Uykusuzlar

Uykusuzlar
K24
Çiler İlhan
01.02.2024

“Berken Döner’in, ‘bireylerin hatıraları üzerinden şekillenen anlatılar’dan oluşan Öyle Bir İstanbul-Semtler, Hayatlar, Hatıralar kitabı dumanı üstünde, raflarda. İstanbul’u semtler ve hatıralar üzerinden okumak, geçmişi anlamlandırmaya çalışırken bugüne kafa yormak üzere Büyükada’dan Kumkapı’ya, iskele sancak…”

 

“Çekimlere yetişmek için Kadıköy İskelesi’nden kalkan ilk vapura atlardım. Tek tük insan olurdu. Cigarasını yakmaya çalışan iskele görevlisi, tezgâhtar kızlar, hamallar, fabrika işçileri, kaptanlar… Bir de artistler! Öğrenciler bir sonraki vapurun yolcusuydular. Şafak vaktinin İstanbul’u, emekçilerindi. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar uykusuzu bir arada göremezsiniz.” (s. 135)

 

Klişe metropol tanımlarına nasıl da çalım atmış bir zamanların “fotoroman kralı” Halûk Durak… Ben onu televizyondaki jilet reklamlarından hatırlıyorum. Meğer Derby tıraş bıçağı reklamından çok daha fazlasıymış, Elazığlı bir ailenin oğlu olarak doğup 1966’da mimarlık okumak üzere İstanbul’a gelen, bir kahvede yönetmen Alev Akakar tarafından “keşfedilip” sayısız fotoromanda, filmde oynayan bu oyuncu… Berken Döner’in kitabından sadece o değil, kimler kimler fırlamıyor! Yine Halûk Durak’ın hatıralarından:

 

“Yaşar Kemal bütün ekibin başıydı, masalara tatlı tatlı sataşırdı. Rakı içilirdi. O gürültü patırtının içinde, Safa Önal da senaryo yazardı! Papirüs’ten çıkar, Taksim Sanat’a giderdik. Papirüs, Çiçek Bar’ın öncüsüydü. (…) Bir gün Tarık Akan, yakın dostu Çiçek Arif’e, “Yahu biz senin yazıhanene gelip içki içiyoruz. Sen iyisi mi burayı bara çevir (…) demiş. Arif’in de aklına yatmış ki orayı bar yapmış.” (s. 139-140)

 

Ki aynı Tarık Akan, bir başkasının, atalarının kökeni Selanik’e dayansa da doğma büyüme İstanbullu, Bulgar cemaatinin önde gelenlerinden Elena Kovaçi Uygan’ın hatıralarından Florya Güneş Plajı’ndaki kabin görevlisi olarak çıkacaktır. Sonra; Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun ilk baleti Garbis Baltaoğlu; Arif Murat Çolak’ın hatıralarından (komünist) Kemal’in Kahvesi “Odunluk”un müdavimleri kılığında Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Yavuz Özkan, Konur Ertop ve Deniz Gezmiş; Miltiyadı Gazinosu’ndan “sesi İncirli’ye kadar duyulan” Münir Nurettin; Madam Katia ve butiğinin müşterileri Belgin Doruk, Türkan Şoray, Sezen Aksu; Markırit Oruncakcıel’in hatıralarından mahallenin “üç güzellerinin” en güzeli Hülya Koçyiğit; “Gaskonyalı Toma”nın meyhanesinin müdavimlerinden, İstanbul’un ansiklopedisini (G harfine kadar olsa da) yazmış Reşad Ekrem Koçu!

 

Sayfaların ilerledikçe matruşka bebekleri gibi açıldığı kitabın yazarı Berken Döner, 1990 Adana doğumlu. Kocaeli Üniversitesi’nde “İletişim Bilimleri” alanında doktora yapmış. Çalışma alanları gündelik hayat, kent sosyolojisi ve azınlıklar olan Döner’in Gazete Duvar’da yayınlanmış makalelerinden derlenmiş kitaptaki portrelerin hepsi, yazarın önsözüne göre “son beş yılın karşılaşmalarının ürünü” ve “tek ortak noktaları, kişisel hikâyelerinde İstanbul’un olması”.

