“Romandaki öbür erkek karakterler ve onların Rock’la benzeştikleri kimi noktalar göz önüne alındığında, romanın bizi Rock’ı ve Saroyan’ı içeren, ama onları aşan birtakım erkeklik durumlarıyla karşı karşıya getirdiği görülüyor.”
Aziz Gökdemir, Rock Wagram’a[1] yazdığı sunuşta, ünlü olduktan sonra Rock Wagram adını alacak olan Arak Vağramyan ile William Saroyan’ın hayat hikâyeleri arasında benzerlikleri sıraladıktan sonra şu sonuca varıyor.
Rock Wagram daha başka birçok şeydir ama bunları gölgede bırakmayı göze alacak ölçüde hesap gören, hesap soran bir otobiyografidir. (s. 14)
Gökdemir’in çok haklı olarak vurguladığı üzere, Saroyan’ın hayat hikâyesini, özellikle Carol Grace’le evliliklerini (iki kez evlenmiş; 1943-1949 ve 1951-1952 arasında toplam sekiz yıl evli kalmışlar) bilenlere Rock Wagram birçok açıdan tanıdık gelecektir. Daha ilginci, Dünyanın Bir Öğle Sonrasında’yı[2] okuyanlara da benzer biçimde tanıdık gelecektir. On üç yıl arayla (1951 ve 1964) yazdığı iki romanda da Saroyan’ın hayat hikâyesinin, özellikle Carol Grace’le evliliğinin izdüşümleri var.[3] İlkinde hikâye başından itibaren anlatılırken, ikincisinde belirli bir kesit, pek az miktarda geri dönüşlerle anlatılır. Nedir peki bu hikâye? En özet haliyle şöyle bir şey: Ünlü bir adamın genç, hayli genç bir kadınla yürümemiş evliliği; öncesiyle ve sonrasıyla.
Gökdemir’in ifadesiyle, “hesap gören, hesap soran” bir metin olduğuna kuşku yok; hatta el yükseltilebilir, pekâlâ bir savunma metni ya da bir af talebi, yahut bir suçlama olduğu da söylenebilir. (Rock Wagram’ın 1951’de yayımlandığını, Saroyan’la Grace’in aynı yıl yeniden evlendiklerini düşününce bu romanın yazara bir af sağladığı sonucuna bile varılabilir!) Bunlar işin “dedikodusu”. Gökdemir’in “daha başka birçok şey” derken işaret ettikleri daha önemli. Bir edebiyat metniyle karşı karşıyayız. Gelgelelim, meselenin ortaya nasıl konduğu da elbette edebiyata dahil. Kurmacayla gerçek hayat arasındaki bağı, bağlantıyı görmezden gelmek her zaman çok doğru olmaz. Bu yüzden Gökdemir’in altını çizdiği şu hususu akılda tutmakta yarar var. “Bu izdivacın tahmin edilebilir seyri, kitapta yine tahmin edebileceğimiz kişinin perspektifinden anlatılıyor.” Hatta bu “tahmin edebileceğimiz kişi” yargı da dağıtıyor ve bunu yaparken keseri çokça kendine yonttuğu, kendisini mağdur olarak konumladığı da açık. (Dünyanın Bir Öğle Sonrasında’ya hâkim ton daha farklıdır; bu romandaki kadın, Rosey daha müşfiktir; Rock’ın karısı Ann’inkilere benzer maddi beklentileri olsa da, –hatta Rosey para dışında, eski kocasından kendisini oyunculuk konusunda eğitmesini de ister– eski eşi Yep’e karşı yoğun duyguları sürmektedir. Bu duyguların karşılıklı olduğu da sezilir; özetle, bu romandaki boşanmış eşlerin arası Rock Wagram’dakine göre daha ılıktır; adam da daha aklı selim gibidir, daha olgundur.)
Rock Wagram’daki öbür erkek karakterler ve onların Rock’la benzeştikleri kimi noktalar göz önüne alındığında, romanın bizi Rock’ı ve Saroyan’ı içeren, ama onları aşan birtakım erkeklik durumlarıyla karşı karşıya getirdiği görülüyor. “Erkeklik durumu” derken kastettiklerimin bütün erkekleri içeren haller olduğunu zannedilmesin, ama birçok erkek, özellikle belirli topluluklardaki erkekler için hayli ortak haller bunlar. Neler olduklarından söz etmeye, roman boyunca hikâyenin arasına giren “ara-sözlerle” başlamak uygun olacaktır. Bu “ara-sözler” üzerinde biraz uzunca duracağım; bunları anlamaya çalışmanın romanın bütününe ilişkin kimi noktaların belirmesine yardımcı olacağını umuyorum.
