Askerî darbe döneminde Türkiyeli Ermeniler

Askerî darbe döneminde Türkiyeli Ermeniler
K24
Behçet Çelik
27.02.2025

12 Eylül Döneminde Ermeniler  okunduğunda Ermenilerin başlarına gelenlerin solculukla, sağcılıkla, terörle, anarşiyle ilgisi olmadığı, salt Ermeni oldukları için büyük tedirginlikler yaşadıkları, bazılarının hayatlarının altüst olduğu anlaşılıyor.”

 

1983’ün sonları ya da 1984’ün başları olmalı. Lise birinci sınıfta İngilizce dersinde bize okutulan Now Read On adlı kitapta o sıralarda Türkçede yayımlanmış öykü kitaplarından bazılarını okuyup hayranı olduğum William Saroyan’ın da bir öyküsü yer alıyordu. Sıranın o öyküyü okuyacağımız haftaya gelmesini iple çekmiştim, ne var ki o gün geldiğinde öğretmenimiz Saroyan’ın öyküsünü okumayacağımızı, o sayfaları atlayacağımızı söyledi. Sebebini sorduğumda öykünün ASALA’nın tezlerini yinelediğini belirtti. Evet, sene 1983 ya da 1984, yurtdışındaki Türk diplomatların öldürüldüğüne ilişkin haberleri gazetelerde okuyup televizyonlarda izlediğimiz zamanlar. Saroyan’ın öyküsünü önceden okuduğum için öğretmene bu söylediğinin doğru olmadığını ifade ettiğimde, metinde İstanbul’dan “Constantinople” diye söz edilmesini söylediğinin bir ispatı olarak ileri sürdüğünü hatırlıyorum. Öyküyü yeniden bulup okudum, berberin zavallı amcası Misak’ın Muşlu olduğu belirtiliyor, bir de ta Çin’de Misak’ın bir Arapla Türkçe konuşarak anlaştıkları… Gelgelim, öyküde bunlar bulunmasa bile Saroyan’ın Ermeni olması o öyküyü derste okumamak için yeterliydi zannediyorum. 12 Eylül dönemiydi ve ASALA, Türk diplomatları öldürüyordu.

 

Serdar Korucu’nun Öncesiyle Sonrasıyla 12 Eylül Döneminde Ermeniler/Olaylar Tanıklıklar kitabını okurken haliyle o günkü İngilizce dersimizi hatırladım. Aradan geçen kırk yıl içerisinde bizim o derste Saroyan’ı okuyamadığımız sıralarda İstanbul’daki Ermenilerin aynı nedenlerle (ASALA ve askerî darbe rejimi) neler yaşadıklarını bir nebze öğrenmiştim – ama bir nebze: Hrant Dink’in yazılarından ve onun katledilmesinin ardından anlatılanlardan, yazıya dökülenlerden, biraz da adları öne çıkmış kimi Ermeni devrimcinin 12 Eylül döneminde yaşadıklarına ilişkin yazılıp çizilenlerden. Korucu’nun kitabıysa bu bölük pörçük, çokça eksik resmi olanca açık seçikliğiyle görmeyi mümkün kılıyor. Resmin bütününü de. Yani o dönemde yaşananların salt askerî darbe yönetimiyle ilgili olmadığını, yüz yılı aşan bir politikanın devamı olduğunu da.

 

Resmî görüşün aşağı yukarı şöyle olduğu malumdur sanırım. “Evet, askerî darbe döneminde birçok haksızlık, hukuka aykırılık yaşandı, ama bundan toplumun her kesimi mağdur oldu; Türk de, Kürt de, arada Ermeniler de…” 12 Eylül Döneminde Ermeniler okunduğunda Ermenilerin başlarına gelenlerin solculukla, sağcılıkla, terörle, anarşiyle ilgisi olmadığı, salt Ermeni oldukları için büyük tedirginlikler yaşadıkları, bazılarının hayatlarının altüst olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda Ermeni düşmanlığının her daim kullanışlı olduğu ve sıklıkla devreye sokulduğu da.

