Beni Buralar Çekiyor

Beni Buralar Çekiyor
Agos Gazetesi
Hrant Dink
08.06.2001

Asıl ününü solculuğundan almış olan bir Fransız Ermenisi Jean Kehayan ve şu günlerde Türkiye’de. Gençlik yıllarımızın meşhur “Kırmızı Proleter Sokağı” kitabının yazarıyla, kısmette yıllar sonra tanışıp yarenlik etmek varmış.

 

Onun adını yıllar sonra, geçen yıl Fransız Meclisi’nde kabul edilen “Ermeni Soykırım Tasarısı”nın yasalaşması sonrasında da duyduk. Fransız Ermenilerinin büyük çoğunluğu tasarının yasalaşmasını coşkuyla karşılarken, o, iki ünlü Fransız aydınıyla birlikte kaleme aldığı bir bildiride soruyordu:

“Aldığınız bu kararla Türkiye’nin ve Ermenistan’ın demokrasi mücadelesine katkıda bulunduğunuzu mu sanıyorsunuz?”

 

İlk bakışta, bu tür çıkış yapan kişiyi Ermeniliğinden uzaklaşmış biri olarak düşünebilirsiniz. Ama Jean’ı tanıdıkça onun sıkı bir Ermeni olduğunu da anlıyorsunuz… Tıpkı hâlâ sıkı ve iflah olmaz bir solcu olduğu gibi.

 

‘Sovyetizm’in eleştirisi

Solculuğundan başlamak doğru olacak galiba…

Genç yaşından itibaren Fransız solu içinde yer alır Jean, 1972 yılında Fransız Komünist Partisi tarafından gazeteci kimliğiyle Moskova’ya gönderilir. İki yıl Moskova’da kaldıktan sonra kendisine tercümanlık eden şirin Fransız ile evlenir. Jean, Fransa’ya döndüğünde “Kırmızı Proleter Sokağı” adlı kitabın yazarıdır artık. Kitabında Sovyetler’de gördüğü çelişkileri anlatır ve sistemi sert bir dille eleştirir. Sovyetler’in sosyalist bir sistem olmadığını vurgular. Anlattıkları geniş yankı yaratır. Kitabı tüm dünyada 17 değişik dile çevrilir ve 500 bin satar. Sonuçta, Fransız Komünist Partisi Jean’ı kara listeye alır. Ama Jean yılmaz, iki yıl sonra bir kitap daha yazar ve tezlerini ısrarla savunmayı sürdürür. Sonunda Komünist Partisi’nden atılır.

 

Bir solcunun “Benimkiler”i

Fransız Komünist Partisi’nin fırtına çocuğu o günlere daha zengin bir gözle bakıyor artık.

“İşçi çocuğuydum, 18 yaşımdan başlar solculuğum. Zaten yaşıtlarımın tümü de Marksistti, başka türlüsü düşünülemezdi. Benim diğerlerinden farkım ise sırtımda taşıdığım Ermeni tarihiydi. Ama biz solcular için bu türden sorunlar o dönemde ufak ayrıntılardı. Biz dünyayı ve tüm sorunlarını bir kerede düzeltecektik. Bütünü halledecektik, parçalarla ayrıca uğraşmak gereksizdi. “Şimdi yetişkin bir kızım, bir oğlum ve üç de torunum var. Oğlumun ‘Baba, kendini dünyaya verdin, ama bize ne zaman vereceksin?’ dediği gün sarsıldım. O ana kadar aklımca ben çocuklarımın da geleceği için çalışıyordum, ama işte o gün ‘Benimkiler’ kavramı ile tanıştım.”

 

Ermeni Jean

Jean’ın Ermeni kimliği e ailesine ilişkin anlattıkları ise bildik bir öykü.