“Erkekler şöyledir, erkekler böyledir” diye başlayan kısalı-uzunlu pasajlar yer alıyor Rock Wagram’da. Romanda italik olarak dizilmiş bu saptamaları kimin söylediği hem meçhul hem de ortada. Bu pasajları hikâyenin akışı içinde araya girerek olay örgüsünü kestikleri için “ara-sözler” olarak anma yanlısıyım. Bu ara-sözlerin aynısını ya da çok benzerlerini bazen Rock’ın dilinden de işitmemiz ve bazen onun zihninden geçenlerin bize aktarıldığı satırlarda ara-sözlerdekine çok yakın savlara rastlamamız, bu ara-sözlerin onun iç sesi olduğu kanaatini oldukça güçlendiriyor olsa da, ara-sözlerin bir-iki yerde romandaki başka erkek kahramanları, Paul Key’i ya da Sam Schwartz’ı işaret ettiklerini de eklemek lazım. Sonuncuya bir örnek: “Her erkek bir şeylerden korkar ama en çok ölümden ve utançtan korkar” diye başlayan bir pasaj, erkek ve korku meselesinde farklı saptamalardan geçerek şu şekilde sona erer. “Erkek cesurdur. Yiğittir. Korkusuzdur.” İtalik dizilmiş bu paragrafın ardından hikâyeye, olay örgüsüne dönme cümlesiyse şu: “Sam Schwartz’ın korktuğu tek şey dayısı Paul Key’di.”
Ara-sözlerin “söyleyicisi” (anlatıcıyla karışmaması için böyle bir adlandırmayı yeğliyorum) daha ziyade Rock’ı düşünmüş gibi, ama mevzunun Sam’e bağlanması en azından onun da anlatılagelen “erkek dünyasına” katıldığına, bu ara-sözlerin onu da kapsadığına işaret ediyor.
Değindiğim italik paragrafın hemen öncesindeki şu cümlelere de mim koymak lazım.
[Rock] dışarı çıktı, kuzeniyle Schwartz arabanın yanında bekliyordu. Arabaya bindiler, yolda şöyle düşündü: “Erkek gülünç değildir. Hiçbir erkek gülünç değildir. Bir hayata sahip olmak gülünç değildir ama bir erkek dünya başkentlerine gidip, ‘Tek beden, tek ruh, birlik, kardeşlik, sevgi’ gibi güzel şeyler söylese güzel olmaz mıydı?” (s. 155)
Burada tırnak içinde verilen cümlelerin neredeyse tıpkısı birkaç sayfa önce ara-sözlerin söyleyicisi tarafından da, “Bir erkek neden hayatı boyunca saçmalar? Neden meçhul düşmanları ve can dostları için hiç de komik olmayan bir maskaradır?” sorularıyla başlayan ve neredeyse iki sayfa boyunca süren pasajda yer alıyor. Burada “‘tek beden, tek ruh, birlik, kardeşlik, sevgi’ gibi güzel şeyler söyle[mek]”; saçmalamanın ve maskaralığın karşıtı olarak felsefe icat etmekle, büyükelçi olmakla, kendini dine adamakla, hatta yaşlılara gençliklerini vermek babında peygamberane işlerle beraber anılır – bu sayılanların ebeveynlerin erkek çocuklarından beklentileri olduğu da birkaç paragraf sonra ifade edilir. “[Erkek] neden saçmalamayı bırakıp annesinin gurur duyacağı bir şeye dönüşmez? […] Neden babasını mutlu edecek bir şey söylemez?”
Bu pasajda sayıp dökülenlere daha sonra yeniden döneceğim, ama şimdilik şu noktayı vurgulamak istiyorum. Aynı cümlelerin hem ara-sözde yer alması hem de Rock’a izafeten “şöyle düşündü” denerek onun zihninden geçtiğinin ifade edilmesi nedeniyle, ara-sözlerin, yukarıda da değindim, büsbütün onun iç-sesi olduğu kanısını güçlendirmesi mümkün. Gelgelelim, yukarıda aktardığım üzere işin içine Schwartz’ın katıldığını da görüyoruz; yine benzer biçimde romanın başlarındaki bir ara-sözde de Paul Key’e gönderme yapılıyor. Bu nedenlerle romanın bu üç kahramanını da içeren, ama onların dışında bir başka “söyleyici” olduğu ihtimali güçleniyor. Hiç kuşkusuz, bu ara-sözlerin anlatıcının ve/veya romancının sesleri olduğunu düşünmek de mümkün. Neden mesela Saroyan hikâyeye müdahalede bulunmuş olmasın! Her durumda bir “erkek”ten söz ettiğim de dikkatlerden kaçmamış olmalı!
