentle bağlamış yemek hazırlayan kadınlar… Ailemi, anılarımı hatırlarken mutlaka bir yemek kokusu, bir soğan kokusu, bir masa düzeni gözümün önüne geliyor. Anılarımı lezzetlerden, kokulardan, yediğim yemeklerden hiç ayırt edemiyorum.”
Yazdığı yemek kitabı “Sofranız Şen Olsun”, sadece bir yemek kitabı değil. Ailenin yüzyıllık serüveni, tarihi; ailenin tarihi ile birlikte, Türkiye’nin tarihinden kesitler var kitapta. Çorlu var, İstanbul var. Soğan ve balık kokan Yedikule sokakları, birlikte yaşama şansına sahip, komşusunun dilini anadili gibi konuşan Rumlar ve Ermeniler var…
Topik var; midye tava, mercimekli sarma, havidz, petaluda, cizleme, kocagörmez, anuşabur, uskumru dolması var…
Yemekleri de, hatıraları da sohbet eder gibi anlatıyor Tovmasyan; çünkü onlar, sofraya doymak için değil muhabbet için oturuyorlar: “Çok güzel bir aileye sahiptim. Küçücük insanların kurduğu ne büyük evlerdi onlar. Metrekare olarak değil ama içerik olarak, anlam olarak, sevgi olarak gerçekten çok büyük bir mirasın üstüne gelmişim. Bu mirası doğru şekilde kullanmanın sorumluluğu da var üstümüzde. Ben Sofranız Şen Olsun adlı kitabı yazarak, yayınlayarak sanki bu görevimi yerine getirmişim gibi hissediyorum.”
Aileniz ve yemekler arasında nasıl bir ilişki var?
Hayatım Yedikule İmrahor Caddesi, Gençağa sokağı 18 numara’da, 1952’de başlıyor; babaannem, yayam, adımın sahibi Takuhi Tovmasyan’ın tahta bina, üç katlı evinde…
Doğduğumda yayam 75 yaşındaydı. 80 yaşında da kaybettim. Onu düşündüğümde aklıma, torunlarını odasında toplayıp kahve pişirdiği görüntüsü geliyor. Takuhi yayamın o yaşında tek yapabildiği kahveydi. Aklıma geldiğinde sıcak bir kahve kokusu geliyor burnuma. Bana soruyorlar; “kitaptaki üslubu nasıl yakaladınız” diye. Ben bir şey arayıp da bulmuş, yakalamış değilim. Ben buyum. Anılarım bu. Yemek konuşurken akrabalarım, anılarım; anılarımı konuşurken, bir yemek tarifi aklıma geliyor. Onun için türünün tek örneği bir yemek kitabı çıktı ortaya. Bizim soframızı tatlandıran, insanların birbirine karşı sevgisi ve anılarını paylaşmasıydı. Gerçekten de biz muhabbet için masaya otururduk, karın doyurmak yeri değildi masa.
Siz hangi Ermeni yemeğini seviyorsunuz?
Ermeni yemeği diye bir şey kabul etmiyorum. Türk yemeği, Rum yemeği ayrımı yapamıyorum. Bildiğim tüm tatları seviyorum. Yine de en çok denizden çıkanları seviyorum diyebilirim.
Can helvası ve Mardik amca
Kitapta çok güzel hikayeler olduğu gibi acı hikayeler de var… belki tüm Ermeni ailelerinden olduğu gibi…
Anılarımda ayrım yapmadım. Bana yaz dediler, ben de yazmaya başladım. Aklımda harmanlaşmış bir şekilde döküldü anılar, yemekler, öyle kayda geçti. Bunların içinde beni, ailemi üzenler de var. Ama bundan 10 sene önceki acı yükümü taşımıyorum artık. Paylaşılınca insanın acısı da hafifliyor.
Acıları çok zor yazdım, defalarca kalktım, defalarca yarım bıraktım, defalarca ağladım. İnsanın acı tatlı anılarına sahip çıkması gerekiyor. Babamın terbiyesiydi bu. Her ailede böyle konuşan babalar, anneler ya da büyük anneler yok. Gençlerin tarihi, babalarının doğumlarıyla başlıyor. Oysa ki tarih, kökler, gidebildiğimiz kadar geriye gittiğimizde bir şeyler öğretiyor bize. 23 yaşındaydım babamı kaybettiğimde. Babam çok anlatan biriydi. O öldükten sonra biz fark ettik ki unutuyoruz, ‘onun babasının adı neydi, şu nereliydi’ hiçbirinin cevabını bulamıyoruz. Hemen bildiklerimizi yazalım yoksa unutacağız dedik. Annemin hafızası o zaman iyiydi, onun toparlamasıyla 150 sene geriye kadar bilgileri toparladık. Yurtdışından gelen yaşlı akrabalarımızla bilgilerimizi geliştirdik. Neler olmuş, neler yaşanmış… Bir kültür geliştirdik böyle içimizde. Anılarımıza, köklerimize bağlılık adına… Çünkü tarih kitabımız yok. Öğretilen tarih, başkalarının öğretmek istediği tarih. En azından bizim ailemizin tarihini çıkardık.
Acı yükü diye tarif ettiğiniz nedir? İrmik helvası, can helvası ile bütünleşen…
Her ölmüşümüzün arkasından irmik helvası kavururuz. Kimisi un helvası kavurur ya da can için lokma dökülür… Köküne baktığınızda un, yağ ve şekerden ibarettir.
İrmiğin belli bir süre, sabırsızlık göstermeden telaşsız, kısık ateşte kavrulması gerekir. Bu esnada hep yalnız olmak isterim. Bütün ölmüşlerimi anarım karıştırırken. Öğretmenler gününde, ölmüş öğretmenlerimin canına kavururum; anneler gününde anneannemlerin, babaannemlerin, annem kadar çok sevdiğim insanların canı için irmik helvası kavururum. Anmak istediğim kişiler için özel günlerde yaptığım bir ritüel, bir dua şekli bu.
