Jean Kehayan, kendisinin kısa bir özyaşam öyküsü olarak da niteleyebileceğimiz “roman”ı Vatansız’da, seksen yaşındaki yaşlı Bedros’un geçmişe dair anlattıklarını şöyle niteliyor: “Hatıraların, yeni trajedilerin oluşmasını engelleyeceğinden emin, büyük bir iyi niyet ve tertemiz bir bir inançla anlatırdı.” (s.12) Neyi anlatıyor yaşlı Bedros? Elbette ki bugün sıkça tartıştığımız, tartışmamız gereken bir tarihi. 1915 Ermeni ulusunun soykırımını. Soykırım mı, tehcir mi mütareke mi? İnsani açıdan yaklaşıldığında bu nitelemelerin ne önemi var diyeceğimiz bu kavramların, devletler hukuku, uluslararası ilişkiler açısından var. Haftalık Agos gazetesinden izliyorum. Bütün bu kavramları değişik açılardan Taner Akçam işliyor, tartışıyor. Örneğin iki haftadır üye olduğu e-mail grubunda “soykırım”a soykırım demezsek ne diyebiliriz sorusunu tartıştıklarını anlatıyor. Neden mi? Çünkü Türkiye’nin yanılmıyorsam New York konsolosunun; ”’soykırım’ derseniz biz nasıl tanırız; başka bir kavram üretin!” demesinden hareketle “soykırım”a soykırım dersek ne anlama gelir, tehcir dersek ne… Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği soykırım tanımına göre 1915’te yaşananlar “soykırım” tanımına girer mi? Bütün bunlar siyasal açıdan önem taşıyabilir, taşıyordur da elbet ama benim için, bir insan olarak ne anlamı var? Ben çok rahatlıkla, şu sayıda bu sayıda bu kadar insanın öldürülmesini soykırım olarak nitelemek zorunda değilim. Örneğin benim için hangi nedenle olursa olsun, savunmasız, çaresiz tek bir insanın bile kasten öldürülmesi soykırım sayılabilir. 12 yaşında bir çocuğun ve babasının arkasından vurularak öldürülmesini soykırım olarak nitelememek için hiçbir neden yok.
Kaldı ki, sayısı tartışılan, yüz bin, iki yüz bin, beş yüz bin, iki milyon mu insanın; tehcir mi, soykırım mı, mütareke mi hangi kavramsa o, ortada tarihsel bir “utanç” var.
İşte Vatansız bu utançla başlıyor. Setrak (Kehayan’ın babası) ve Güldene’nin (annesi) kırım anlatımıyla. Baba Setrak yedi yaşındadır ve jandarmalar ellerinde silahlarıyla çiftliklerini basar. Büyükleri eve doldurup çocukları dışarıda bırakırlar ve Setrak ellerinden kurtulup kaçar. Kaçmadan son gördüğü görüntü annesinin karnı deşilmiş, babasının kafası parçalanmış cesetleridir. Kaçar Setrak. Günlerce. Harput’tan Fırat’ın kenarına kadar. Ama nereye gittiğini de bilmeden. Günler sonra gözlerini açtığındaysa bir misyoner yetimhanesindedir. Bir rastlantıya bağlı bu kurtuluşun, anne Güldene’ye geldiğinde çok daha büyüğü yaşanır ve Suriye çöllerine sürülen grubun içinde küçücük bir bebek olan Güldene öldü diye bırakılır. Üzerine biraz toprak serpilir. Oradan geçmekte olan yine bir misyoner grubu “toprağın ağladığını” duyar, açıp baktıklarında bebek Güldene’nin ağladığını görürler. Ve bundan sonra misyoner yetimhanelerinde sürecek kısa yaşamları başlar… Bu yaşantının ardından I. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış harap haldeki Avrupa’ya yeni iş gücü olarak gönderileceklerdir. “Geri dönüşü yok” (s. 28) damgalı bu pasaportlar onları Marsilya limanına çıkaracaktır. Bundan sonra romanda 18 yaşına gelene Güldene’nin “Archambaud İplikçilik”in fabrikasında sürecek yaşamını okumaya başlıyoruz. Tümü yetim Ermeni kız çocuklarından oluşan fabrika işçileri, yönetmelikler ve dini eğitimle dolu bir hayat sürerler. Yönetmeliğin dokuzuncu maddesi aynen şöyledir: “işçilerin pazar günleri ve dini tatillerde işyerinde bir arada bulunmaları gerekir.” (s.35) Bu yönetmeliklere uymayan genç kızlar ağır şekilde cezalandırılırlar. Ve Fransa’da böyle işçi çalıştıran fabrikalarda Protestan rahiplerin bir