Bir pasaj daha var; “söyleyici” hakkındaki muhakememi, varsayımımı geçersiz kılabilecek bir pasaj bu. Açık biçimde Rock’ın gıyabında annesine seslendiği, daha doğrusu ona seslendiğini hayal ettiğinde söylemeyi aklından geçirdiği bu bölümün ara-sözler gibi italik dizilmiş olması da bunların doğrudan Rock’ın iç-sesi olarak değerlendirilmesi fikrini güçlendirebilir. Bu bölümle ara-sözlerin aynı ağızdan çıktığını düşünmüyorum. Öncelikle belirttiğim üzere bariz bir muhatap var burada: Rock’ın annesi – ara-sözlerdeyse böyle bir muhatap söz konusu değil; “söyleyici” boşluğa ya da okura konuşuyor. Ayrıca ara-sözlerdeki gibi saptamalar yapan, adeta her seferinde son noktayı koyarcasına kesinlik duygusu bırakan ifadelerle sürmüyor bu bölüm. Bu italik başka italik demek daha doğru sanırım. Romanın anlatıcısının anlatma görevini Rock’ın muhayyilesine, iç-sesine bıraktığı bir pasaj olarak değerlendirmek bana daha doğru görünüyor bu başka italik bölümü.
“Erkekler şöyledir, erkekler böyledir” diye başlayan kısalı-uzunlu bu arasözlerin bazılarını okurken “Ya kadınlar? Onlar için de geçerli değil mi bu önermeler?” sorusu kaçınılmaz olarak akıllara gelecektir; fakat bundan ötürü bu bölümlerdeki “erkek” kelimesinin “insan”ı imlediğini söylemek mümkün değil; sürekli olarak bariz biçimde “erkek” cinsine bir şeyler izafe ediliyor çünkü. Bunların şöyle bir yapısı olduğu söylenebilir: Söyleyiş her ne kadar tumturaklı ve gösterişli de olsa, bu ara-sözlerde sıklıkla az önce söylenenin tam tersi de ifade ediliyor. Bununla beraber, ilkinin ardından ifade edilen karşıt önerme öncekini geçersizleştirmiyor. İkisi beraber geçerli diyebilir miyiz? Bilemiyorum. Bazen iki karşıt önerme arasında mazeretler, gerekçeler, sebepler sıralanıyor, yahut nüanslara dikkat çekiliyor. Bazen bunlar o kadar öne çıkıyor ki, erkeğin öyle ya da böyle olmasının bir önemi kalmıyor; o zaman ikisi de geçersiz diyebilir miyiz? Bundan da emin olamıyorum.
Bu ara-sözlerdeki önermeleri teker teker çekip alıp bir büyüteç altında gözlemektense hepsini topluca görebilecek bir mesafeden –romanın olay örgüsünün de görüleceği bir mesafeden– bakma yanlısıyım. Kendi başlarına ele alındıklarında “erkek” hakkında birtakım savsözler, üstelik dedim ya, birbirlerini değilleyen, geçersizleştiren savsözler bunlar. Üstelik romanın başlarında bir yerde öyle bir cümle var ki, önermeleri değil, erkeği büsbütün geçersizleştiriyor dense yeridir.
Erkek kazara erkektir. Maymun da olabilirdi.
Ne var ki görünüşüne aldanır, solucanları güldürecek bir yalanı yaşar ve ölür. Ne kadar ufacık olursa olsun, payına düşeni alınca zevkten dört köşe olur.
“Evet,” der, “ben buyum işte. Saçlarım, dişlerim var. Evet, bu benim, daha azına sahip olanlar ne şanssız.”
Ne var ki erkek kendi kibrine de gülüp geçer ve ölümüne göz kırpar. (s. 43)
Sürekli birbirlerini geçersizleştiren önermeler dedim; işte bunlardan biri daha var burada. Kibir ve kendi kibrine gülüp geçmek. Ama öncesinde “erkek kazara erkektir” denerek erkek üzerine sarf edilen bunca söz de topyekûn hicvedilmiyor, sarakaya alınmıyor mu? Gelgelelim, ironinin parıldadığı bu ânın ardından da birçok kez yeni savsözler sıralanmaya devam edecek, söyleyici bunları söylemekten vazgeçmeyecek. Söyleyicinin edasına da dikkat çekilmeli. Az sonra kendisiyle çelişecek de olsa, söylev verir, bir tirat sahneler gibi konuşuyor, söz alıyor. Tam bu cümleyi yazarken klasik tiyatrodaki koro geldi aklıma; bu ara-sözlerde koronun oyunlara müdahalesini andıran bir ton da olabilir diye düşündüm.