 

12 Eylül Döneminde Ermeniler’in girişinde Serdar Korucu’nun kaleme aldığı yaklaşık yüz sayfalık “Şiddet Kıskacında Türkiye Ermenileri: Olaylar ve İnsanlar” başlıklı bir yazı yer alıyor. Korucu yazısında 12 Eylül döneminde yaşananları Türkçe, İngilizce ve Fransızca kaynaklardan referanslarla özetliyor. Bu kaynaklar arasında kitaplar, gazete haberleri, makaleler, meclis raporları, Sıkıyönetim Komutanlığı Askerî Savcılığı’nın hazırladığı iddianame vb’nin bulunduğunu belirttiğimde kitabın nasıl yoğun bir emekle hazırlandığı anlaşılacaktır. Bunların yanı sıra kitabın ikinci kısmı da apayrı bir emek ürünü. Bu kısımda Korucu’nun görüştüğü 22 kişinin 12 Eylül döneminde kendilerinin ya da yakınlarının yaşadıklarına dair tanıklıkları yer alıyor. Bu kısımda anlatılanları Korucu’nun makalesinde geniş bir plan içerisinde aktardıklarının kişilerin gündelik hayatlarındaki tezahürleri şeklinde değerlendirmek mümkün. Nitekim Korucu da yazısında kimi zaman bu tanıklıklara referans veriyor. Yine Korucu’nun yazısından bu kitap için söyleşi vermek istemeyenler olduğunu da öğreniyoruz. “Anlattıkları nedeniyle yakın çevrelerinin zarar görebileceği” korkusu, kitap boyunca aktarılan atmosferin bugün de bir ölçüde devam ettiğinin göstergesi.

 

Korucu’nun aktardığı birkaç olaya dikkat çekmek istiyorum. İlki 12 Eylül’ün hemen ertesinde, daha bir ay geçmeden, 10 Ekim 1980 günü gözaltına alınan rahip Manuel Yergetyan’ın başına gelenler. Yergetyan, Kudüs Ruhban Okulu’na giderken havaalanında gözaltına alınmış, yanında da Kudüs’e eğitim görmeye kendisiyle beraber giden dört öğrencisi varmış. Bu gözaltının ertesinde altı yıl sekiz ay tutuklu kalmış Yergetyan; Türkiye aleyhinde yurtdışında faaliyetler yapmak suçundan Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanıp mahkûm olmuş ve cezası Askerî Yargıtay tarafından onanmış. Yergetyan’ın yargılanması sürecinde gazetelerin oynadığı rolü, gerçeklerin nasıl çarpıtıldığını, ne gibi iftiralar atıldığı, kamuoyunun bu şekilde nasıl manipüle edildiğini açık seçik görüyoruz. Keza Yergetyan’ın bir bahtsızlığı da yargılandığı sırada ASALA’nın yaptığı eylemler olmuş. Gerek yargılandığı sırada gerekse cezası onanıp bir hükümlü olarak cezaevinde bulunduğu sırada ASALA’nın gerçekleştirdiği her eylemde gazetelerde hakkında gerçeğe aykırı haberler yayınlanmış. Yeşilköy’de yakalandığı halde Suriye sınırında sahte pasaportla yakalandığı, üzerinde gizli belgeler, silah ve bomba bulunduğu yalanı pervasızca ileri sürülmüş. Üstelik satır aralarında Ermeni Patrikhanesi’nin de hedef gösterildiği bu haberler sadece sağcı bilinen gazetelerde değil, merkez medya olarak adlandırılan gazetelerde de çıkmış.

 

1980 Ekimi’nde Rahip Manuel Yergetyan’la beraber doktor, öğretmen, iş insanı, vakıf yöneticisi gibi Ermeni cemaatinin önemli simaları da gözaltına alınmış. Bu gözaltılar İstanbul’daki Ermeniler arasında büyük bir tedirginlik yaratmış. O günlerin tanıklarından birinin şu cümlesi bu tedirginliğin mahiyetini çok iyi açıklıyor. “Sadece akıbetleri korkuttu bizi. 1915’te tutuklananlar olmuştu ve ölüme gitmişlerdi. Bunlara da öyle bir şeyler olur korkusu vardı.” Kitapta başka bir bağlamda anılan Senegalli gazeteci ve yazar Boubacar Boris Diop’un, “Soykırımın hafızası paradoksal bir hafızadır: Zaman geçtikçe yaşananı daha az unuturuz” sözünü hatırlamamak mümkün değil bu noktada; bilindiği üzere 1915’te de önce Ermeni cemaatinin önde gelen isimleri tutuklanmış ve sürgüne gönderilmişlerdi. Yergetyan’la beraber gözaltına alınanlar ciddi işkenceler görmüşler, ancak aralarından sadece Manuel Yergetyan tutuklanmış. Yakınlarının anlattıklarına göre gözaltının ardından dışarı çıktıklarında yaşadıklarını anlatmaya çok yanaşmamışlar, ancak Korucu’nun görüştüğü yakınları gördükleri işkencelerin hayatları boyunca onlarda izler bıraktığını söylüyorlar.

