1909 yılının Nisan ayında iki aşamada gerçekleşerek 30 bine yakın Ermeni’nin katledildiği[1] ancak sonrasında 24 Nisan 1915’in gölgesinde kalan 1915 Soykırımının provası niteliğindeki Kilikya Katliamlarının[2] tanığı olan, bu coğrafyanın cesaretli ve güçlü kadını Zabel Yesayan’ın[3], Marc Nichanian tarafından felaketin karşısına dikilen bir birinci şahıs anlatısı olarak nitelenen Yıkıntılar Arasında[4] adlı tanıklığı, coğrafyasındaki okuyucularla Kayus Çalıkman Gavrilof’un diliyle nihayet yüz yıl sonra buluştu.
Yesayan’ın tanıklığını Hagop Oşagan sözleriyle kendisinin ve de halkının değerlerine ve bedbahtlığına tanıklıktı. Yıkıntılar Arasında, onun eserleri içinde gerçekliği nedeniyle Dante’ninkini bile gölgede bırakan bir nevi cehennemdir. Giligya’nın ateşe verilmiş panoraması önünde o, bir yazarın alışılagelmiş ölçülerini aşmış ve tüm bir Ermeni yurdunu ruhu ve tarihiyle bir bütün olarak kucaklamıştır.
1909 Kilikya Katliamlarının tanıklıklarından, Arslanyan, Çalyan[5] ve Yesayan’dan sonra Y. Terziyan, H. Terziyan ve Teodik’in tanıklıkları ile Duckertt’in incelemesi de coğrafyasındaki okuyucularla buluşsa katliam üzerindeki kalın sis perdesi biraz daha aydınlanacak ve 1915’in provası daha iyi anlaşılacaktır.[6]
Kitaba, Babikyan raporunun eklenmesi ayrı bir zenginliktir. Babikyan, bu raporu mecliste okuyamadan vefat eder. Babikyan’ın vefatı gerekçe gösterilerek bu önemli rapor mecliste okunmaz. Babikyan raporunda İTC’yi suçlar: “Son noktayı koymadan önce en derin teessürlerimle belirtmek zorundayım ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yöneticileri ve üyeleri, Adana’daki vahşet dolu olayların tertip ve tatbikine katılmışlardır. Bu hakikat vilayetin çeşitli un-surları, konsolosluklar, Amerikalı misyonerler ve Latin din adamları tarafından teyit edilmiştir.”sözleriyle raporunu bağlarken Babikyan yaşamından endişelidir.[7]
Ölümden ölüm seçmek olan 1909 Kilikya katliamları 1894-96 katliamları ile 1915 soykırımı arasında yer alır[8]. Her ikisinin de izlerini taşır. 94-96 katliamlarındaki gibi esasta erkek nüfus hedef alınırken kadınlar ve çocuklar İslamlaştırılmaktadır. 1915 Soykırımı ölüm yollarında gerçekleşirken Kilikya katliamları Ermenilerin bizzat yaşadıkları yaşam alanlarında anında gerçekleştirilmiştir[9].
Zabel’in Felaketi tanımlarken kullandığı; Karşımızda kana bulanmış, ateşe verilmiş bir taşra şehri ve takatsiz kollarımızda dullarla yetimler ordusunun ağırlığı vardı. Herhangi bir ahlaki kaygıdan yoksunluğu ve sayısız sonuçlarıyla, felaketin boyutları sınırsızdı. İfadesine rağmen, İzlenimlerimin ne belli bir siyasi doğrultuda yumuşatılmış ne de milliyetçi önyargılar, geleneksel intikam duyguları veya herhangi ırksal nefret tepkisiyle sivriltilmiş olmadığını okuyucunun bilmesini isterim. Sözleriyle Zabel kitabın hangi ruh haliyle yazıldığının altını çizme ihtiyacını duyar. Zabel vatan ve yurttaşlığa vurgu yapar. O çağdaş anlamıyla yurttaşlığın, ırkçı düşünce üzerine kurulu devlet sisteminin yerine geçmesini isteyen bir düşleri olan Ermenilerin, Irkçı düşünceden arınmış bir devlet uğruna katledilip demokrasi sunağında kurban edildiğini söyler. Nişhanian, Yesayan’ın o kana bulanmış varlıklar “vatan” adına kurban edildiler, sözlerinin, neredeyse kelimesi kelimesine, herkesin özgür ve eşit haklara sahip olacağı, efendi ve tebaa değil, herkesin yurttaş olacağı yeni bir vatan için… söylediğinin altını çizer. Ve bu imha arzusunun “eski rejim” ile herhangi bir bağı yoktu. Orada uygulamaya konan yeni bir sürecin ilkeleriydi ve bu ilkelerin temsilcisi de Jön Türk hareketiydi.