Koronun farklı işlevleri vardır, bunlardan birinin de toplumun, halkın sesini yankılamak olduğu söylenir. Rock Wagram’daki bu bölümler, varsaydığım üzere bir “koro”nun ağzından ifade ediliyorsa, bu koro erkek toplumun, hatta erkek dünyanın sesini yankılıyor olmalı. Erkeklerin hâkimi oldukları dünyada içine düştükleri açmazların, –abartılı bir ifade mi olur, bilemiyorum– erkek trajedisinin ifadesi… (Metnin hâkimi böyle bir yerden bakıyor, bir trajik varoluş olarak kabul ettiği erkeklik üzerine düşünüyor olabilir – Aziz Gökdemir’in onun perspektifinden olayları izlediğimizi vurguladığını hatırlayalım.)
Erkekler korosunun ya da erkek söyleyicinin seslenişlerinin mevzuyu toplayacak sonuç cümleleri olduğunu söylemek de zor. Ama bunların ulaştığı bir sonuç da yok değil. Rock’ın hikâyesini anlatmayı bir biçimde sürdürüyorlar – olayları birbirine bağlamaktan farklı bir biçimde, olayları yaşayan “erkek”lerin kendileri hakkında, birbirleri hakkında, erkek olmak hakkında onlara bir anlığına çok doğruymuş gibi gelen ama ardından tam tersinin de pekâlâ doğru olabileceğini akıllara getiren, çelişik, karmaşık, önerme ile karşı-önermenin birbirini kovaladığı çıkışsız döngüleri andıran cümlelerle. Bunu yaparlarken de erkek zihninin işleyişi, duyguların zihnin işleyişi üzerinde nasıl bir etkisi olduğu da görünürlük kazanıyor.
Romanın Rock’ın hikâyesini izlediğimiz satırlarında da benzer bir işleyişi, döngüyü, çıkışsızlıklardan üzerlerinden atlayarak kurtulma umuduna eldeki bütün paranın basıldığını görüyoruz. Yanındaki yöresindekiler de çok farklı değil Rock’tan. Kuzeni Hayk’la diyaloğu mesela. Rock, Hayk’a evlenmek istediği genç kızı, Ann’i anlatırken onun çok güzel ama yalancı olduğunu söyler. Bir kızın güzel olup olmadığını anladığı gibi, yalancı olup olmadığını da kolayca anladığını iddia eder.
“Belki ikisi [güzellik ve yalancılık] birbiriyle bağlantılıdır” dedi Hayk. “Olabilir mi?”
“Olabilir.”
“Evlen onunla” dedi Hayk. “Velev ki yalancı, ne var bunda?”
“Yalancıları severim,” dedi Rock, “ama yalancı biriyle evlenip çoluk çocuğa karışmak nasıl olur, bilmiyorum.”
“İyi olur” dedi Hayk. “Evlen onunla.” (s. 129)
Rock kuzeniyle değil, kendisiyle konuşmaktadır adeta; aralarındaki benzerlik kökenleriyle, yetiştirilme biçimleriyle, hayattan (birbiriyle çelişen) beklentileri olmasıyla ilgilidir hiç kuşkusuz.
Yalan bahsi üzerinde biraz daha durmakta yarar var. Ann’in Rock’a sürekli yalanlar söylemesinden ötürü değil, yalan söylemenin Saroyan’ın romanında nasıl konumlandığına bakabilmek için. Ara-sözlerden biri şöyle:
Velev ki erkek ve arkadaşları birbirlerine yalan söylüyorlar, birbirlerinin yalancılığını dert etmelerine değer mi? Tamamen yalancı olmak imkânsız değil midir? Yalan aynı zamanda hakikat değil midir? (s. 130)
Şu cümlelerse romanın anlatıcısından – italik değil yani!
Nihayet Winery Sokak’taki eve vardılar, akrabaları da olan yalancılar birbirine yalan söyleyerek hakikate ya da hakikatten daha iyi bir şeye ya da hakikatle alakasız bir şeye adım adım yaklaşıyorlardı. (s. 133)
Bir başka ara-sözde gene yalan, yalancılık konusuna değiniliyor, ama bu kez erkeğin aktörlüğünden, oyunculuğundan da dem vuruluyor.
Erkek aktördür. […] Bütün erkekleri oynar ve kendisi de farkındadır ki hepsi birer yalandır ama kendisi yalan değildir, kendisi hakikattir, çünkü kendisi kendisidir, kendisini oynayamaz, kendisi hakikattir, böğürür ve kan döker ya da neşeli ve mülayimdir. Erkek yalan söyleyemeyen bir yalancı, sahtekârlık yapamayan bir sahtekâr, orijinal bir taklittir, çünkü erkek bir aktördür, bütün erkeklerdir, bütün şeylerdir, orijinal yalan ve mutlak hakikattir. (s. 213)
Baştan beri söz ettiğim birbiriyle çelişen önermelere, ya da başka bir deyişle retorik olarak görkemli ve etkileyici ama anlamlı bir sonuca varmadığı düşünülebilecek pasajlara bir başka örnek bu, ama devamındaki şu cümle önemli görünüyor bana. “Erkeğin oyunculuğunun sonu yoktur. Oyunculuğundaki canlılık sonsuza dek sürer.” Oyunculuğu, yani yalanı bir canlılık olarak gördüğü aşikâr söyleyicinin.
