Gilles Deleuze, ‘Anlamın Mantığı’ kitabında, Stoacı ahlak anlayışına referans yaparak, ahlaklı olmanın başımıza geleni hak etmek olduğunu ifade eder. Deleuze’ün ifadeleriyle aktaracak olursak, bir insanın yarasını iğrenç hale getiren tek şey, o kişinin başına geleni hak etmediğini düşünerek olaya hınç duyması, yani başına gelene nankörlük etmesidir.
Deleuze bu noktada savaşta yaralanıp yatalak kalan Fransız şair Bousquet’ye gönderme yaparak ahlaklı olmaya dair şunları söyler: “Kendi acılarının insanı ol, onların kusursuzluğunu ve görkemini ete kemiğe büründürmeyi.” Yani Deleuze’e göre ahlaklı biri, başına gelenden ötürü ağlayıp sızlanmayı değil, başına geleni –bu her ne kadar acıya, yaraya ilişkin bir şey olsa dahi- hak etmek için elinden geleni yapmayı tercih edecektir.
Deleuze bu durumu şöyle açıklar: “Başımıza gelene layık olmak, yani ondaki olayı istemek ve ortaya çıkarmak, kendi olaylarının çocuğu olmak ve böylece tekrar doğmak, kendine bir doğum daha yaratmak, bedensel doğumundan kopmak.”
Öyleyse Deleuze’ün “başına gelene layık olmak” olarak ifade ettiği durum, edilgen bir şekilde kaderine razı olmak anlamına gelmez. Aksine, Deleuze’e göre, başına geleni hak eden kişi, o yaranın görkeminden yeni bir şey üreten; kendini tekrardan doğuran kişidir. Başka bir deyişle, Deleuze için ahlaklı olmak ve “başına geleni hak etmek”, acının içine gömülüp karalar bağlamak yerine, bu acıyı bir tür vakurlukla karşılayıp, acıdan yeni bir şey doğurmaktır. Peki, ilk bakışta biraz havada kalıyormuş gibi görünen bu sözleri, edebiyat bağlamında örnekleyerek somutlaştırmamız mümkün müdür?
Geçtiğimiz günlerde Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan Rober Haddeciyan’ın ‘Tavan’ başlıklı kitabı, geçirdiği kaza sonrasında yatalak kalan birinin hikâyesini anlatıyor. İlk olarak 1983’te, ‘Arasdağı’ adıyla Ermenice olarak yayımlanan ‘Tavan’, Türkçe’deyse 1997 yılında Telos Yayınları tarafından Anahid Hazaryan çevirisiyle yayımlanmış. Aras Yayıncılık tarafından yakın zamanda yayımlanan versiyonu ise, gözden geçirilmiş yeni baskısı.
‘Tavan’ın isimsiz anlatıcısı, kaza geçirdikten sonra günlerini yattığı hastane odasının tavanına bakıp düşünerek geçiren, 60 yaşında, İstanbul’da yaşayan bir Ermeni. Anlatı her ne kadar karakterin hastane odasında geçirdiği birkaç haftalık süreyi anlatacak şekilde kurgulanmış olsa da, anlatıcının etrafında gördükleri, serbest çağrışımları, hatıraları, rüyaları, arzuları… sayesinde metin sık sık karakterin zihninde geçmişe gitmeye; onun duygu ve düşünce dünyasına girmeye zemin sağlayacak şekilde kurgulanmış. Peki trajikomik sayılabilecek bir kaza sonrasında yatalak kalan bu anlatıcıyla, Deleuze’ün ‘Anlamın Mantığı’ kitabında bahsettiği ahlak anlayışı arasında bir bağ kurabilir miyiz?
Felaketi kabullenmek
‘Tavan’ tam yedi ay on iki gündür bir hastane odasında yatıp tavanı seyrettiğini söyleyen isimsiz anlatıcının aklından geçenlerle açılır. Orta sınıf bir esnaf olan anlatıcı, sevdiklerine Noel hediyesi almak için dükkânından çıktıktan sonra bir muz kabuğuna basarak yere düşer, ve bu kazanın üzerine yatalak kalır. Anlatıcı, içinde bulunduğu durumu şöyle ifade eder:
“İnsan bu kadar uzun süre mutluluğa bile katlanamaz. İnsan bu kadar uzun süre dinlenmeye, gezmeye, eğlenmeye bile katlanamaz. Meğer insan sadece acıya bu kadar uzun süre katlanabiliyormuş. Sadece hareketsizliğe. Sadece çaresizliğe ve terk edilmişliğe. Bunları öğrenmek de varmış.”
Kazadan evvel bu kadar uzun süre hareketsiz bir bekleyiş içinde yatmayı aklından bile geçiremeyeceğini ifade eden anlatıcı için, çektiği acı zaman içerisinde alıştığı, birlikte yaşamayı öğrendiği bir deneyime dönüşmüştür. Üstelik, anlatıcı her ne kadar romanın başında bu duruma isyan ediyor gibi görünse de, metin açıldıkça karakterin bu durumu epeyce sağduyulu bir şekilde karşıladığını fark ederiz:
“Ben felaketimi kabullendim ve bunun, şu veya bu şekilde kaderim olduğunu biliyorum. 4 ya da 6 Ocak sabahı, yakınlarıma hediye seçerken ya da bir akşam dükkândan eve dönerken, bir muz kabuğuna basacak veya merdivenlerden düşecektim. Gerçekte ben tam altmış yıldır, yani doğduğum günden beri adım adım bu kazaya doğru yürüyordum. Bu buluşmayı kimse önleyemezdi. Daha doğrusu, hiçbir şey, hiç kimse bu buluşmayı engelleyecek güçte değildi.”
