Kategori | Novella |
Dili | Türkçe |
Çevirmen | Mehmet Fatih Uslu |
Özgün dili | Ermenice |
Editör | Rober Koptaş |
Kapak tasarımı | Aret Gıcır |
Baskı bilgileri | 1. Baskı, Kasım 2016 2. Baskı, Aralık 2018 |
Sayfa ve boyut | 88 sayfa, 13x19,5 cm |
ISBN | 9786055753771 |
Kategori | Novella |
Dili | Türkçe |
Çevirmen | Mehmet Fatih Uslu |
Özgün dili | Ermenice |
Editör | Rober Koptaş |
Kapak tasarımı | Aret Gıcır |
Baskı bilgileri | 1. Baskı, Kasım 2016 2. Baskı, Aralık 2018 |
Sayfa ve boyut | 88 sayfa, 13x19,5 cm |
ISBN | 9786055753771 |
Türkçeye çevrilen kitaplarıyla büyük ilgi gören Zabel Yesayan, 'Sürgün Ruhum'da, uzun yıllar yurt dışında yaşamış İstanbullu bir ressam olan Emma'nın memleketine dönüşünden sonra yaşadığı iç hesaplaşmaları ve yaşadığı güçlükleri anlatıyor. Yesayan'ın 1915'ten sonra kaleme aldığı ilk edebi eserlerden olan ve 1922'de yayımlanan 'Sürgün Ruhum', yaklaşık 1910'da, özelde Ermenilerin ve genelde tüm Osmanlı vatandaşlarının yaşadığı gerilimleri arka plana alarak, bir memlekete ait olmak, kendini evinde bile sürgün hissetmek, her şeyin siyaset tarafından belirlendiği koşullar altında sanatla uğraşmak gibi temalar etrafında, hem bireysel hem de sosyolojik düzlemde bir Osmanlı fotoğrafı çekiyor. Aynı zamanda bir "eve dönüş" hikâyesi olan 'Sürgün Ruhum', cennet gibi bir İstanbul'un ve yazarın da memleketi olan Üsküdar'ın, bu muhteşem görünümlerinin ardında bir yandan da ne tür sürgünlerin sahnesi olduğunu sorguluyor. Yaşadığı dönemin en önemli Osmanlı-Ermeni entelektüellerinden Zabel Yesayan'dan, yine çarpıcı, insanı sarsan bir eser.
Bu ateş tefekkürün ateşi, fakat aynı zamanda İstanbul ateşi de. Bahar akşamlarından ayrılamayacak bir tür fizikî heyecan. Havada nasıl da insanı altüst eden bir koku var, nem ve aynı anda lodosun ılık dalgası... Ve bilhassa ebedi bir ölümü ve yeniden doğuşu hatırlatan o kararsız, mütemadiyen değişen, ateşli altüst oluş. Işıklar yanıyor ve sönüyor, belli belirsiz bir mırıltı, atmosferdeki bir ürperme havayı titretiyor ve bazen onu nefes alınmaz kılıyor. Sanki bazen görünmez bir kanatlı geçiyor, onun gölgesi altında ışıklar sönüyor ve ağaçların hışırtısı susuyor. Her şey rüyaya, hissi karmaşaya ya da kâbusa dönüşüyor, insanlar sokaklardan sarhoşlar gibi sallanarak geçiyor. Her şey, tabiat manzarası, insan hissiyatı, şehrin silüeti, selvilerin göğe yükselişi, müezzinin okuduğu ezan, her şey sadece en kesif haline ulaşmakla kalmıyor, her biri birbirine de karışıyor. Çok küçükken de tüm bunları belli belirsiz hissettiğimi hatırlıyorum. Geceleri yatakta gül kokulu çarşaflara sarınmış ve yorganımı ateşler içinde yanan alnıma kadar çekmiş titrerdim ve o titremeler nasıl da bu akşamki titremelere benzerdi.
Belki de dünya üzerinde başka hiçbir şehirde, baharın yoğun duygusu insanın iç varlığı üzerinde bu en ince ve marazlı tesire sahip değildir.