Yalan bahsini Saroyan’ın evliliğine bağlamak da mümkün ama onu çok çok aşan bir yanı olduğunu zannediyorum. Hakikatte bir donukluk, yalandaysa bir hareket, olasılıklara açıklık var belki de; yahut yalan bir temas, bir ilişkilenme hali ya da biçimi, hakikatse yalnızlara mahsus! Saroyan’ın kurmacalarında, özellikle öykülerinde delilerin akıllılara, ödleklerin cesurlara yeğlenmesini andıran bir karşı karşıya getirme söz konusu. Bu bakış açısının temelinde yatanın hayata, dirime, canlılığa övgü olduğunu sanıyorum; donuk, statik kitaplar, nasihatler, kurallar kaideler yerine kişinin içinden gelenin peşinden gitmesine tutulan bir alkış, bundan caymaması, bunun ertesinde başa ne gelirse gelsin bunları kıpırtısız kalmaya yeğlemesi için bir cesaretlendirme, aynı zamanda hiç kuşkusuz hayata güvenme çağrısı. Tedbiri elden bırakmak istemeyenler “kumar” da diyebilirler, ama yazar da, başkahramanları da kumara çok düşkün. Dünyanın Bir Öğle Sonrasında’nın başkahramanı Yep Muscat da paraya sıkıştığında kumarı çözüm olarak görür. Yazmak istemeyeceği bir oyun için kendisine verilen bin dolar avansı iade edecektir kumarda kazanırsa. İçinden gelmeyen bir oyunu yazmasında sakınca yoktur başkalarına göre, ancak Yep ne başta iade etmesen de olur diyerek verdikleri avansı iade etmemeyi onuruna yedirir ne de o oyunu yazmayı. Kumar bunlara yeğdir!
Her ikisi de K24’te yayımlanan Saroyan’ın öyküleri üzerine yazdığım yazılarda “Saroyancı tinsellik“ diye bir tabirden söz edip edemeyeceğimizi sormuştum; ona özgü bir maneviyat, bir kâinat görüşü, bir kozmoloji, hatta bir diyalektik varmış gibi gelir bana onun yapıtlarını okuduğumda. Rock Wagram’da da böyle bir pasaj var. Tahmin edileceği üzere ara-sözlerden birinde. (Belki de bu ara-sözleri erkek kozmolojisinin ifadesi olarak görmeliyiz, içerdiği bütün totoloji ve oksimoronlarla beraber!)
Erkeğin bir anlamı vardır. Her erkeğin yaşadığı hayatın bir anlamı vardır. Bu anlam bir sırdır ama aynı zamanda basit ve aptalcadır. Şöyle bir şeydir:
Tanrı biliyor ya, ben bir hiçim. Bir şey göz kırpar, doğarım. Bir şey göz kırpar, ölürüm.
Erkek bir ev inşa eder, bir şey göz kırpar. Bir eş bulur, bir şey göz kırpar.
[…]
Başarısız olduğumda bir şey göz kırpıyordu, başarılı olduğumda bir şey göz kırpıyordu.
[…]
Erkek boşa çıkan anlamlardan ibarettir, çünkü aslında sadece bir şeyler göz kırpıyordur. […] Fakat her erkek kötü bir dünyada yaşayan iyi bir erkektir, hayatının anlamını kendisi bulur ve göz kırpar ya da bir şey ona göz kırpar. (s. 87)
“Göz kırpma”nın birbirine karşıt durumlarda (kişi hem “başarılı” hem de “başarısız” olduğunda) gerçekleşmesi onu önemsizleştirir mi? (“Öyle de kırpılıyor böyle de, öyleyse ne önemi var!” denebilir mi?) Akıllara gelebilecek bir başka soru da şu olabilir: Onay mıdır bu bir yerlerden gelen; öyleyse başarısız olduğunda onaylanan nedir?
