Her soykırımın karar alıcıları ve uygulayıcıları var. Karar alıcılar biliniyor, tanınıyor, ama uygulayıcılar genellikle gölgede kalıyor. Ermeni Soykırımı’nda da Talât Paşa’ya ve İttihat-Terakki’nin yönetici kadrosuna odaklanılıyor, orta ve alt kademelerdeki failler pek söz konusu olmuyor. Oysa soykırımlar bu “sıradan” failler vasıtasıyla işleniyor, onların yapıp ettikleriyle hayata geçiriliyor. Bu faillerin öyküleri mercek altına alındığında, soykırımların ideolojik-politik arka planı, organizasyonu, bürokratik mekanizmaları gözler önüne seriliyor. Tarihçi Ümit Kurt da Aras Yayıncılık’tan çıkan “Kanun ve Nizam Dairesinde – Soykırım Teknokratı Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun İzinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet Mekanizması” adlı kitabında böyle yapıyor ve Yahudileri ölüm kamplarına gönderme emrini uygulayan, Hannah Arendt’in ünlü eseri “Kötülüğün Sıradanlığı”nın esin kaynağı olan Adolf Eichmann’ın “ruh ikizi” diyebileceğimiz Mustafa Reşat Mimaroğlu’nu karşımıza getiriyor. Mimaroğlu Eichmann gibi bir “masabaşı katil”, 24 Nisan 1915 tutuklamalarını yapan, Ermeni aydınların, siyasetçilerin idamında parmağı olan, tehcirin altyapısının hazırlanmasında pay sahibi bir Osmanlı bürokratı. İnsanlığa karşı suç işlemekten yargılanan bu bürokratı Eichmann’dan farklı kılan özelliği, sürgün edildiği Malta’dan dönüşünde, yeni rejimin devlet kademelerinde hızla yükselmesi, el üstünde tutulan bir bürokrat olması. Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun, bu “soykırım teknokratı”nın Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan “başarı öyküsü”nü, bu öykünün “devlet aklı”nın sürekliliğine dair söylediklerini Avustralya-Newcastle Üniversitesi öğretim üyesi Ümit Kurt’tan dinliyoruz.
Yeni kitabınız Kanun ve Nizam Dairesinde – Soykırım Teknokratı Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun İzinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devlet Mekanizması öncesinde, Antep’teki üç “sıradan” failin biyografileri üzerinden Ermeni Soykırımı’na bakmıştınız. Antep 1915: Soykırım ve Failler (İletişim Yayınları, 2018) kitabınız ile Kanun ve Nizam Dairesinde arasında nasıl bir bağ ve ayrım var?
Ümit Kurt: Merceği ne kadar daraltırsanız büyük resmi görmeniz o kadar kolaylaşır. Mikro ölçekli çalışmaların alâmet-i farikasıdır bu. Antep özelinde yaptığım çalışmada ekonomik motivasyon ön plana çıkmıştı. Üç farklı “persona”yı ele almıştım: Siyasi elit Ali Cenani Bey, sivil bürokrat ve ideolojik bir elit olan Ahmet Faik Erner ve daha çok kariyeri için hareket eden, alt-orta ölçekli askeri bürokrat Mehmet Yasin Sani Kutluğ.
Esas olarak kitabın sorusu şuydu: Bu kişiler neden ve hangi motivasyonlarla bu suça iştirak ediyorlar? Antep 1915: Soykırım ve Failler literatüre naçizane bir özgün katkıydı. Çünkü ilk defa mikro ölçekte, soykırım gibi kolektif bir suça katılan hem sıradan Müslümanlara hem de farklı siyasi, ideolojik, askeri elitlerin biyografilerine bakıyordu. Bu faillerin soykırım sonrası yaşamlarına da odaklanıyor ve kariyerlerinde yükseldiklerini ortaya koyuyordu.
Kanun ve Nizam Dairesinde ise en basit tanımıyla bir devlet memuru olan Mustafa Reşat Mimaroğlu’nu merkezine alıyor. Aslında metodolojik olarak prosopografik bir çalışma. Ermeni Soykırımı’nın organizasyonuna, bürokratik olarak kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiğine odaklanıyor. Buna odaklanırken Mimaroğlu gibi bürokratların cumhuriyet dönemi kariyerlerine, hayat hikâyelerine de bakıyor.
