1939’da Hatay’ın Türkiye topraklarına dahil edilmesiyle, daha 1915’in yaralarını saramayan Ermeniler için yeni bir göç dalgası başladı. “Belki bir gün geri döneriz” diye gidenlerin hafızasında tek bir imge kaldı: Musa Dağı
Medeniyetler şehri Antakya. Hep böyle bildik. Peki, kaç medeniyet bu topraktan doğdu? Kaç toplum ağacından, suyundan doydu? Kaç kültür filizlendi, kaçı kök saldı? Ve kaçı kökünden sökülüp atıldı? Kaç kökün izi toprakla örtüldü, saklandı? “Halk hazineleri ya ortadan silinip kalkıyor ya da tarih arşivlerine gömülüyor” Dodi Sotiriou “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabında sökülüp atılana, üzeri toprakla örtülene bu sözlerle isyan ediyordu ve bize Anadolu Rumlarından kalma eski bir sözü hatırlatarak, gerçekle yüzleştiriyordu: Ölü gözünden yaş akmaz.
Anadolu’nun şu 4 kelimeye saklanan gerçeğinin gölgesindeki Antakya’nın, I. Dünya Savaşı’nda Fransız mandası olacak İskenderun Sancağı’nın, 1936’dan sonra yeniden yaratılan Hatay’ın üzerindeki toprağı bu yüzden kaldırdık. Türkiye tarihinde tek bir kurşun bile sıkılmadan, masa başındaki bir anlaşmayla sınırları arasına katılan, tarihin en kısa süreli devleti olan Hatay’ın ölülerini bu yüzden dirilttik.
Gazeteci Serdar Korucu’nun Aras Yayınevi’nden çıkan ‘Sancak Düştü: İskenderun Sancağı’ndan Hatay’a Ermeni Meselesi’ ve ‘Ahalinin Gidişi: Musa Dağ 1939′ kitaplarıyla 1936 itibariyle mesele haline getirilen Hatay’ın toprak altındakilerini, ahalisi gitmeden önceyi konuştuk.
Ahalisi gitmeden önce, bugünkü adı Hatay, 1936’ya kadarki adıyla İskenderun Sancağı’nda etnik nüfusu tanımlamak zor. Arap Ortodoks olarak bilinen ama yıllar boyunca kendi içinde de toplumda da farklı isimlerle anılan bir topluluk mevcut. Bu topluluk Sancak nüfusunun önemli bir ayağını oluşturuyor. Ermeniler ise yüzde 11 gibi bir nüfusa sahip. Korucu, bir yanda da Suni-Alevi Türklerin olduğunu hatırlatıyor:
“Kendilerine sorulduğunda onlar Arap-Alevi diyorlar ancak Ankara onlara Türk-Alevi diyor. Hatta Eti Türkleri olarak niteliyor ve Hittit’ten beri o topraklarda olduğunu ve din olarak Aleviliği benimsediğini belirtiyor. O nedenle farklı bir kimliğe sahipler. Türk-Sunilerle Arap-Alevileri, Türk Alevi diye nitelendirip bir oran sağlamaya çalışırsanız, evet, İskenderun Sancağı’nda çoğunluğu elde edebilme olasılığınız var.”
Herkes kendini farklı ifade ettiği için nicelik bakımından kesin konuşulamadığını dile getiren Korucu, “Osmanlı bakiyesi olarak görünen Türkiye Cumhuriyeti’nin homojenleşmiş yapısında İskenderun Sancağı farklı bir yapıya sahip. Orası tüm çeşitliliğe sahip. Burada nüfus sayımı yapmanız, kültürel olarak insanları bir yere toplayabilmeniz çok zor. Daha sonra burası medyada Şarkın İsviçresi olarak lanse edilecek. Çünkü çok fazla dil, çok fazla ırk, çok fazla kültür var. Ve en önemlisi nasıl yönetileceğini kimse bilmiyor” dedi.
Yüzde 11’lik Ermeni nüfusunun Türklere kültürel olarak yakın olduğunu söyleyen Korucu, beraber yaşama konusunda Türkiye’nin yanıldığını dile getirdi.
Hatay meselesi nasıl başladı?