Bir de büyük amcamı mutlaka anarım. Mardik amcam, Tovmasyan ailesinin vicdan sızısıdır. Adımın sahibi Takuhi yayamın hayatı boyunca çok dert ettiği acılar karmaşası bir olay. Ğazaroz Tovmasyan dedem, Yedikule’de Kale kapısında bir kır gazinosu sahibi. Çocukları Mardik, Garbis ve Ağavni. Karısı Sofik, genç yaşta ölüyor. Ğazaros dedem dul kalıyor. Evlenmek istiyor ama hangi kızı istese üç çocuklu diye kimse yaklaşmıyor. Köyümüz Çorlu’da, Ğazaros dedem de Çorlulu. Orada kız arıyorlar. Çorlulu Sarmısaklıyan ailesinin kızı 28 yaşındaki Takuhi, kabul ediyor. Ama aracılar ufak bir iskonto yapıyorlar, çocukların sayısını 2 diyorlar. Gelin olduğu gün görüyor evde üç tane çocuk var. Çorlulular Sarmısaklı cinsi derdi, yayamın Sarmısaklı inadı tutuyor. “Bana 2 dediniz bu ikisine gözüm gibi bakarım, üç deseydiniz de bakardım, yok demezdim. Ama beni aldattınız bunu kabul etmem” diyor ve Mardik amcam büyük babası ve büyük annesiyle 7 yaşında Çorlu’ya gidiyor. Bu anlattığım olaylar 1909’da yaşanıyor. Çok kısa bir süre sonra yayam 2 kez anne oluyor. Dediği gibi tüm çocuklara mükemmel bir annelik yapıyor, üvey Garbis amcamla Ağavni halamın üvey olduklarını çok sonra öğrendik, babam da bize hiç hissettirmezdi. Seneler geçiyor. Araya 1915’in zor günleri geliyor. Küçük Mardik de büyük dedesiyle büyük annesiyle birlikte o zor yolculuğa çıkıyor. Der Zor, Şam, Halep’e kadar… Takuhi yayamın yüreğinde müthiş bir ateş yanıyor. Düşünün, bir evde bir karı kocasınız, kocanızın çocuklarından bir tanesini istemediniz. Onun ve bir sürü daha insanın ölüm haberini alıyorsunuz ve siz İstanbul’da yaşıyorsunuz. Seneler geçiyor, haber aranıyor. Hep bir ümit var gelecek diye. Yedikule’den Samatya Sulu Manastırı’na, Surp Kevork Kilisesi’ne Der Zor’dan tehcir kalıntıları, kılıç artıkları derlerdi onlar geliyor. Bir grup insan geldi diye her haber geldiğinde Takuhi yayam büyük hevesle 5-6 yaşlarındaki babamı elinden tutar, yürüyerek kiliseye gider, o perişanların, o dünya başına yıkılmışların arasında Mardik amcamı ararmış. Yayam, 1957’de sarkom hastalığından öldü. 8 ay yattı. Kemikleri kırılıyor, bir çuval kemiğe dönüyor vücudu. Aklı yerinde, ağrılarını hissediyor. Annem her tuttuğumda elime kırık kemikler gelirdi diye anlatırdı. Babam bana şöyle demişti: “sarkomdan çektiği acı, vicdanından çektiği acının yanından geçemez!..”
Babam da Bulgaristan, Yunanistan, Fransa ve Ermenistan’da Çorluluların izini arar, mektup yazar, hikayesini anlatır ve “Mardik’i gören bilen var mı” diye sorardı. Senelerce yurtdışından akraba aradı. Babam da yitirmedi o umudu bir türlü. Çaresizdik artık. Ben Mardik amcamın öldüğünü kabul ettim, geçen zaman da bana böyle bir teselli verdi. Sağ kalmışsa bile ömrü vefat etmemiştir. Bu yüzden her kavurduğum irmik helvasında en sonunda Mardik amcamın da canına değsin diye çeviririm. Bu acıların yüküyle yaşamak çok zor. Sizler de tanık oldunuz acı tarihimize… Bitmiyor hâlâ. Acılar tekrarlanıyor.
Umudum var
Takuhi Tovmasyan, herkesin canına kavuruyor da irmiği, Hrant Dink’in adını ağzına alamıyor. Kabullenemiyor bir türlü. “Nasıl Takuhi yayam Mardik amcamın ölmüş olabileceğini hiçbir zaman kabul etmeyip yüreğinde o acıyla öldü gittiyse; babam bütün akrabalarından, Çorlululardan Mardik’in izini sorduysa, ben de Hrant’ın acısını, kaybını, ölmüş olduğunu kabul edemiyorum gözümüzün önünde olduğu halde. Onun uğruna öldüğü nedenler ortadan kalkmadıkça, ben irmik helvası onun için kavuramayacağım” diyor. Çok karamsar olduğunu, kendini teselli edemediğini söylüyor ama “Çok dertliyim, çok yüklüyüm” derken “ama umutsuz da değilim, umutlu olmam için de nedenler var” diye ekliyor.
“Nedir size umut veren” diye sormamak mümkün değil. Cevaplıyor: “Gençlerdir. Bugün karşımda sizin oturmanız benim için çok büyük bir sevinç kaynağı. Sizin ürettiklerinizi okuyanların varlığını düşünmek, yaşama sevinci veriyor bana. Durup durup birileri çıkıp umutlu olmama neden olan bir şeyler yapıyorlar. Akşamdan keyfimi kaçıracak olaylar olduğunda, bunlar ertesi sabah keyifli uyanmamı sağlıyor…”