“Babam ve annemi 1915’den sonra yetimhanelere almışlar. O günlerin acısını bizzat yaşayan annem ve babam, ailelerinin nasıl öldürüldüklerini, kendilerinin Fransa’ya nasıl getirildiklerini hemen her gün anımsıyorlar ve yaşayabildikleri her yeni gün için Allah’a şükrediyorlardı. Onların bu ruh haline yakından tanık olarak büyüdüm ve o tarihsel sorunu hemen her gün sırtımda taşıdım. Ama dedim ya, özel olarak bu soruna endekslenmeyi solculuğuma da bir tür ihanet sayıyordum. Ne var ki gazeteciydim ve Ermeniydim, insanlar benden bu sorun üzerine de yazmamı bekliyorlardı. Ermeni yanım üzerine ancak 20 yıl önce yazmaya başladım. Yazdıklarım daha ziyade annem ve babamın öyküleri üzerindendi ve 300 sayfayı aşıyordu. Daha sonra bunları 100 sayfaya kadar özetledim. Sonuçta annem ve babam için hazırladığım kitabım L’apatrie’yi dört ay önce yayımladım. L’apatrie’yi kelime olarak ben ürettim, ‘Vatansız’ anlamında kullanıyorum.”

 

Benzer öyküler

“Ve işte şimdi bu kitap beni o sırtımda taşıdığım yükten kurtardı, kendimi müthiş rahatlamış hissediyorum. Kitaba gösterilen ilgiden de anlıyorum ki annem ve babam ile ilgili yazdığım bu kitap sadece onların öyküsü değil, orada tüm Ermenilerin öyküsünü bulmak mümkün.”

Jean’ın babası Setrak aslen Harputlu. Çocuk yaşta, öldürmelerin başladığı zaman bir başına kalmış ve başlamış kaçmaya. Gece gündüz, dağ bayır demeden bir su kenarına varmış.

“Babam derdi ki, o su Fırat’tı. Vücuduna kenarda bulduğu asmakabaklarından bağlayıp kendisini suya bırakmış. Sonrasını hatırlamıyor, gözlerini açtığında İstanbul’da bir yetimhanedeymiş.”

Kehayan yetimhanenin adını anımsamıyor, ama muhtemelen babasının getirildiği yer Karagözyan Yetimhanesi olmalı. Bunu dile getirdiğimde heyecanlanıyor. “Beni götürür müsün?”

Götürüyorum, görüyor. Ruhunda nasıl fırtınalar yaşadığını benim anlatmam mümkün değil. Ama kâğıdı kalemi çıkarıp anında notlar alışından belli ki, döndüğünde o muhteşem yazılarından birinde, hislerini kendine has duyarlılığıyla zaten aktaracak. Baba Setrak, birkaç yıl yetimhanede kaldıktan sonra misyonerler tarafından Fransa’ya götürülmüş. Babasından dinlediği öyküyü bize de aktarıyor Kehayan:

“Savaş sonrasında Fransızların çok insana ihtiyacı varmış. Her yerden, özellikle de gürbüz ve sağlıklı delikanlıları alıp işyerlerinde çalıştırmak için götürmüşler. Babam da onlardan biriydi. Çok çalışırdı ve İncil’i de elinden hiç bırakmazdı. Her gün, bir gün daha yaşadığı ve çocuk sahibi olduğu için şükrederdi.”

 

Toprak ağladığında…

Annesinin öyküsü ise çok daha ilginç, çok daha efsanevi.

“Annem Karayakup köyündendi. Bebekken ailesiyle birlikte Suriye’ye göçürülmüş. Der Zor’da hastalanmış, öldü sanmışlar. Jandarmalar bebeği bir kenarda, bir toprak kümesinin üstüne bırakıp üstüne biraz toprak atmış ve yollarına devam etmişler. Daha sonra bir araçla oradan geçen misyonerler toprağın ağladığını duymuşlar. Eşeleyip bakmışlar ki bebek annem uyanmış, ağlıyor.

Annem daha sonra Halep’te bir yetimhanede büyütülmüş. Sonunda misyonerler onu da Fransa’ya götürmüşler.”

 

Benim annem, güzel annem…

Bir de Kehayan’ın babası ile annesinin tanışma öyküsü var… O zamanlar misyonerlerin bir taktiği varmış. Zaman zaman ayrı işyerlerindeki yetim gençleri bir yerde toplar, birbirleriyle buluşturur ve evlenmelerini sağlarlarmış. Jean’ın anne ve babasının evlenmesi de bu şekilde gerçekleşmiş. Babası anlatırmış… “Beni ve daha birçok delikanlıyı otobüslerle bir yere götürdüler. Orada çokça kızlar varmış, onların içinde birini beğenecek ve onunla evlenecektik. Ama ben hepsini teker teker iyice göremeyeceğimden korkuyordum. En önemlisi de ilk sıralarda içeri girmekti, sona kalındığında en güzelleri bitmiş oluyordu. Ben de ne yapıp ettim, otobüsten en önde indim ve annen, o güzel kız işte tam karşımdaydı, herkesin içinde fark ediliyordu. Ben onu seçtim.”