İttihat ve Terakki ile cumhuriyetin sürekliliği tartışılagelen bir meseledir. Bu mesele hakkında İttihatçı kadroları ele alan okumalar, değerlendirmeler yapılıyor, ama daha çok bilindik isimler üzerinden gidiliyor. Mustafa Reşat Mimaroğlu gibi bürokrat/teknokrat kadroları, hele de Mekteb-i Mülkiye çıkışlı kadroları inceleyen bir çalışma yok. Dolayısıyla, biraz da kitlesel bir şiddet eylemi olarak soykırımın bürokratik ve idari mekanizmalarının nasıl işlerlik gösterdiğine baktım.
Önceki kitabınızdaki “Failler hangi motivasyonlarla soykırıma iştirak ettiler?” sorusunun yeni kitabınızda “Bu operasyon nasıl gerçekleşti?” sorusuna dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?
Tam olarak öyle. Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun motivasyonlarını irdelemeye çalışıyorum, ama daha çok onun yer aldığı bürokratik yapıya, Siyasi Şube’ye bakıyorum –ki o yapı çok kritik bir yerde, İttihat ve Terakki devlet aygıtının neredeyse merkezinde duruyor.
Az önce İttihat Terakki-Cumhuriyet sürekliliği tartışmasına değindiniz. Mustafa Reşat Mimaroğlu gibi alt-orta ölçekte yer alan bir faili merceğe almanız bu literatüre nasıl bir katkı yapıyor?
İlk defa Erik Jan Zürcher Milli Mücadelede İttihatçılık (İletişim Yayınları, 1984) adlı kitabında bu süreklilik tezini ortaya koydu. Hatta sürekliliğin Demokrat Parti’ye, 27 Mayıs 1960’a kadar olduğunu savunuyordu. Bu argümanla ilgili bir diğer önemli çalışma da Hans-Lukas Kieser’in Talât Paşa –İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı (İletişim Yayınları, 2018) adlı biyografi kitabı. Kieser de yeni rejimin, modern ulus devletin kurucu babaları dışındaki diğer kurucu figürlerinin, sadece Mustafa Kemal’in değil, Talât Paşa’nın da omuzlarından yükseldiğini söylüyordu.
Ben bu argümanları biraz ayaklarının üzerine oturtmaya, biraz daha somutlaştırmaya, ete kemiğe büründürmeye çalışıyorum. Bunu da alt, orta ve orta-üst ölçekli bürokratik figürlere bakarak yapmaya çalışıyorum. Sürekliliği bu kadrolar üzerinden okumaya gayret ediyorum.
Bu açıdan bakınca da bazı şeyler net bir biçimde ortaya çıkıyor.
Neler mesela?
Talât Paşa Dahiliye Nazırı, daha sonra, 1917’de Sadrazam oluyor. Ama aslında Ocak 1913’ten sonra, Hans-Lukas Kieser’in de vurguladığı gibi, Osmanlı’da iç siyasetin tek patronu. Enver Paşa’yı ordunun tek patronu gibi düşünürsek ve Birinci Cihan Harbi’nde farklı cephelerde de savaştığını göz önüne alırsak, neredeyse en etkin siyasi karar alıcı Talât. Talât’ın güvendiği, onun tornasından çıkmış, onunla mesai yapmış, çevresindeki diğer İttihatçıların çalışkanlıklarına, güvenilirliklerine, vatanseverliklerine kefil olduğu bürokrat ve teknokratların yeni rejimin kadrolarında çok önemli pozisyonlar bulduğunu görüyoruz. Bu da şunu gösteriyor: Mustafa Kemal, Talât’ın birlikte çalıştığı, verim aldığı, itaat ve sadakatlerinden şüphe duymadığı bürokratlarla çalışmış, onlara itimat etmiş.
Talât ve Enver gibi isimlerin ardına geçip bu bürokratlara, Mimaroğlu gibi faillere bakmak niçin ayrıca önemli?