Yani, anlatıcı için başına gelen bu kaza onun kaderidir, dolayısıyla bu durumu kabullenmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Zira neredeyse tüm hayatı, bu kazanın çağrısıyla şekillenmiş gibidir.
Bu noktada Deleuze’e dönmekte fayda var. Ünlü filozof, Bousquet’den bahsederken onun meşhur dizesini alıntılar: “Yaram benden önce de vardı, ben onu ete kemiğe büründürmek için doğmuşum.”
Veya sevgili Ulus Baker’in çevirisiyle söyleyecek olursak: “Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum.”
Bu dizeleri belki şöyle anlamlandırabiliriz: Hayatta kimi durumlar vardır ki, gündelik hayat koşturmacasından, gelecek planlarımızdan, maddi – manevi isteklerimizden… bağımsız olarak bir anda başımıza geliverirler. Kimi zaman bir felaket senaryosu olarak karşımıza çıkan bu durumlar, bir anda tüm ampirik gerçekliğimizi değiştirerek, bizleri hayatı bambaşka bir yerden yaşamaya zorunlu kılar.
Başka bir deyişle, bu değişme ve kırılma anlarına yazgılı gibiyizdir. İşte Bousquet’nin yarasıyla, ‘Tavan’ın isimsiz anlatıcısının başından geçen kazayı akraba kılan da tam olarak bu yazgılı olma halidir. Öyle ki, ikisinin de bütün varoluş sebeplerini söz konusu acıyı ete kemiğe büründürmek olarak açıklayabiliriz.
Mağrur olmak
Deleuze’ün ‘Anlamın Mantığı’nda ahlaklı olmayı, başına gelene layık olarak ifade ettiğini belirtmiştik. Ağlayıp sızlanmak, mağdur kimliğine sığınmak yerine mağrur bir tavır takınmak olarak düşünebileceğimiz bu hale, ‘Tavan’ın ana karakterinde de sık sık rastlarız:
“Hayır, pişmanlığın içimi kemirmesine izin vermeyeceğim. Pişmanlık zayıf insanların kaderidir. Doyumsuz insanların. Güçlüysen yaşamın sana sunduklarıyla yetinmeyi bilmelisin. Bunu yapabilirsen pişmanlık kapını asla çalamaz. Ama yapamazsan, yetinmeyi bilmezsen, asla iflah olmazsın çünkü her günün mutluluk ve zevkle dolu olsa bile günün birinde daha fazlasını elde edemediğin için pişman olursun. Doğanın acı bir oyunu bu.”
Öyleyse ‘Tavan’ın isimsiz kahramanı, başına gelen felakete rağmen –ve belki tam da bu felaket sayesinde, yarasını taşımayı bilen, bu yaraya yenilmek yerine oradan yeni şeyler doğurmak için çabalayan; “başına gelene layık” biri olarak karşımıza çıkar.
‘Tavan’ın ana karakterinin başına geleni hak etmek için en kuvvetli araçlarından biri, düşünmektir. Bedeninin yaşadığı sakatlığa, zihninin gücüyle karşı çıkan anlatıcı, durumunu şöyle anlatır:
“Ben yattığım yerden sadece gözle değil aynı zamanda beyinle de görme alışkanlığı kazandığım için hem kulağımla hem de hayal gücüm aracılığıyla her şeyi duyabilirim.”
Yani, metnin anlatıcısı geçirdiği kaza yüzünden çoğu fiziksel kabiliyetini yitirmiştir, fakat bu kaza sayesinde zihinsel faaliyetlerini geliştirmiştir. İşte Deleuze’ün yukarıda alıntıladığımız “kendine bir doğum daha yaratmak, bedensel doğumundan kopmak” ifadesinde bahsettiği durum tam da budur: Bedenin mümkün kıldıklarıyla sınırlı kalmamak, bu sınırlı hali aşmak için uğraşmak.
‘Tavan’daki karakter, bedeniyle kurduğu sınır deneyimini şu şekilde ifade eder:
“Zaman vücudumuzu tahrip edebilir, hafızamız geçmişi çağırıp zamanın götürdüklerini geri getirir. Bırakın, olan olduğu gibi yaşansın. Buna yapacak bir şeyimiz yok kuşkusuz. Ama fragmanları geri çağırıp bir terzi gibi şekillendirebilir ya da bir ressam gibi renklendirebilir, bir pikap gibi titreştirebilir, istediğimiz yerde dondurarak tekrar başa sarabiliriz..”
Yani, her ne kadar vücudumuzun yaşlanmasına, yaralanmasına, sakatlanmasına, acı çekmesine… engel olamasak da, zihnimiz sayesinde bu acıyı aşabilir, hatta bu fiziksel acı üzerinde kontrol sahibi dahi olabiliriz.
Başka bir deyişle, fiziksel olarak başımıza ne gelirse gelsin, “bedensel doğumdan kopup”, söz konusu fiziksel bağlardan kurtulmamız mümkündür. İşte ‘Tavan’ın ana karakteri de hatıraları, rüyaları, kurduğu hayaller ile bu fiziksel bağlardan kurtularak, kendine “yeni bir doğum yaratmayı” başarmış bir karakterdir. Tüm bu sebeplerle de, ‘Tavan’ın anlatıcısının başına gelen bu acı karşısında takındığı tavrın, Deleuze’ün Stoacılardan beslenerek kurguladığı ahlak anlayışına denk düştüğünü söyleyebiliriz. Zira bu isimsiz kahraman, tıpkı Bousquet gibi, yarasını onurla taşıyan bir savaşçı olarak karşımıza çıkar.