 

Öyle Bir İstanbul’da, sakinlerinin anılarının yanı sıra başlı başlına birer karakter olarak Büyükada, Kadıköy, Gedikpaşa, Kumkapı, Samatya, Yenikapı, Bakırköy, Beyoğlu, Harbiye, Kuzguncuk, Kanlıca semtleri var. Son bölümü, Diyarbakır’dan İstanbul’a uzanan Evlerinin Önü Gül Ağacı’nı ise yazarın “Silva (Figen) Gülsatar’ın hikâyesini kendinden çıkabilmek için” dinlemesine borçluyuz. Zaten belki de bunun için yazarız; kendimizden çıkabilmek için.

 

Berken Döner sokaklardan kıymetli öyküler bulup çıkarmış, insanları can kulağıyla dinlemiş, en az o kadar büyük bir maharetle de yazmış. Böylesine şiirsel bir semt kitabı okumak biz okurlara çok sık nasip olmayabilir:

 

“Kirkor Hüneryan’ın, namı diğer Kirkor Reis’in bütün hayatı denizlerde geçmiş. Şimdilerde yaşlandığını, ‘bu işler’i bıraktığını söylese de gençliğini anlatırken yetmiş iki yaşındaki yorgun omuzlarını geriye atıp öyle bir ‘Benim sülalem balıkçı yahu!’ diyor ki sanırsınız bir yıldız, şafağı sıyırıp geçiyor.” (s. 59)

 

Yıldızlar şafakları sıyırıp geçiyor, yıldızlar şafakları delip geçiyor, özellikle de kentlerde, çünkü kent “dillerin, kimliklerin ve kültürlerin karşılaşma alanıdır”. Hele başkahraman İstanbul olunca konu ister istemez Osmanlı ve Türkiye tarihinin özeti gibidir; aile birimleri, eğitim kurumları, askerlik hizmeti, sağlık sistemi gibi araçlar vasıtasıyla iktidarın otoritesini pekiştirdiği ana damarlardır kentler… “İktidarın nüfus projelerinin ve sonuçlarının sosyal bilimsel açıdan değerlendirilmesi” olarak nitelendirdiği nüfus sosyolojisi alanında değerli çalışmaları bulunan sosyolog, demograf Profesör Ferhunde Özbay, Dünden Bugüne Aile, Kent ve Nüfus isimli kitabında şöyle der:

 

“Dünyanın pek çok yerinde bireylerin ulus-devlet üyeliğine kabulü ya da reddi açıkça etnik ve ırksal kökenle ilgili. Zorunlu yer değiştirmeler, savaş ve asimilasyonla ulaşılmaya çalışılan etnik temizlik, ulus-devletin çok iyi bilinen yöntemlerinden. Osmanlı ve Cumhuriyet hükümetlerinin nüfus bilgisi üzerinden yürüttükleri Türkleştirme siyaseti, ‘demografi mühendisliği’ adı altında eleştirilmektedir.” (s. 288-89)

 

“Demografi mühendisliğinin” en önemli yerleşkelerinden biri olagelir İstanbul, yıllarca… Akademisyen, yazar Profesör Ayhan Aktar ise Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları isimli kitabında şu tespiti yapar:

 

“Şehrin etnik ve dinî yapısındaki Osmanlı döneminden kalma çeşitlilik ve Cumhuriyet yönetiminin ilk yıllarından itibaren ülkenin diğer yörelerinde bulunan gayrimüslim azınlıkların İstanbul’a göç etmeye zorlanması kenti azınlık karşıtı politikalar açısından hassas bir noktaya taşımıştır. Varlık Vergisi uygulamasında İstanbul’a gösterilen özel ilginin nedeni, şehrin ekonomik olduğu kadar, aynı zamanda sosyal, kültürel ve demografik özellikleridir.” (s. 141)

 

İstanbul yüzyıllar boyunca göç alarak büyümüş bir göçmen kenti… Yine Özbay’dan alıntılayacak olursak, kent, tarihinde iki kez nüfusunu göç vererek azaltmışilki 1453’te yerli ahalinin çoğunun şehri terk etmesiyle, ikincisi 1923’te Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında. Hafızamızı yoklayalım; Mübadele, İskân Kanunu, 1934 Trakya “olayları”, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve akabinde İstanbullu Rum ve Ermenilerin Türkiye’yi terk etmesi, 1964 Rum sürgünü… Uzun, keder dolu bir liste. Özbay, Dünden Bugüne Aile, Kent ve Nüfus kitabında İstanbul’a dair şunları söyler:

 

“1950’de İstanbul dışında doğan her dört kişiden biri yurtdışında, özellikle Balkanlar’da doğmuştu. 1985’e geldiğimizde Balkan göçmenlerinin nesli hemen hemen hemen tükenmektedir. Artık İstanbul’da yaşayanların çoğunluğu Anadoluludur.” (s. 137-38)

 

Ki bu Anadoluluların arasında Anadolu Ermenileri de vardır. Bunlardan biri, Berken Döner’in kahramanlarından, ‘50’li yıllarda Malatya’dan Laleli’ye taşınıp annesinin enginarı ilk defa bu semtte bir Rum komşusundan öğrendiği, sonradan yerleştikleri Kuzguncuk’ta ise ilk defa Yahudi komşular edinecekleri Markırit Oruncaklıel’in ailesidir:

 

“O zamana kadar Yahudi kimdir, nedir, bilmiyorduk. Anadolulu bir Ermeni aile olarak hayatımızı devam ettiriyorduk. Kuzguncuk bizim için bir dönüm noktasıydı. Ev yapılırken, annem de babam da inşaatın başında durdu. Her gün yeni bir Yahudi komşuyla tanışırlardı.” (s. 168)

 

“Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Süryanilerin bir arada yaşadığı” Gedikpaşa’da ve diğer pek çok semtte birkaç hayat iç içe yaşanır, birkaç dil birden konuşulurmuş eskiden; 1915 kıyımını görmüş annesi ve babasının “Mutki’de giderek kötüleşen şartlara, artan baskılara dayanamayıp” köyü terk etmeye karar verdiği Bedros Damar’ın evindeki gibi. Aile arkalarında 1965’te Bitlis’i, 1971’de tam huzur bulduklarını düşünürken ölüm tehditleri alıp birer birer dünyanın dört bir yanına dağılan Süryanilerden sonra sıra onlara gelince Midyat’ı bırakıp İstanbul’a, Kumkapı’ya ve sonrasında Samatya’ya taşınmış. Gümüş ustası Bedros’un evinde “Ermeniceden çok Kürtçe konuşulur”muş. “İki kuşak önce Ermenice, bir kuşak önce Kürtçe, İstanbul’a yerleştikten sonra da Türkçe. Akrabalar bir araya geldiğinde, evin içinde üç dil de kullanılır.” (s. 71) Böyle diyor Berken Döner.

 

Bedros Damar ve Berken Döner

Pek çok ailenin mecbur bırakılıp sınırlar içinde, dışında türlü yönlere göçüp durduğu Türkiye’de hükümetlerin göç politikası açıktır; yine Ferhunde Özbay’ın kitabından alıntılayacak olursak:

 

“Balkanlar’dan ‘Türk soyundan gelen Müslüman’ göçünü teşvik etmek; Müslüman olmayanları, Hıristiyan Türkler de dahil olmak üzere, bütünüyle dışlamak; Sünni ve Hanefi Müslüman Rumeli muhacirlerini tercih ederken, Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’dan gelen Türk ve/veya Müslümanları ‘vatandaş’ olarak benimsememek. Bu göç politikası, hem II. Abdülhamid’in İslamcı hem de Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Türk kimliğinin oluşturulmasında önemli bir rol oynamıştır. Zira Türk ve Müslüman kimliklerinin yanında her ikisinin de, Avrupa’ya karşı kendi kültürü ile güçlü bir toplum olma özlemi vardır. Dolayısıyla ‘asrilik’ ya da “kentli olma” üçüncü ve açık olmayan bir etnik özellikmiş gibi ele alınmıştır. (s. 218-19)

 

Bu özellik ister istemez ayrıcalıklı bir kimlik tanımı doğurur. Özbay yeni cumhuriyetin (makbul) vatandaşını tanımlarken der ki; “Vatandaş’ büyük ölçüde aksansız Türkçe konuşan, Sünni Müslüman, kentli orta sınıfları kapsar. Bu tanım, yalnız, dili ve dini ayrı olanları değil, kent aksanı ile Türkçe konuşamayan köylüleri de dışlar ve iç göç çalışmaları açısından önemli bir başlangıç noktasını oluşturur.” (s. 247) Yeşilçam’ın sayısız ürününde, “köyden şehre inenlerin” karikatürize edilmiş haliyle bolca karşılaşırız ilerleyen yıllarda…