 

12 Eylül döneminde yargılanan bir başka Ermeni rahipse Hrant Küçükgüzelyan’dır. O da yaşadıklarını pek anlatmayanlardan. İçeride neler yaşadığı sorulduğunda iki kitap vermiş soruyu sorana: Gulag Takımadaları ve Dr. Jivago. “Der Giragos” adıyla tanınan Küçükgüzelyan gözaltındayken ayrı bir hücrede gözaltında tutulanlardan biri de Hrant Dink’miş. Yıllar sonra Dink, Der Giragos’un bir kulağının “içeri alındığında kulağının üstüne yediği bir tokat darbesi” nedeniyle işitmez olduğunu belirtmiş. Hrant Küçükgüzelyan 15 yıl boyunca Diyarbakır, Mardin ve çevresinde bir heyetle beraber çalışmış ve onların çalışmaları sonucunda, “kimliklerinde Ermeni ve Hıristiyan kaydı olan 8.000’i aşkın insan İstanbul’a göç et[miş]”. Küçükgüzelyan’la ilgili “Tanıklıklar” bölümünde Silva Özyerli şunları söylüyor.

 

Hrant Küçükgüzelyan kimine göre çok sertti. […] Ben belki küçük olduğumdan sert tarafını görmedim. Ama bu kadar büyük bir şeyin sorumluluğunu almak çok zor. Belki biraz ödünsüz olmak zorundaydı. Kim ne derse desin bizi asimile olmaktan kurtardı. Kendi hayatını feda etti bu uğurda. (s. 262)

 

Küçükgüzelyan, Der Giragos, askerî savcılık tarafından Doğu Anadolu’da oturan öksüz Türk çocuklarını da İstanbul’a getirerek onlara Ermeni milliyetçiliği propagandası yapmakla itham edilmiş. Küçükgüzelyan’a 12 Eylül yargısının bile beraat kararı verdiği düşünüldüğünde, savcılığın iddiasının ne kadar mesnetsiz olduğu sanırım daha iyi anlaşılır. Her iki rahip de tahliye olduktan sonra Türkiye’den ayrılmış ve ruhani görevlerini başka ülkelerde sürdürmüşler.

 

Tam bu dönemde ASALA eylemlerinin giderek artması, hatta Türkiye’de de eylem yapmaları Türkiye’deki Ermenileri iyice zor duruma düşürmüş. Yukarıda değindim, gazetelerde yayımlanan kışkırtıcı haberlerin yanı sıra tek kanallı TRT televizyonunda da sürekli ASALA eylemcilerinden Ermeniler diye söz edilmesi ayrı bir tedirginliğe neden olmuş. Kitabın “Tanıklıklar” kısmında o günleri anlatanların bazıları bu dönemde okulda, evde, sokakta, işyerlerinde Türk komşularının, iş arkadaşlarının ne gibi sözlerine, tepkilerine, hatta bakışlarına maruz kaldıklarına değiniyorlar. ASALA’nın diplomat öldürdüğü bir gün bir kadın Ermeni iş arkadaşına bu olayı anlatırken büyük bir gönül rahatlığıyla, “Sizinkiler” diyebilmiş mesela.

 

Bu zorlu dönemde Artin Penik isminde bir Ermeni’nin ASALA’yı protesto etmek için kendisini yakması da ASALA’nın eylemlerini hiç tasvip etmeyen, bunlardan rahatsızlık duyan İstanbullu Ermeniler üzerinde bir başka türden baskıya neden olmuş, daha doğrusu mevcut bir baskı artmış; sadakatlerini ispat etme zorunluluğu, baskısı. Serdar Korucu’nun yazısının başlığındaki “kıskaç” kelimesi meseleyi çok net ortaya koyuyor aslında. “Şiddet Kıskacında Türkiye Ermenileri.” 12 Eylül dönemi Türkiye’deki birçok kesim için, özellikle devrimciler, komünistler, Kürtler gibi “olağan şüpheliler” için çok zorlu zamanlardı; ancak kitaptaki yazı ve anlatımlardan Ermeniler açısından bu zorlukları katmerlendiren iki olgu daha bulunduğu anlaşılıyor: ASALA ve Sovyet Ermenistanı.