Zabel duygularında son derece ölçülüdür. O felaketin büyüklüğü karşısında sarsılsa da soğukkanlılığını koruyarak tarihe kayıt düşer: İnsanı yüreğim alabildiğine sitem yüklü olarak çarptıysa, katillerin görüntüsü bende utanç, karamsarlık ve tiksinti uyandırdıysa, yerle bir olmuş Ermeni köylerinin yanı başında hiç zarar görmemiş Türk mahallelerinin kibrini hissettiysem veya cezasız kalan katillerin bakışlarındaki arsızlığı fark ettiysem, bunların hepsini üslup şartlanmışlıklarımıza itibar etmeden, sadakatle kaydettim.
Tamamen ümitsiz, her türlü teselliden yoksun bir elem buhranı içinde kıvranan topluluktaki her bir bireyin payına düşen acıyı tahmin etmek imkânsızdı. İlk anda dehşetin ortasında kalmıştır Zabel;
Ancak ne bu anlatılanlar, ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne kayıplarının acısıyla kıvranan dullar, ne de kolu bacağı kesilenlerin kanlı sancılı yaraları… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza. Felaketin karşısında sözler yetersizdir. İnsafsız, zalim bir nefret, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türk mahallelerinin sınırlarına kadar her yeri, her şeyi ateşe verip yok etmiş. Ve bu ölümcül ıssızlığın, bu geniş kül yığınlarının içinde iki minare dimdik ayakta, mağrur… Kan ve gözyaşına bulanmış, paramparça giysiler içinde, dullar, yetimler ve yaşlılardan oluşan bir kalabalık çıkıyor karşımıza; Adana halkından geriye kalanlar…
Zabel, tanık olduğu gözler acının izdüşümleri olarak anlamlıdır. Gözleri dipsiz bir kuyunun keder derinliği olarak tasvir eder. Kurbanların gözleri her şeyi açıklayan acının tablosuna dönüşmüştür: Ah o gözler! Bazıları körleşip güneşin keyfini sürmekten ilelebet vazgeçmişçesine, dipsiz bir uçurum gibi bomboş gözler; bazıları sana bakıp da seni göremeyen gözler, çünkü onların görme alanına asla silinmeyecek tek bir resim çakılı.
Sözler ve ağıtlar acının bir başka tablolarıdır: “O kalabalıkta, Misak’ın annesinin perişan hali ilişti gözüme; oğlu asılmıştı, bu kâbusla kahrolmuş, giysilerini par¬çalıyor, göğsünü döve döve şehit oğluna övgüler düzüyor ve acıyla haykırıyordu: Gözlerim kurumuş çeşmeye döndü… Evlatlarım! Yüreğimin ateşiyle kurudum… Evlatlarım! Aman!”
Kurbanların sarf ettikleri her kelime ağızlardan taşan kandı sanki.
Pazar ayinini anlatır, acı ordusuyla karşı karşıyadır. Tasvir ettiği ortam sözün bittiği yerdir: Dul kadınlar birbiri ardı sıra, umutları kırık, başları öne eğik ve elleri göğüslerinde birleşmiş, ürkek adımlarla ağır ağır kiliseye doğru ilerliyorlardı… Talihsiz kalabalığın üzerine büyük bir hüzün çökmüştü… herkesin, ardından gözyaşı dökeceği birden çok ölüsü vardı… Paçavralarla örtünmüş, sefalet içindeki zavallı kadın kalabalığı arasında tek tük erkeklere de rastlanıyor; çoğu sakat, kol veya bacaklarını yitirmiş, solgun, titrek, aldıkları yaralar ve çektikleri işkence yüzünden kanları çekilmiş bir halde kilisenin ön kısımlarında sıkışmış, kadınlardan çok daha kederli ve ümitsiz, sükût içinde ve ateşli gözlerle ayini takip etmekteydiler. Hareket ettikçe, sargılarından kesif bir antiseptik kokusu yayılmaktaydı. Bu koku bize henüz kapanmayan yaraları ve o günlerde, o kara günlerde dökülen kanı hatırlatır gibiydi… Dörtyol papazı Der Sahag, kanaatkâr, gizemli görüntüsü, cesur ve kibirli duruşuyla beyhude dualar için kollarını kaldırmaya isteksiz gibiydi… Bu resim Hıristiyanlığın ilk çağlarını hatırlatır gibiydi… Gördüklerini anlatmaları gerekmiyordu; çünkü umutsuzluğun korkunç dehşeti baruttan kararmış yüzlerine zaten kazınmıştı… Tanrı kör ve dilsiz kalmış, bu kutsal mekânda yok olmuştu sanki?