 

Berken Döner ve Haluk Durak

Kırışmayan, ütüye ihtiyaç duymayan, dolayısıyla ütüyle vakit harcamak zorunda kalmayacağımız kumaşlar giyebildiğimiz, şapka ya da kravat takmadan (Pera’da ya da Pera’dan ne kaldıysa) pek çok mekâna girip çıkabildiğimiz, dijital devrim sayesinde bir yandan bilgiye ulaşımın kolaylaşıp dünyanın genişlediği, diğer yandan iflasını ilan etmiş neo-liberalizm eksik olmasın, varsıllıkla yoksulluk arasındaki uçurumun giderek derinleştiği bir çağdan geriye bakarak ahkâm kesmek kolay, nostalji romantizmi yapmak lüzumsuz. Sanatta, işte, günlük hayatta ataerkil dilden kurtulup yeni, daha eşitlikçi bir dil üretmeye çalıştığımız bu dönemde cinsiyet ayrımcılığı gibi sınıf kavramı da pratikte halen büyük ölçüde karşılığını bulsa bile en azından artık fikir olarak “demode”. Alfabesini oluşturmaya çalıştığımız bu yeni dilde anlattığımız öykülere, yazdığımız tarihe birtakım (acı) gerçekleri katmamızın zamanı ise geldi de geçiyor, en azından bunu biliyoruz, çünkü mesela Berken Döner’in kitabındaki Garbis Baltaoğlu’nun yaşamöyküsünün benzeri ve niceleri, muhakkak ki olmuştur:

 

“Garbis Bey’in babası Tavit Bey, 1915’in yetimlerinden biridir. Malatyalı Tavit’in bütün ailesi tehcir yolunda kaybolur. Tavit o sıralar kundakta bebektir ve onu komşuları saklar. Malatya’nın köklü Kürt ailelerinden biri olan komşuları, Tavit’i, oğullarından ayırmadan büyütür. Öyle ki, Tavit askere gitmeden önce gerçek kimliğini öğrenir. O güne kadar Kürtçe konuşan, Kürt gibi yaşayan genç, gerçekler karşısında ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemez. Dört sene boyunca askerlik yapar, (…) Geri döndüğünde ‘ailesinden’ kimseyi bulamaz. İkinci kez ailesini kaybeder. Çaresiz ve beş parasız bir halde İstanbul’a gelir. Burada iş hayatına atılır. Rum pastacılardan pastacılığı öğrenir.” (s. 159)

 

Garbis Baltaoğlu

Bu yazıyı toparlarken Yenal Bilgici’nin Gazete Duvar’daki (17 Aralık 2023 tarihli) yazısına denk geldim. Sosyal medyadaki temizlik fenomenlerinden bahsediyordu. Her şeyin pirüpak olması fikrinin kontrol etme, hayata düzen getirme, herkesi hizaya sokma düşüncesiyle iç içe olduğunu, özünde tekinsiz, “saklı bir tohum” barındırdığını, bunun “yönetim biçimi olarak otoriteryanizmin, hatta faşizmin gündelik iktidarını besleyen ve onu her gün mümkün kılan fikir” olduğunu söylüyordu. Bilgici bir küçük parantez açıp Beyoğlu’ndan bir örnek veriyordu:

 

“(…) İstanbul tarihin hiçbir döneminde düz bir çizgi üzerinde ilerleyen bir şehir olmamıştır. Bu yüzden gelecekte bir gün Beyoğlu, bütün kozmopolitizmiyle, dağınıklığıyla, kiriyle pasıyla ve bunlardan beslenen o yaşam enerjisiyle geri dönecektir.”

 

Parklara, meydanlara temiz temiz beton dökmenin şehircilik addedildiği zamanın ruhunda kaybolmamak için sözel ve yazılı kayıt tutmak dahil, kenti dikkatlice dinlemeye devam etmeli. Mesleği “kabadayılık” olan Talaslı Serkis “Beyoğlu’nun yeraltı haritasını, eski bir selamı karşılar gibi” açarken kafamızı uzatıp bilmediğimiz evrenlere dalıvermeli.

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.