Jaklin Çelik’in ‘Yılanın Yolu’ndaki öykülerini okurken ‘gerçek yolculuk geri dönüştür’ ibaresini kesinlikle unutmamak gerek.
Bir Fransız deyişi “Hiçbir otomobil yolun hızına erişemez” der. Bugün, üzerindeki hiçbir aracın, kendi hızıyla boy ölçüşemeyeceğine kani olan yol, kendisine bir mefhum mertebesini kazandıran bütün çıkarsamaları ‘yavaş’ olduğu zamanlara borçlu. Birçok filozof, seyyâh ve mutasavvıfın yüzyıllar evvel yol alma anında hissettikleriyle günümüz yolcusu arasında dağlar kadar fark var.
Yavaşlığın bir tercih değil zorunluluk olduğu ve bir geçmiş zaman lütfu gibi doya doya yaşandığı otobüs ya da trenlerde yolculuk eden kalem erbablarına bu anlamda çok şey borçluyuz. Onların bir diyardan diğerine giderken bu yavaşlık sayesinde gark oldukları ruhsal tanıklıkları okudukça, hızın bugün bize sağladığı zamansal kazanımların cazibesi ne kadar azalıyor gözümüzde. Karayollarımızın özel durumu itibariyle hissettiğimiz malum korkular da işin cabası… Filozofların, hayatın geriye doğru anlaşılması gerektiğini iddia ettiği zamanlar artık eskide kalsa bile, insan saatte 120 km. hızla ileri doğru giden bir otobüsün içinde, öteki önermeyi, ‘hayatın ileriye doğru yaşanması gerektiği’ni aklına getirmek istemiyor. Hele de bu kişi, yol mefhumuna takmış bir hikâye yazarıysa, onun bütün korkularını bir yana bırakıp Jaklin Çelik’in yaptığı gibi başını otobüs camına dayamaktan başka seçeneği kalmamıştır: “… otogarda bir-iki asker, üç-beş sivil. Saat yedi. Gözlerim gökyüzünde güneşten bir parça arıyor. Bulutlar birbirine kenetlenmiş. İçim titriyor. Otobüs Kars’a gitmek üzere anayola çıkıyor. Gözlerim otobüsün camında geziniyor. Benden boşalan koltuğa oturan yaşlı ben, gülümseyerek bana el sallıyor.” Jaklin Çelik’in Aras Yayıncılık’tan çıkan ikinci hikâye kitabı, ‘Yılanın Yolu’ndan bu satırlar… Hikâyelerini manidar bir şekilde önce ‘Durak’ sonra da ‘Yol’ adı altında iki ana bölüme ayırmış Çelik. Kitaptaki ilk iki anlatı bile, İstanbul’da yaşayan, ama aslen Diyarbakırlı olan yazarın yollardan ve duraklardan tanıdığı kişileri nasıl birer çarpıcı hikâye kahramanı haline dönüştürdüğünü göstermeye yetiyor. Olay örgüsü, geçimini sağlayabilmek için koruculuk dışında bir şansı kalmayan Habip’in evi ve ailesi ekseninde gelişiyor. Korucu olmak yerine Adapazarı’ndaki akrabalarının yanına gitme kararı almasında, evlerinin yanındaki askeri gözetleme kulesinin (şato I) rolü büyüktür. Bugün Güneydoğu’da gelişen her şey, artık hep geçmişte yaşanıyor hissi verse de, oralı bir hikâye kahramanının kontör siparişi ya da internet kafelerin hikâyelerdeki varlığı bizi burasıyla eşzamanlı bir duyarlılığa davet ediyor.
Yıkık şatolar
İkinci hikâye, ilkinin devamı havasında Adapazarı’nda başlıyor. Midyat’tan henüz gelmiş olan Habip, buradaki akrabalarından iş kurması için destek sözü alıyor ve kiracı olarak bir apartmanın en üst katına (şato II) yerleşiyor. Manav olarak kullanacağı dükkanı kiralamak üzere Adapazarı’ndaki üçüncü gününe girerken, bu en üst katta apansız bir gürültüyle uyanacaktır… Bir felaket anını hikâye ederken, eserin doğasına çok yakışan o şok etkisini yaratmak özel bir yetenek gerektirir. Habip’in, o büyük yer sarsıntısında bir anda nasıl en üst kattan yer seviyesine indiğinin anlatıldığı sahne, kanımca bu hikâyeye antolojilere girecek bir nitelik kazandırmış.