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Hatay, Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedildi. Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması’na göre bu bölge Fransız mandasına bırakıldı. Gazeteci Serdar Korucu bu tarih itibariyle Hatay’ın Türkiye ile pek bir bağlantısı kalmadığını ancak anlaşmaya bölgede yaşayan Türklerin haklarını koruyacak bir şerhin düşüldüğüne dikkat çekti. Korucu, “Çoğunluk olup olmadığı her zaman tartışmalı da olsa İskenderun Sancağı’nda Türk nüfusu mevcut o dönemde. Bu nüfus için de eğitim gibi bazı alanlarda bazı haklar talep edildi. Fransızlar da bunu kabul etti ve İskenderun Sancağı Fransız mandasına geçmiş oldu” diye anlattı.
1936’ya kadar Türkiye’nin gündemine taşınmayan İskenderun Sancağı’nın, Suriyelilerin bağımsızlıklarını talep etmesiyle başladığını ifade eden Korucu, Şam ile Fransa arasında yapılan anlaşmadan bahsetti. 1936 Türkiye’si hükümetinin politikasını anlattı:
“Anlaşmanın hükümlerinden bir tanesinin İskenderun Sancağı özelinde olması bekleniyor. Çünkü sancağın özel bir yapısı var ve Ankara bu yapının korunmasını istiyor ancak korunmuyor. Yani anlaşmada İskenderun Sancağı ile ilgili bir atıf yok. Türkiye önceden Sancak ile ilgili bir mevzuda Paris ile konuşurken, şimdi artık muhatabı Şam olacak. Ankara bunu kabul etmedi. Bunun üzerine de özellikle medya üzerinden İskenderun Sancağı’na özerklik sağlayacak bir kampanya başlattı.”
1936-39 yılları arasında Türkiye medyasının ilk olarak Ermenilere yakın durduğunu söyleyen Korucu, “Ermeniler aslında Türk” tezlerinin ortaya çıktığını ve beraber yaşamanın ne kadar zenginleştirici olduğuna dair kulislerin yapıldığını ifade etti. Ancak Türkiye’nin, 1937 yılına geldiğinde artık bölgedeki Ermenilerle beraber yaşamak istemediğini fark ettiğini belirten Korucu, şöyle konuştu:
“Bu sefer de başka bir politika izleyecek ve Ermenileri ikiye bölecek: İyiler ve kötüler. Kötüler, Türkiye ile beraber yaşamak istemeyen Taşnaklar başta olmak üzere bazı Ermeni gruplar. İyiler, Türkiye’ye yumuşak yaklaşan bölge Ermenileri. Bunların sayısı aslında çok fazla değil. Taşnaklarla olan tarihi rekabetlerinden dolayı en başta Hınçaklar Ankara’ya daha yakın duracak. 1939 sonunda Hınçak Ermenilerinin çok da fazla kalmadığını sadece sembolik bir nüfusun belli bölgelerde yaşamaya devam edeceğini göreceğiz.”
Büyük bir Arap-Ortodoks nüfusun da bölgeden ayrıldığına dikkat çeken Korucu, “Türkiye, göçleri engellemeye çalışsa da çok üzerinde durmayacak. Çünkü daha homojen bir İskenderun Sancağı katılmış olacak. Tabii uluslararası kamuoyunun dikkatini de çekmemek için engellemeye çalışıyor. Çünkü Türkiye’nin bölgeye girerken yollara dökülen insan manzarası çok da pozitif bir görünüm sağlamıyor. O yüzden bu göçü olabildiğince engellemeye çalışacak, engelleyemediğini de yani daha homojenleşmiş bir İskenderun Sancağı’nı Hatay olarak sınırlarına katacak” diye anlattı.
‘Sancak’tan Hatay’a uzanan hikâye
Korucu, Türkiye’nin 1936’da İskenderun Sancağı’nın otonom, özerk bir yapısı olmasını savunduğunu aktardı. Medyada ‘Doğu’nun İsviçresi’ olarak lanse edildiğine vurgu yapan Korucu, sonrasında bu politikanın değiştiğini ve Sancak’ın birdenbire Hatay olarak Türkiye’ye katıldığını göreceğimizi söyledi. Tüm bunların sonunda ise yüzde 10’luk bir nüfusunun gittiği, boşalmış bir İskenderun Sancağı’nın geriye kaldığını dile getirdi.