 

Kitapta sonraki yıllarda yaşananlar da yer alıyor. PKK eylemlerinin arttığı bu dönemde bu kez “ASALA-Apocu ittifakı” tarzı haberlerin sıkça yayımlanmaya başladığı görülüyor. Korucu’nun bu dönemde gazetelerden tarayarak aktardığı haberler ve devlet erkânından gelen kimi beyanlar dudak uçuklatıcı. 1990’lara gelindiğindeyse bu kez gazetelerde “PKK tarihteki 7. Ermeni örgütüdür” gibi haberler çıkmaya başlıyor ve bu dönemde İstanbul’daki Ermeni kiliselerine saldırılar yapılıyor. 12 Eylül’ün hemen ertesindeki gibi İstanbullu Ermeniler için evlerdeki, sokaktaki ve okullardaki tedirginlikler artıyor.

 

Kitaptaki tanıklıklar kitabın adından da anlaşılacağı üzere çok ağırlıklı olarak 12 Eylül dönemine ilişkin, ama daha öncesiyle ilgili anlatımlar da var. Mesela Masis Kürkçügil’in 1973’te Davutpaşa Hapishanesi’nde tutuklu olduğu sırada bir yüzbaşı bir başka mahkûma, “Bunu aranızda neden yaşatıyorsunuz?” diye sormuş. Bu arada kendileriyle söyleşi yapılanların bir kısmının söze 1915 ve sonrasında aile büyüklerinin başlarına gelenlerden başlayarak anlattıklarını da eklemeliyim. Benzer biçimde 1940’lar ve Varlık Vergisi dönemine değinenler de var aralarında. Bu tanıklıkların tamamı, başta da değindiğim üzere, resmin daha bütünlüklü görülmesi imkânını sunuyor.

 

12 Eylül Döneminde Ermeniler’de bu dönemlerde yaşanmış traji-komik olaylar da yer alıyor. Yakın zamanlarda kaybettiğimiz Aras Yayıncılık kurucularından Yetvart Tomasyan’ın anlattığı olay mesela, ya da Maral ismindeki müzik grubunun söylediği “Aman Avcı” türküsü nedeniyle başlarına gelenler. Yetvart Tomasyan o sıralarda bir ortağıyla beraber süt sığırcılığı yapıyordur ve sabahları eşi Payline Tomasyan’ın çalıştığı Karagözyan İlkokulu’na da süt bırakıyorlardır. Bırakırlarken de kaç kilo süt bırakılmışsa hademeye bunu söylüyorlardır, hademe de bu rakamı müdür yardımcısının ajandasına not ediyordur. Bir sabah Yetvart Tomasyan’ın ortağı hademeyi göremeyince sütü bıraktıktan sonra okuldan içeri girmekte olan Payline Hanım’a arabadan “Kırk bir” diye sesleniyor ve başlarına büyük işler açılıyor, çünkü o gün “meğerse gazetelerde yazılmış ki, yurtdışında kırk birinci temsilcimiz öldürülmüş”. Neyse ki yapılan tahkikatta müdür yardımcısının ajandasına gerçekten de o gün için “Kırk bir kilo” diye not düşüldüğü anlaşılmış – üstelik bazı günler öğretmenler gelen sütten kendileri için aldıklarında bu miktar çıkartılır, kalan rakam ajandaya yazılırmış, o gün şanslarına böyle bir şey olmamış.

 

Maral müzik topluluğunun da bir konserde “Bu dağda maral gezer” türküsünü söylemeleri olay olmuş, topluluğun yönetmeni Gayrettepe’deki İkinci şubeye çağrılıp sorgulanmış. Neden bu türküyü söyledikleri, türküdeki dağın Ararat mı olduğu sorulmuş. Grubun adı Maral, türkü “Bu dağda maral gezer” – sebep çok açık. Neyse ki bu türkü Milli Eğitim imzalı bir kitapta yer alıyormuş, olay daha çok büyümemiş.

 

Bugün gülümseyerek okuyoruz belki, ama o günlerde bunları yaşayanların nasıl tedirgin olduklarını tahmin etmek zor değil. Kitaptaki kişisel anlatımlar özellikle dönemin ruhunu ve bu tedirginliği yakından öğrenmemizi sağlıyor.

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.