Yıkıntıların içinden çıkarılması için “Kardaş de hadde ha, bittim” diye bağırarak bir medet umduğu sırada ortaya siyah montlu bir adam çıkar. Yazarın, bu karakteri yaratırken, onun kaybettiği ruhunu nasıl çaresizlik içinde aradığını resmetmesiyse hikâyeye ayrı bir güç katıyor. Kierkegaard, ‘Ölümcül Hastalık’ adlı eserinin bir yerinde “Umutsuz benlik boyuna boşlukta şatolar kurmaktan başka bir şey yapmaz, yalnız boşlukta savaşır durur” der. Gerçekten de Jaklin Çelik’in, bu yıkık şatoların arasında sıkışıp kalmış çoğu hikâye kahramanının elinden ‘De hadde ha, bittim!’ diye bağırmaktan başka bir şey gelmiyor. Yazarın, olaylara gösterdiği o vakayinüvis titizlik diğer hikâyelerde de hissediliyor:
‘Kıymet’in Kıymeti’, ‘Acı Zeytinler’, ‘Çorap ve Ceviz’ adlı öteki anlatılarda Kâh Çamlıhemşin’e gidip Seher’in yıllanmış aşkına, kâh Midyat’taki zeytin kırma işinden sıvışıp soluğu internet kafede alan gayrimüslim çocuklara tanıklık ediyoruz. Kitabın kalan dört hikâyesi ise ‘Yol’ bölümüne ait. Bu bölümün bazı anlatılarında, birbirine koşut olarak ilerleyen iki ya da daha çok konuşma ve düşünme çizgisinin birbirine karışmasına dayalı, ‘Karşı-ses’ yöntemi olarak da adlandırılan bir teknik hakim olduğu için, yazar, yolcu koltuğundaki tanıklıklarını çok daha içten yansıtabiliyor. Otobüsün yolcu koltuğunda geçen kimi zamanlarda -ta ki muavin bizi kolonya şişesiyle dürtene değin- uyanık halde düşler görüp, insana soluk aldırmayan soyutlamalara dalarız. Hayata ve geleceğe dair tasarladığımız kimi özel sahneleri tüm absürdlüğüyle oynatırız muhayyilemizin perdesinde! Burada, bazen öfkeyle yumruğu masaya indirdiğimiz bir an olur bazen de rezillik ve kepazelik şerbetini son damlasına değin içtiğimiz… Yüzler, adlar, nesneler… Buradaki her şey, içinde bulunduğu kabın şeklini alma zorunluluğu hissetmeksizin uçuşup durur kafamızın içinde. Yazarın dediği gibi, “Gözlerimi kapıyorum. Otobüsün dağı delip geçeceği hissi kaplıyor bedenimi. İçimde doğan sevinç, yüzümde tebessüme dönüşüyor. Tebessüm büyüyor. Ağzımın kenarları acıyor.” Sonuç olarak, ‘Yılanın Yolu’ adını bir seyahat firmasına aitmiş gibi tasavvur edecek olursak, buradaki tüm otobüslerin arka camına yazılı olan ‘Gerçek yolculuk geri dönüştür’ ibaresini de unutmamak gerekir.
‘Gidenleri, sürekli bir ‘kalma’ halinde olanların daha iyi anlayacağına dair bir savı iyice deşmek yerine, yine aynı tasavvura dönük iki cümleyle bitirmek istiyorum: Eskiden İETT’de görevli şoförlerin bazıları iş ‘yavaşlatma’ eyleminden sonra her şey normale döndüğünde bile otobüsü 50 km. hızla sürmeye devam ederdi. Jaklin Çelik sayesinde ‘Yılanın Sonu’ adlı firmanın otobüslerini, şimdi emekli olmuş bu şoförlerin kullandığını düşünüyorum. ‘İyi yolculuklar!’