uygulamaları ise, 18 yaşına geldiklerinde kızları Ermeni genç erkeklerle evlendirmektir. İşte o zamana kadar Setrak da, “gürültülü bir limanda çalışıyordu. Kulaklarını korumayı öğrenmişti ama kafası, içinde çan çalıyormuşçasına zonkluyordu. Bu sarhoşluk ancak mesai saati bittiğinde son buluyordu. Bir kimya fabrikasında, bir daha hiçbir zaman parlak olmayacak cildini bozup kirleten çuvallar taşımış, bir şekerleme fabrikasında karnına kadar kaynar sular içinde çalışmıştı. Cumartesi günleri ödenmesi gereken haftalık da bazen unutuluyordu. İçini döktüğü pastörse yorgunluğun ve acılarının hafiflemesi için dua etmesini söylüyordu.” (s.37) Dini bütün bir genç olarak Güldene’yi seçecekti. İkisi kız biri erkek (Kehayan) çocukları olacaktı Sertak ile Güldene’nin. Ama hala bir yabancıdırlar. Yıllar sonra Fransız vatandaşı olmaya hak kazandıklarında dini bütün Setrak oyunu komünistlere verecektir sürekli olarak. Çünkü işçiyi savunanlar bir tek onlardır. (s.64) Babanın yaşı ilerlemiş ve artık emekli olma yaşı gelmiştir. Bu arada babanın dini bütün bir Hıristiyan olarak yaşantılarını nasıl yönlendirdiğini, 2. Paylaşım Savaşı dönemlerini, buradaki Ermeni cemaatinin (bugün diaspora) inançlarının nasıl şekillendiğini okuyoruz. Hemen hepsi soykırımdan kurtulmuş bu insanların “geleceğinin, sadece geçmişlerine olan sadakatleriyle şekillenmekte olduğunun henüz farkında değildim. ” (s.51) diyecektir Kehayan. “Türklerin lanetli, alçak, barbar ve kal/eş oldukları; Kürtlerin, Türklerin aciz uşakları oldukları ve Yahudilerin Türklerle işbirliği içerisinde yüzyılın ilk soykırımının kurbanlarının Ermeni/er olduğunu unutturmak için kendi soykırımlarını anlatıp duruyorlardı.” (s.68–69) (Irkçılığın nerelere varacağını gösteren bu akıl almaz satırları okuyunca İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın “Yahudi soykırımı” ile ilgili sözlerini düşündüm. Irkçı ve yobaz akıl tarihin kendisiyle ilimili bir noktasında donup kalıyor demek ki dedim.) İşte Ermeni toplumu böyle şekilleniyor. Jean Kehayan’ın anlatısında, arka planda tarihsel bir perspektif sürekli değişiyor, akıyor… Ve babası Setrak’ın küllerini serpmek için Türkiye’ye geldiğinde buraların kendisine ne kadar tanıdık geldiğini vurgularken bunu kitabının Türkçe basımının önsözünün daha başlığında yakalayabiliyoruz: “Duvarlardan Köprülere.” Bu ad ve bu önsöz aynı zamanda iki halkın nereden nereye geldiğini de gösteren önemli bir ayrım oluyor. Çünkü annesini ve babasını öldürülmüş olarak gören Setrak, ölürken oğluna şu sözleri söyleyecektir: “Bu evde benim ağzımdan Türklere karşı nefret dolu bir tek söz duydun mu? Diye sordu; nefret asla iyilik doğurmaz. Hıristiyanlığa ait bir duygu değildir. Her şeyi unut, Türkleri affet ki ben cennete gitmeyi hak ettiğime emin olayım.” (s.71) İşçi ve dini bütün Setrak’ın verebileceği en güzel öğüttür oğla bu son sözler. Kehayan’ın bu anlatımını ve mesajını gölgeleyen tek şey ise onun SSCB düşmanlığı. Eski bir komünist yeni bir liberal-solcu olarak niteleyebileceğimiz Keyahan bazen neredeyse çok uluslu, tarihin bu ilk işçi devletini kasıtlı olarak halkların birbirine karşı milliyetçi düşmanlıkları körüklediğini söylemeye kadar vardıracak. Ama buraya geçmeden önce Ankara’ya yaptığı bir ziyaret sırasında tanıştığı Kürt Nazım ile sohbetinden sonra düşündüklerini aktarayım: (…) O dönemde Avrupa’ nın yüzyılın ilk savaşıyla yanıp yıkıldığını hesaba katmıyorlardı. (…) Bir halk topyekûn katledilirken dünyanın ilgisiz kalmasını kabullenemiyorlardı. Tibet’teki katliamlar. Afrika’ nın büyük göllerinin etrafında kökleri teker teker sökülerek katledilenler. Katledilenler her yerde. Büyük bir sessizlik içinde. Nazım can; çözüm üretmek lazım. Tanık olduklarınız, ne kadar yetersiz olduğumuzu gösteriyor. Bu doğru: Sadece dünyamızı yıkmakla kalmadılar, onu tekrar inşa etmeyi deneyeceğimiz bütün araçları da elimizden aldılar. (s.84) Dünyanın bugün yaşadıkları Kehayan’ın liberalizmine bir şeyler söylüyor mu? Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra, savaşların ve katliamların ortadan kalkacağını söylemek en eski burjuva propagandalarından biriydi. Bugün Sovyetler Birliği yok ama dünya üzerinde ne savaşlar ne de katliamlar son buldu. Aksine emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’nden, Büyük Ortadoğu Projesi’ne geçişi çok zaman almadı. Sovyetler Birliği’ne karşı yetmiş yıl boyunca beslediği ve körüklediği gericilik emperyalist merkezlerin uykularını kaçırmaya devam ediyor. Ve Kehayan dünyayı tekrar inşa etmeyi deneyeceğimiz tek aracın elimizden aldıkları “sosyalizm” olduğunu görmek zorunda. Katledilen halkların her yerde büyük bir sessizlik içinde olduğunu söylemek onların birer köle durumuna dönüştürülmesini engellemiyor ne yazık ki! Bugün eski Sovyet halkları içinden ortaya çıkan milliyetçiliği Sovyetler Birliği’nin beslediğini söylemek” kendi kaderlerini tayin hakkını” bu halkların ellerine vermiş bir devlet için büyük bir haksızlık olur. Bu bile hem emperyalizmin körüklediği savaşların hem de onun azdırdığı milliyetçiliği önleyici elimizden alınan bir araç değil mi? Kapitalizmin “milliyet”e her zaman büyük bir gereksinimi var. Sürekli ürettiği büyüklü küçüklü krizlerden çıka bilmenin araçlarından birinin de halklar arasında çıkardığı savaşlar olduğunu bilmeyen var mı? Duvarlardan Köprülere varabilmek için tarihi halklar açısından bir kardeşlik ülküsüyle okumak yetmiyor. Onu sınıfsal temelleriyle de okumak gerekiyor. Hatıraları yeni trajedilerin yaratılmasını engelleyeceğinden emin olarak gören Bedros amcaya uyalım ve hemen şunu hatırlayalım en azından. Çarlık Rusyası’nda soykırıma uğrayarak zorla Anadolu topraklarına sürülen Adıge halkının yok olan kültürlerinin daha ileri giderek unutturulan dil’inin tekrar yaratılmasında ve bugün bu dilde şiirler yazılıp, türküler söylenmesini Ekim Devrimi’ne borçlu değil miyiz? Kehayan, I. Paylaşım Savaşı sonrasının toplumsal havasını nitelerken söylediği: “Sınıf mücadelesi ve sınıf bilinci gibi modern terimler, sosyal mücadelenin analizinden çok güzel havayı ve yağmuru betimlemeye yarayan kadim dillere çevriliyordu.” (s.63) diyor. İşte bu kadim dillerden bir tanesi Adıgece’ydi. Ayrıca bu kavramları “modernizme” aitmiş gibi kullanarak, belirsiz bir “sonraya” göndererek, en önemli araçlarımızı, katliamları yaratanların almalarına gerek kalmadan kendi ellerimizle “hediye” etmiyor muyuz? Kürt Nazım’a basında ve siyasi partiler sisteminde çoğulculuğu benimseyen Türkiye için “totaliter” demeyi haksızlık (s.80) olarak kabul ederken, sonunda başarısız da olsa “halkların kardeşliğin i ” tarih sahnesine sınıfsal bir temelle çıkaran sosyalist devlete yaptığı haksızlığa ne diyeceğiz?
Evet tarihsel süreç içinde iki halkın duvarlardan köprülere evrilmesi dünyamız için vazgeçilmez bir kazanımdır ve umut vericidir. Burada Jean Kehayan’a katılmamak olanaksız. Ama bu tarihe “sosyalizm”in yaptığı katkıları bir kenara atarak bir yere de varılamaz. Sonuçta kapitalizm 1üzyıllar sonra bile, Kehayan’ların, Akçam’ların çabalarıyla o zaman unutulmuş olacak bu “kin”i kaşımanın bir yolunu bulur ve sonra da tarihin tekerrür ettiğini söyleyerek avuçlarını ovuşturmaya devam eder. Olan da yine Setrak’a, Güldene’ye, Ayşe’ye Mehmet’e, Kürt Nazım’a olur.