 

Diasporaya düşen

Ünlü bir gazeteci olan Jean daha ziyade Marsilya gazetelerinde çalışır ve yankı yaratan işlere imza atar. Gorbaçov’la yaptığı meşhur söyleşi, Arafat, Perez gibi liderlerle yaptığı görüşmeler onun Avrupa’da tanınmış bir isim olmasına yol açar. Sıcak olayların olduğu bölgelerde çalışmayı seven Jean, Ermenistan’ın bağımsızlık günlerinin de yakın tanığıdır.

“Bağımsızlık gününün tüm hareketliliği Levon Ter-Petrosyan’ın yanında yaşadım. Petrosyan’ı eskiden tanırdım, Rusya’da tutukluyken onun serbest bırakılması için gazetemde bir bildiri yazmıştım. O dönemde başlamıştı dostluğumuz. Bir gün onunla bir şey içmek için dışarı çıktık. Sovyet alışkanlığındaki gibi konyak içeceğimizi sanıyordum, ama öyle olmadı, ayran içtik. Ona, ‘İşte değişim başlıyor,’ dedim. Ama Petrosyan’ın ayranı içerken söylediği, bugünkü gerçeği o günden ifade eden bir sözü var ki, hiç unutmuyorum. Şimdi esas problemler başlayacak’ diyordu Petrosyan. Sosyalist sistemde belli bir refah içinde yaşayan insanların sosyalist düzenin üstünde bir beklentileri vardı artık. Daha çok para ve daha çok özgürlük. Ne yazık ki ikisi de gerçekleşmedi ve bir kez anlaşıldı ki özgürlük sadece sınırları belli bir toprağa sahip olmakla, ya da bayrağınızın dalgalanmasıyla sınırlı bir kavram değil.”

 

Anadolu hasreti

Jean’ın Türkiye’ye, Türklere bakışı da kafasındaki özgürlük kavramı kadar geniş. “Hep arzuladığım şey çocuklarımız ve gençlerimizin Türklerle bir masaya oturması ve şu soruyu sormaları: ‘Şimdi, bundan sonra ne yapacağız?’ ‘Türklerle bir araya gelinmez’ düşüncesi artık yıkılmalı. Oturup 1915’te neler olduğunu, sadece bunu konuşmak bile benim için yeterli. Ben toprak istemiyorum, borç istemiyorum. Ararat’ı da istemiyorum, sadece özgürce gelip görmek ve hasret gidermek benim için yeterli.”

 

Sadece gerçeği istiyorum…

Jean’ın ilk gelişi değil bu, daha önce birkaç kez işi gereği İstanbul’da bulunmuş. Bu kez ise Anadolu’yu gezmeye gelmiş. Anadolu hasreti had safhada. “Düşünün bir kez, ben Anadolu’da bir çoban olabilirdim, ne oldu da Fransa’da gazeteci oldum? Hayatım boyunca bunu düşündüm. Buralarda kendimi daha iyi hissediyorum. Bunu söylediğimde Fransız Ermenileri beni deli sanıyorlar, şaşırıyorlar. Ama niçin gizleyeyim, buralar mesela beni Erivan’dan daha çok çekiyor.”

 

Saf özgürlük

Jean babasından devraldığı aristokrat bir öyküyle tanımlıyor gerçek ve saf özgürlüğü. “Size anlattım, babam sıradan bir proleterdi ama evlendiğinde bir kuyumcu arkadaşı, o dönem yakaların dik durması için kullanılan plastik yassı çubukların yerine, altından iki yakalık (balen) hediye etmiş babama. Babam da onları düğünde kullanmış. Tabii yakasının içinden görülmediği için, balenlerin altın mı plastik mi olduğunu kimse anlayamamış. Bir babam bilirmiş yakasının içindekinin altın olduğunu, tıpkı benim de şimdi kafamdaki özgürlüğün kıymetini bildiğim gibi.”

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.