Başka bir açıdan bakıldığındaysa, ne olduğunu, ne anlama geldiğini kestirmenin zor, hatta imkânsız olduğu izler, işaretler olarak kabul edebiliriz bu göz kırpmaları. Sadece şu söylenebilir: Bazı anlar bu özel işareti hak ediyordur – uyarı ya da takdir değildir, sadece dikkat çekiliyordur. Belki de bu işaretler bir araya getirilebilse bir resim çıkacaktır ortaya – hayatın anlamı bile olabilir bu. Gerçi ara-sözde erkeğin hayatının anlamını kendisinin bulacağı da söyleniyor; işte tam o zaman göz kırpacağı ya da bir şeyin ona göz kırpacağı. Anlamın basit ve aptalca olduğu da… Aslında bunun mümkün olmadığı, anlamların boşa çıkacağı da söyleniyor, ama imkânsız olduğu için pes edilmesinin gerekmediği de. Rock gibilerin isteseler de anlamın peşinden gitmemezlik edemeyecekleri de sezdiriliyor elbette.
Belki de ara-sözlerdeki mantığı, akışı esas almak lazım Rock Wagram’ın ve Rock Wagram’ın hikâyesini çözümlemeye çalışırken. Romandaki ara-sözlerle hikâye arasında elbette bir bağ var, ama bu bağ birinin öbürünün nedeni ya da açıklaması şeklinde değil.
Ara-sözlerle romanın olay örgüsü arasındaki bağ da sanki biraz da ara-sözlerdeki mantığa uygun. Ara-sözler romanın meselesini hem açıyor hem düğüm üzerine düğüm atıyor; aynı şekilde olay örgüsünü takip ettikçe ara-sözlerle ne murat edildiği belirir gibi oluyor –bir şeyler bize göz kırpıyor– ama sapasağlam bir nedensellik bağı kurmaya kalktığımızda elimizde birbirini tamamlamak yerine sürekli yanlışlayan önermeler silsilesi kaldığını fark ediyoruz. Yine de okumadan durmak zor Rock Wagram’ı. Özellikle ara-sözleri Saroyan’ın büyük bir coşkuyla yazdığını zannediyorum; kırpıp duran gözlerden gözlerini alamıyor, her göz kırpılmasıyla coşkusu yükseliyordu diye düşünüyorum. Zar atıyordur belki de aklına gelen önermeye; oradan ilerlerse belki de kendisi göz kırpacaktır, ama ya tutmazsa? Kaybetmek de var kumarda. Bunu en iyi Saroyan ve onun karakterleri bilirler sanırım. Kuzen Hayk ne diyordu romanda? “Kumarı o kadar seviyorum ki, tamamen kaybedene dek oynuyorum.”
Ara-sözlerden birinde, “O halde erkek kendisi midir yoksa kendi cinsinden mi ibarettir?” diye soruluyor. Romanda bir de şunun sorulduğunu ve cevaplandığını düşündüm. Erkek kendisinden ibaret değilse, içinde kimler vardır? Bunun cevabını bir öyküsünde vermişti. “Bedenimde insanın bütün geçmişinin toplandığını söylemiş miydim?”[4] Rock’ın içinde de annesi, babası, büyükannesi vardır. Anadolu’dan, Bitlis’ten ayrılıp Fresno’ya gelen bütün akrabaları, aynı şehirden olmayıp hepsi Fresno’da doğan Vanlılar, Muşlular, Harputlular… Gelgelelim, Rock huzur içinde bir arada değildir üstsoyundakilerle. Kaldı ki gerilim sadece onlarla arasında değildir, kendi içinde de mevcuttur. Birçok açıdan onlardan özerkleşmiştir Rock, ama aynı zamanda onları dibine kadar da içselleştirmiştir. (Buraya bir ara-söz de ben çırpıştırayım: Erkek, atalarından ayrı bir hayat sürer, ama onların hayatının bir benzerini kurmak için de can atar.) Rock onların nefret ettiği kadar Anadolu’dan Amerikalara gelmelerine neden olanlardan nefret etmez; ama onların göç ettikleri diyarlardaki bir aradalıklarını koruma arzularını, kendilerine has olan şeyleri yitirmeme, başkalarının dünyasında çözülüp yok olma kaygılarını aynen taşır. Kendilerine benzeyenlere, başka göçmenlere sempati duyması da bundandır. Amerika’da yaşıyordur, nereli olduğu sorulduğunda “Amerikan yerlisiyim” diye cevap veriyordur ama peşinden ağzından çıkan şu cümleler işitilir: “‘Ne diye elin kızıyla evlendin ki? Vanlı bir kızla? Bitlisli’sin sen.’” Çelişkili önermeler mi diyordum!