Aynı acı maskesi taşıyan anaların bitmeyen ve dinmeyen feryatları Kilikya’nın yeni gerçeğidir. Ağıtlar ana yüreğinin sarsılmaz acısı içinde inatla tekrarlanmaktadır. Bir ananın feryadını paylaşır:
“Dağlarda doğurmuştum onu, kendi gibi bir yiğit yoktu. Çocukluğunda, ninemin diktiği ağaçlarda kurardım salıncağını; sesimi koy verir, ninniler söylerdim ona… ‘Rupen’in anası gibi ninni çağıran yok,’ derlerdi civar köylüler bile. Bugün dünya âlem ‘Rupen’in anası gibi ağıt yakan yok,’ diyor.” İnsanlar yüreklerindeki sönmeyen bir ateşle bir arada ve felaketin ve ızdırabın içinde yalnızlaşmışlardır.
-devam edecek-
Dipnotlar:
[1] Katliam sırasında Hıristiyanlar arasında ayrım yapılmadı. Ne kılık ne dil bakımından Ermenilikle ilgisi olan -zira Arapça konuşan- Kadim Süryaniler 400, Katolik Süryaniler 65 kurban vermişlerdir. Keldaniler 200, Rumlar ise Adana şehrinde 100 kişi ve bir o kadar da vilayette kurban vermişlerdi. Protestan Ermenilere gelince, onlardan 655, Katolik Ermenilerden de 200 kişi öldürülmüştür. Ayrıca katledilenler arasında Henry Maurer ve Daniel Miner Rogers adlı iki yabancı uyruklu din adamı da vardır.
[2] Büyük devletler 1909’da Kilikya’daki bu korkunç katliama Ermeni zenginliğine el koyma imkanının doğması ve Kilikya çiğitinin cazibesine kapılarak 30.000 Ermeni’nin katledilmesine seyirci kalmışlardır. Çiğit barut üretiminde kullanılan temel maddelerden biridir. Savaş öncesi Avrupa’nın mühimmat ihtiyacını karşılayacak Kilikya pamuğu Avrupa’ya en yakın bölgededir. Bu bakımdan Ermenilerin kontrolündeki Kilikya pamuğuna el koyabilmek, bu bölgedeki Ermenilerin yok edilmesiyle olanaklıdır.
[3] Hasmik Khalapyan, Zabel Yesayan ile ilgili otobiyografisinde Zabel’in yaşamının (1878, İstanbul- 1942,?) ve eserlerinin dikkat çekici yönünün altını çizer , Batı Ermenilerinin edebiyatında hiçbir kadın yazar, feminist ve aktivist, araştırmacıların dikkatini Zabel Yesayan kadar çekmemiştir. Bunun sebebi kesinlikle, onun döneminin alışıldık kalıplarının dışındaki bir yaşam biçimini seçmiş olması, ardında müthiş bir ede- bi miras bırakması ve birçok farklı alandaki toplumsal ve siyasi et-kinliğidir. (Bir Adalet Feryadı, Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Feminist Yazar, Der. Lerna Ekmekçioğlu, Melissa Bilal, Aras Y. 2006) Lakin ne yazık ki Zabel, Türk yazarlarının dikkatini çekememiştir (Hüseyin Aykol, Aykırı Kadınlar (Osmanlı’dan Günümüze Devrimci Kadın Portreleri), İmge Kitabevi 2012) Kadın ve sosyalizm ile ilgili yayınlarda Zabel yer almaz. Bunun nedeni Ermeni olması yanında Stalin döneminde kayboluş(?)tan da kaynaklandığını da söylemek mümkündür.. Türkler sosyalist geçmişlerinde, bu coğrafyada Sosyalizmin öncülüğünü yapan Ermenilerden söz etmekten özellikle kaçınarak geçmişlerini 1920 de TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi’ye dayandırırlar. İlk Ermeni devrimci partisi, 1885’te Van’da kuruldu. Armenaganlar Anadolu’nun ekonomik ve kültürel azgelişmişliği hakkında açık bir fikre sahip olan demokrat ve liberal yurtseverlerdi. Armenagan partisi ilerlemeyi ve “millî özgürlüğü” savunurlarken, şiddetten yararlanmak ve kendilerini korumaları amacıyla Ermeni köylülüğünü silâhlandırmak gerektiğini de ileri sürerler. 