Yedikule, İmrahor Caddesi, Gençağa Sokağı 18 numarada, Takuhi yayamın üç katlı ahşap evinde doğmuşum. Doğduğum gün Zadig, yani Paskalya yortusunun merelotsuymuş. Bir gün evvel, her zaman olduğu gibi, Zadig kutlamaları için evimiz akrabalarımızla dolmuş taşmış. Ertesi gün, “Mari’nin bir kızı oldu” müjdesini duyanlar, kulaklarına inanamamışlar. Daha dün onca misafiri ağırlamış, üç katlı evde bir aşağı bir yukarı koşuşturmuş, sabahtan akşama kadar hiç oturmamış bu kadın, sabahın ilk ışıkları henüz belirmemişken nasıl olur da bir çocuk dünyaya getirebilir! Akrabaları gibi Mari de şaşmış bu işe. Ama onun derdi başka. Sanki o devirlerde bu işin garantisi varmış gibi oğlan çocuğu doğuracağını sanıyormuş; kızı olduğuna inanamamış, yani bir oğlu varken, ikinci bir oğlu daha olmasını isterken, ben doğmuşum. Anam üzülmüş ama babam çok sevinmiş. Anasını çok seven babam, onun ismini yaşatacağı bir kız evladına sahip olmanın sevinciyle tam kırk yaşında ikinci ve son kez baba olmanın heyecanını yaşamış. Böylece on dört nisan bin dokuz yüz elli ikide Tovmasyan ailesine ikinci bir Takuhi katılmış… Sokakta hiç ip atlamadım, seksek, saklambaç, top oynamadım, komşunun ayva ağacına çıkmadım. Ev işlerini bir oyun gibi gördüm. Suyla sabunla oynadım. Bahçe sulamaya bayılırdım. Bakla, bezelye toplamayı, bağda üzüm salkımlarını sepete özenle yerleştirmeyi ufak yaşta becerebildim. Kim nerede yemek yapsa ben onun yanında dururdum. On bir yaşımda ilk kez tek başıma kek yaptım. On beş yaşıma geldiğimdeyse, evimizde yapılan her yemeğe elimi sokmuştum. Sadece balık ayıklamamıştım. İlk olarak on beş yaşımda tekir balığı ayıkladım. Sonra başladım anamla rekabete. Beğendiğim hanımefendilerden tarifler alıp anama meydan okumaya kalkıştım. Babamı, Yeğya kocadayımı, Partuh dayımı, Ardaş ve Krikor eniştelerimi gurme olarak kullandım. Onlara “Eee Mari, boynuz kulağı geçti.” dedirttim. Ama çok sonra bu atasözünün bir devamı olduğunu öğrendim. Meğer “Boynuz kırılır, kulak kalır” mış…