Rock’ın büyükannesi Lula, Amerika’ya Bitlis’ten gelmiştir. Rock’ın oynadığı filmlerde Ermenice, olmadı Kürtçe ya da Türkçe konuşmadığı için ona çıkışır, yeniden bıyık bırakmasını ister. Rock yıllar boyu büyükannesinin yanına neden gelmediği sorusunu, “Sahte bir adam olduğum için” diyerek cevaplar. Lula da bunun üzerine gerçek adam olmak üzerine, kendisinin Bitlis’te yaşadıklarından yola çıkarak uzun bir nutuk çeker. “Beni o yaratmıştı, ben onundum” der. Torununa tavsiyesi de kendi deneyiminin aynısını hayata geçirmesidir. “O yalan söyleyen kıza git, ondan kadınını yarat.” Bu uzun nutkun ardından gelen cümleler şöyle:
Yaşlı kadın kalkıp ön kapıya doğru yalınayak yürüdü, o yürürken odada bir rüzgâr esti ve bir şey göz kırptı. (s. 96) (Vurgu eklenmiştir.)
Şimdi de bu cümlenin ardından gelen ara-sözden bir alıntı.
En şanslı erkek, yarım kalmış yerlerde ve yarım kalmış zamanlarda bıraktığı yarım kalmış kelimelerin ve yarım kalmış eylemlerin birer birer büyüyerek bütünleşip kendisine göz kırptığı erkektir. (s. 96)
Lula’nın sesi ve fikri de dahildir diye düşünebiliriz o zaman ara-sözlere. Rock’ın Ann’le evlenip bir dolu çocuk yapma arzusu da, büyükannesinin tavsiyesini yerine getirmenin yanı sıra, yarım kalmışlıklarını bütünleme çabasından, yani bir imkânsızın daha peşinden gitmekten başka bir şey değildir; hayatın anlamını araması, kovalaması gibi.
Kuşkusuz Lula gibi babasıyla annesi de dahildir Rock’ın içindeki insanlara, içindeki seslere – romanın bölüm başlıklarından birinin “Baba”, öbürünün “Anne” olması boşuna değildir. Çok genç yaşında kaybettiği babasıyla ilişkisi daha karmaşık olmuştur – muhtemelen babası da “erkek” olduğu için!
Ara-sözlerden birindeyse şöyle bir cümle var. “Erkek, onu yaratan erkeklerdir, her biri onun yenilgisiyle ümitsizliğe düşer.” Demek sadece kadınları değil, erkekleri de yaratıyor bu “erkek” denen! Gelgelelim, yarattıklarının yenilgisi ve kendisinin kapılacağı ümitsizlik de kaçınılmaz görünüyor. Peki, neyin yenilgisidir bu? Babasının Ermenice yazdığı bir şiirinden bahis var romanda, ancak şiirin metni yer almıyor. Buna karşın iki yerde bu şiirin açıklanması çıkıyor karşımıza. Bunlardan birinde şiiri açıklayan Rock’tır.
“Diyor ki, ‘İşte bir yabancının, öz babamın bana verdiği, yabancısı olduğum bir dünya. Ben de sana veriyorum Hayk, öz oğluma, bir yabancıya. Zavallı bir dünya bu. Sen de bir başka yabancıya ver, öz oğluna, çünkü hepimizin bu dünyayla yapabileceği tek şey bu.’ […] ‘Keşke bu dünya daha iyi ve daha büyük olsaydı ve sen ve ben birer yabancı olmasaydık, çünkü seni seviyorum; seni o kadar çok seviyorum ki, sevgim seni bana yabancılaştırıyor, beni bana ve sevgiyi sevgiye.’” (s. 121)
Romanın sonlarına doğru bu kez bir Ermeni rahibe, Zadik’e okutur şiiri ve yorumlatır. Yukarıdaki bölüm müdür, değil midir, belirtilmiyor ama bana şiirin aynı kısmı olabilirmiş gibi geliyor – ne de olsa Rahip Zadik’in deyişiyle bu şiir, “kelimelerle aynı anda pek çok şey söylüyor[dur], bir yandan da kelimelersiz [de] pek çok şey söylüyor[dur]”. Zadik’in aktardıklarından da kısa bir bölüm:
“Bir oğlu varmış. […] Yaşarsa bu oğulun içinde yaşarmış. […] Nefes almaya devam edecekse bu oğulun yaşam nefesini ona geri vermesi gerekiyormuş. Bu oğul onu ölüm uykusundan uyandırırsa yaşayacak ve sevecekmiş.” (s. 286)
Şiirin ilk yorumunda (ya da şiirden aktarılan ilk alıntıda) babanın oğula verdiği “dünya”; ikinci yorumda/alıntıda oğulun babasına vermesi gerekense “yaşam nefesi”. Bir insana dünya vermekle yaşam nefesi vermek çok uzak görünmüyor bana – hayatta olmakla ilgili her durumda, hayatla ilgili, onu sürdürmekle, ya da sürdürülmesine el vermekle. Öyle ya da böyle ölüme bir tür kafa tutuş. Belki de göz kırpma! Bu bahiste bir alıntı daha yapacağım. Bu kez Rock, Paul Key’le konuşuyor, romanın olay örgüsünün en kritik anlarından birini, babasının ölümünü anlatıyordur (ben anlatmayacağım burada); şunları söyler:
“Biz de doğar doğmaz baba oluyoruz. Yeryüzündeki herhangi birinden daha çabuk oğul olmayı bırakıyoruz. Oğullarımız da öyle. Biz babalarımızı düzeltiyoruz, oğullarımız bizi düzeltiyor.” (s. 172)
Şiirin iki yorumunda aktarılanlara ve Rock Wagram’ın bütününe bakınca erkeklere ilişkin roman boyunca sayıp dökülen meselelerin başlıcasının formülüne yaklaşabilmenin ipucunun buralarda bir yerde olabileceğini düşünüyorum. Adını koymaya, formülü çiziktirmeye gerek yok; bunun formülü zaten ancak ara-sözleri andırabilir. Onlar gibi art arda gelen ama bir sonrakinin öncekini geçersizleştiği, yine de bir arada bulunmalarının zorunlu olduğu bir dizi formülden oluşabilir. Sonuçta mesele baba, oğul, dünya ve yaşam nefesi hakkında gibi geliyor bana. Yani bir insan yaratmakla ilgili; ona yaşam nefesi üflemekle, dünyaya getirmekle, dünyada kalmasını sağlamakla, ona el uzatmakla. Kişi kendisini de yeniden yaratıyor olabilir, (yahut sahtelikten gerçek adam olmaya geçiyor da olabilir) babasını ya da oğlunu da, ancak her halde şu ortada: Yenilgi de her daim işin içinde. Bir ara-sözde dendiği gibi: “Yalnızlıktan kaçmaya çalışan erkek delidir. Her şeyin yenilgi olduğunu bilmeyen erkek aptaldır.”
Ağır hasta olan annesinin yatağının başında, kadının nefes alıp verişini dinlerken Rock’ın içinden geçenlerse şöyle aktarılıyor.
Erkeğin ömrü boyunca neden saçmalamak zorunda olduğunu bilmek istedi; neden ölümden ölüm olmamasını, çirkinden çirkin olmamasını, acıdan acı olmamasını, sondan son olmamasını, yalnızdan yalnız olmamasını istediğini anlamak istedi. (s. 266)
“Saçma” ya da “yenilgi” deyip de Rock’ın pes ettiği düşünülmesin; böyle olduğunun o da farkındadır ama başka bir anlam olması ihtimaline zar atmayı sürdürür. Bütün o birbiriyle çelişen önermeler, yukarıda da değindiğim gibi, bu çabanın, anlama çabasının uğraklarıdır.
İçinin kalabalığından söz etmiştim; onlara sadece kulak değil, ses de veriyor olsa gerektir; bunların bir kısmıyla çatışsa da, hepsi ailedendir, dünya ya da yaşam nefesi alıp verilesidirler; ayrıca “Herkesin her şeyle alakası vardır”. Ara-sözlerde yankılananların bir kısmı üst-soyundan, atalarından tevarüs ettikleridir; önermelerin birbirini tutmayıp, çelişip durması da bir yanıyla kuşakların çatışmasının bir sonucudur. Hiç kuşkusuz bir erkeğin iç çatışmalarının gümbürtüsü de işitiliyor roman boyunca; hikâye akarken ya da ara-sözlerde birtakım veciz sözler serdedilirken. Ama aynı zamanda Saroyan’ın yazısının, sanatının coşku dolu gücü de…
Her erkeğin yaşamının bir anlamı vardır. Bu anlam bir sırdır ve sanatın yalanları olmasa acıklıdır, erkek sanatın yalanlarına minnettar olmalıdır, kendisi de bunun farkındadır. Çünkü yalanlar erkeğe beklemesini söyler. Dayanmasını söyler. Yalanlar göz kırpıp onun eşsiz olduğunu söyler, o da göz kırpıp işine gücüne devam eder. (s. 312)
[1] William Saroyan, Rock Wagram, çev. Liena Gül, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2024, 318 s.
[2] William Saroyan, Dünyanın Bir Öğle Sonrasında, çev. Tarık Dursun K., Oda Yayınları, İstanbul, 228 s.
[3] Saroyan’ın Carol Grace’le evliliğinin az bilinen yanları hakkında Aziz Gökdemir’in “Benim Saroyan Amcam“ başlıklı yazısına bakılabilir. Gökdemir’in bu yazısında ve Rock Wagram’a yazdığı Sunuş’ta yer alan dipnotlar da çok bilgilendirici.
[4] William Saroyan, Yetmiş Bin Süryani, çev. Ohannes Kılıçdağı ve Aziz Gökdemir, Aras Yayınları, İstanbul, 2016 (3. baskı), s. 162.