Korucu, Hatay isminin ortaya çıkış hikâyesini ise şöyle aktarıyor:
“1936’da bu sorun ilk ortaya çıktığında Mustafa Kemal, bölgenin tarihinde hiç olmayan bir isim yaratıyor. O zamana kadar bazen İskenderun Sancağı, bazen de Antakya olarak anılmış. Ancak hiçbir zaman Hatay olmamış. Türkiye, Hatay isminin Hititler’den kalma olduğunu iddia edecek, Orta Asya’daki bir yer olan Hata’dan bu ismi getirecek. Bu dönemde pek çok teori üretilecek. 1936’da birden bir Hatay isminin doğuverdiğini, Mustafa Kemal tarafından yaratıldığını göreceğiz.”
İskenderun Sancağı’nın tek bir kurşun bile sıkılmadan Türkiye sınırına katılma hikâyesini anlatan Korucu, “Avrupa’da Hitler yükseliyor. Fransa’nın başı Nazilerle belada. Tehlikenin arttığı fark edilince Fransa bu kadar küçük bir toprak parçası için Türkiye’yi kaybetmek istemiyor. Çünkü korkusu şu; Türkiye Almanlarla Osmanlı İmparatorluğu döneminde silah arkadaşıydı. Bu arkadaşlığın tekrar depreşmesi çok olası. Hitler’in Mustafa Kemal’e olan hayranlığı da biliniyor. Bunu öngörebilen Fransızlar, Türkiye’yi olabildiğince lehlerine döndürebilmek için İskenderun Sancağı’nı biraz daha rahat bırakıyorlar” dedi.
Genç cumhuriyetin önderinin en büyük mirası Hatay. Mustafa Kemal, Hatay’ın Türkiye topraklarına katılmasını göremedi. Ancak, ölümünden önce Adana’da yaptığı konuşması Ermenilere olan duruşunu ortaya koyuyor:
“Mustafa Kemal’in cumhuriyetin ilanından önce Adana’da yaptığı bir konuşması var:
Ermenilerin bu topraklarda hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihinde Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk yaşayacaktır. 16 Mart 1923 Mustafa Kemal”
Korucu bu ifadelerin, çok açık ve net Türkiye topraklarında başka hiç kimsenin hakkı olmadığını sadece Türklerin hakkı olduğunu ortaya koyduğuna dikkat çekti. Bu sözleri neden Adana’da söylediğine ilişkin olaraksa Korucu, “Çünkü Kilikya topraklarında her zaman Ermenilerin hak iddiası oldu. Bu nedenle Adana’da o açıklamayı yapması manidardı” diye konuştu.
Türkiye’nin Ermeni politikası
Ankara’nın Ermeni politikasının her zaman çok inişli çıkışlı olduğuna vurgu yapan Korucu, “Tarihe baktığınızda, iyi olarak tabir edilecek Ankara’nın sevdiği Ermeni nüfusu da oldu. Daha doğrusu yönetimin kendine uygun gördüğü Ermeniler oldu. Bu sadece Ermenilerde değil, Rumlarda ve Yahudilerde de oldu. Ancak bu bireysel bazdaydı. Halkın geneline baktığınızda tüm azınlıkların her hareketlerinin izlendiği, seyahat haklarının bile izne bağlı olduğu bir genç cumhuriyetten bahsediyoruz. Herkes Türk, hiçbir problem yok gibi bir imaj çizilse de en basit alanlarda bile kısıtlamaların olduğu bir dönem var. Bu yüzden Ermenilere karşı rahat ya da kucaklayıcı bir bakış açısı yoktu” dedi.
1936 ile beraber ‘Ermeniler Türk’ iddiasıyla kapsayıcı bir politika yaratılmaya çalışıldığından bahseden Korucu, Türkiye’nin karşısında kendisinin bölgeye girmesini isteyecek bir topluluk yaratmaya çalıştığını söyledi. Buna rağmen hikâyenin sonunda ise diğerleri gibi onların da Varlık Vergisi ve 20 Kur’a Nafia Askerliği’ne tabi tutulduğunu söyledi.