1887’de, Plehanov’u tanıyan ve kendilerini Marksist sayan altı [Avetis Nazarbekyan, (karısı) Maro Vardanyan, Gabriel Kalyan, Gevork Karaciyan (Arkomedes), Ruben Khanazatyan (R. Khan Azad) ve M. Manuelyan] Kafkas Ermenisi öğrenci genç tarafından , Cenevre’de Hınçakyan Sosyal Demokrat Partisi’ni kuruldu. 1890 yazında ise, küçük Narodnik, milliyetçi, liberal Mşag gazetesinin yandaşları ile Hınçakyan “Marksist” öğrenciler ve aydınlar çevrelerinin biraraya geldiği bir ortamda Taşnaksutyun doğdu. Hınçakyanların asgari programlarında Türkiye Ermenileri için, “devrimci başkaldırı eylemleri” aracılığıyla “geniş bir demokrasi, siyasal özgürlük ve millî bağımsızlık öngörmesine karşılık, azamî programları insanın insan tarafından sömürülmesine karşı çıkıyor ve “Ermeni halkı ve anayurdu için… istikbaldeki amaç” olarak sosyalizmi gösteriyordu. Taşnaksutyun manifestosunda da sosyalizm amaçlanmıştır. Anarşist Hamayuk (Komün) dergisi 1894’te Londra’da yayımlanmıştır. Anaide Ter Minassian, Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm 1887-1912, çev. Mete Tunçay, İletişim.2012)
[4] Zabel Yesayan Yıkıntılar Arasında, Çev Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Y. 2014.
[5] Arslanyan (Artin Arslanyan Adana’da Adalet Nasıl Mahkûm Oldu Comment La Justice A Été Condamnée Á Adana 1909-1325) ve Çalyan’ın (Karabet Çalyan, Adana Vak’ası Hakkında Rapor, İstanbul 1327) tanıklıkları Sait Çetinoğlu Kilikya Katliamı 1909 (Propaganda Yayınları 2013) çalışmasının eklerinde verilmiştir.
[6] Katliam günümüzde bilinmekten, anlaşılmaktan ve kavranmaktan uzaktır. Bilgisizliğin ve bilinçsizliğin saygısızlıkta nerelere varabileceğinin önemli bir örneğini günümüzden vermek isterim: Adana’da vahşice öldürülen 30 bine yakın kişinin anısına yakılan, Ermeni halkının duyduğu acıların bir feryadı olan Simpad Pürad’ın Adanayi Voghb (Adana Ağıdı) isimli ağıdı, Seden Gürel adlı bir Türk pop şarkıcısı tarafından melodisine kendi kafasından bir söz yazılıp Sebebim Aşk adıyla bir aşk şarkısına dönüştürülmüştür. Seden Gürel adlı pop şarkıcısının bu tutumu, hangi bilinçsizlikten mi, saygısızlıktan mı, hangi saikten kaynaklamıştır bilemeyiz ama tutumu Ermeni halkının acısına kayıtsızlığın ve saygısızlığın bir örneğidir.
[7] Yusuf Kemal [Tengirşek] başka sebepler ileri sürmesine rağmen, ölümünden bir gün önce buluştukları Tokatlıyan’da, Babikyan’ın şu sözlerini nakleder: “Kemal çocuklarıma acırsın değil mi?” Babikyan hayatından endişelidir. (Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, kültür Bakanlığı,1981 sh.118)
[8] Kilikya Katliamları sırasında 1894-96 Katliamlarındaki gibi katliam başka bölgelere de uzatılmaya çalışılır. Türkler tarafından aynı zamanda Adıyaman’lıları da kırmayı denediler, fakat kahraman bayan Nerme Aznavuryan çok güzel ve ateşli bir şekilde kendi kendini savunma işini organize eder ve Türkler kırım yapmayı başaramazlar. Adıyaman, Girbo ve Aslan Gevo önderliği altında, 1895 Hamıdiye kırımları zamanında kahramanca karşı koyan yerlerden birisi olmuştur. (Sarkis Demirciyan, ADIYAMANİ BADMUTYUNI ve V. Sayrasur, BAYKAR, 30 Mart 1950).
[9] 1911 tarihli bir incelemede 1909 Kilikya katliamlarının Soykırım / Holocaust olarak nitelenmesi de ilginçtir: The Young Turks and The Truth About The Holocaust at Adana, İn Asia Minor, Durin April 1909, by Freiman Duckett, yerevan 2009