Ahalinin gidişi
Bölgedeki Ermeni toplumunun ise, 1937-38’den itibaren Türkiye’nin gelmek istediğinin farkında olduğunu söyleyen Korucu, o tarih itibariyle toplum arasında gitmek isteme halinin baş gösterdiğini anlattı:
“Küçük küçük göçler var ama en büyük kırılma 1939’da oluyor. İskenderun Sancağı’nın devlet olması ve ardından Türkiye’ye katılmasının ardından büyük bir Ermeni nüfusunun göç ettiğini göreceğiz.
İkinci kez dağa çıkmayı düşünüyorlar ancak başarılı olamayacağından çekiniyorlar. Bir de “geri döner miyiz” ihtimali üzerinde duruyorlar. Çünkü bir gün bir denge değişir ve o topraklara geri döneriz umudunu canlı tutuyorlar. Bu yüzden gidenlerin her şeylerini almadan gidişini böyle açıklayabiliriz. Ahali giderken tekrar dönüşü düşünüyor. Sonra tabii bakıyorlar ki, dönemiyorlar.”
Kalanların hafızalarının da gidenler kadar trajik olduğunun altını çizen Korucu, “Ağaçların tepesine çıkmışlar, akrabalarının gidişlerini görmüşler. Bayağı sert bir kırılma çünkü kalanlar için de trajik bu gidiş hali. Musa Dağ’ın 7 köyü varken tek köy kalıyor. Kalanların hepsi de bu tek köyde birleşiyor. Bu 7 köyde yaşam sürecek kadar Ermeni kalmıyor Musa Dağı’nda. Boşalan köylere Türk nüfusu hızla yerleştiriliyor ve yabancılaşıyorlar kendi köylerine. Bir yandan kalmak da çok zor” dedi.
Her gidenin hafızasının farklı işlediğine dikkat çeken Korucu, “Lübnan Ancar’a gidenler göç hattını hatırlıyor. Çok fazla insan ölüyor. Bu yüzden sürekli ölüm, yağmur ve salgın hastalıkları hatırlıyorlar. Ancarlıların göç hafızası ağırlıklı bunun üzerine kurulu. Ermenistan’a gidenler, yoksulluk hatırlıyor. Çünkü Musa Dağı’ndayken kendi bahçeleri, kendi evleri vardı. İklim çok daha yumuşaktı. Sonrasında Ancar’a oradan Sovyet Ermenistan’ına gittiler. Ermenistan o dönem yokluklar içerisindeki bir ülke. Buldukları şey onları çok korkuttu. Yine yeniden her şeyi baştan kurmak zorundalar. Bu sefer de akılları yine Musa Dağı’nda kalıyor, “Biz orada çok zengindik, çok rahattık” diye. Hafıza oradaki variyeti, zenginliği hatırlıyor” diye konuştu.
Korucu, Musa Dağı’nın köylerinde yaşam süren Ermeni nüfusunun bölgedeki tüm komşularıyla yakın ilişki içerisinde olduğunu ve düşmanlık hatırlamadığının da altını çizdi.
Bölgedeki problemin etnik değil tamamen siyasi olduğunu dile getiren Korucu, “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamamak istemekle ilgili bir problem var. Bunun nedeni 1915. 1915’in üzerinden çok kısa bir zaman geçmiş hiç kimse güvenerek yine beraber yaşamak istemiyor. Aradaki en büyük engel o. Türkiye’de çıkan resmi raporlarda bile böyle olduğunu söylüyor. Dahiliye Nezareti yani dönemin İçişleri Bakanlığı raporunda “Ermeniler neden gidiyor? sorusunun cevabını geçmişteki korkular” diye yazıyor. 1915 çok yakın yaşanmış, direnenler hayatta, yakınlarını kaybedenler hayatta. Bu insanlar Türkiye ile beraber yaşamak istemiyor. Genç cumhuriyet kendini tamamen Osmanlı temelleri üzerine inşa etmedi ama buna rağmen istemiyorlar” diye anlattı.