Soykırımlar kolektif şiddet eylemleridir. Ermeni Soykırımı’ndan Holokost’a, hepsi muazzam ölçekte organizasyon, idari ve bürokratik mekanizma gerektiriyor. Çünkü soykırımın uygulanması için zemin etüdünün yapılması, alt yapının hazırlanması gerekiyor.
Tabii ki soykırımları soykırımcılar yapar. Soykırım uygulama kararlarını alanlar siyasi karar alıcılar dediğimiz kişiliklerdir. Fail kategorisine baktığımızda bunları politik/ideolojik elitler diye bir kategoriye ayırmak mümkün.
Ancak, soykırıma uğrayacak gruplar, topluluklar kimlerse, bunlarla ilgili alınacak kararlarda ve soykırım uygulanmalarında, alt-orta ölçekli ve tabii biraz da ortanın üstü kademede bulunan, devlet bürokrasisinde önemli pozisyonlarda yer alan bürokrat ve teknokratlar da önemli rol oynuyor.
24 Nisan 1915’teki tutuklamalar yapıldığında Siyasi Şube’nin Ermeni Masası şefi Mustafa Reşat. Yani İstanbul’daki Ermeni aydın ve siyasetçilerin, yüksek meslek gruplarındakilerin tutuklanmasından bizzat sorumlu.
Nasıl roller oynuyorlar?
Birincisi, bunlar karar alıcılara data sunuyor. İkincisi, onların önündeki bürokratik ya da idari birtakım engelleri temizleyerek soykırıma giden yolu açıyorlar. Üçüncüsü, karar alıcılara bir know-how sağlıyorlar. Yani bu tür muazzam ölçekli kitlesel şiddet eylemlerinde karar alıcılar bir karar alıyor, ama bunun kuvveden fiile geçmesinde, bu kararın uygulanmasında bu uygulayıcılar karşımıza çıkıyor.
Tarihçi Christopher Browning’in grass-root dediği “sıradan failler” var. Ermeni Soykırımı özelinde, sıradan Müslüman siviller bunlar. Bu “sıradan faillerin” dışında bir de bu tür bürokrat/memur zihniyetli, “devlet aklı”yla hareket eden kişiler var. Bunlar kendilerine verilmiş görevi harfiyen yerine getiren, içinde bulunduğu örgütün ya da organizasyonun etiği, kuralları, prensipleri neyi gerektiriyorsa ona göre hareket eden kişiler. Bu bir açıdan onlara meşruiyet de sağlıyor. Zaten eylemlerini meşrulaştırırken “vatanın, milletin, devletin bekası ve selâmeti için yaptık” diyorlar. Bununla donatıldıklarına inanıyorlar.
Mustafa Reşat Mimaroğlu için de bu böyle; içinde bulunduğu organizasyonun, yani İttihat ve Terakki’nin lideri Talât’a her şekilde itaat eden, karar alırken onun işini kolaylaştıran, ona bilgi sağlayan, önündeki engelleri temizleyen tarihsel bir figür.
Mimaroğlu gibi figürlerin “bürokratik ya da idari birtakım engelleri temizleyerek soykırıma giden yolu açtıklarını” söylediniz. Karar alıcılar kendi bürokratik mekanizmaları içinde nasıl engellerle karşılaşıyorlar?
Soykırım dediğimiz kitlesel şiddet eylemleri belli bir tarihsel süreç içinde, belli epizotların toplamıyla gerçekleşir. Doğrusal-çizgisel bir hatta ilerlemez. Eksiksiz, kusursuz işleyen bir mekanizma değildir söz konusu bürokratik mekanizma. Bütün kitlesel şiddet eylemlerinin doğasında vardır zaten bu. Holokost’ta da eksiksiz, kusursuz işleyen bir bürokrasisi yoktur, Ermeni Soykırımı’nda da.
Ama ciddi bir idari mekanizmanın varlığı şart ve bu büyük idari çarkın dişlilerinin senkronize ve koordine çalışması gerekiyor. Mimaroğlu gibi bürokratlar o çarkın uyum içinde işlemesi için üzerlerine düşeni yaparlar. Bu nedenle o mekanizmaları anlamak için Mimaroğlu gibi failler, karakterler önemli. Çünkü bu faillerin etkin rol oynadıklarını, hadisenin kendisini etkin hale getirdiklerini düşünüyorum. Kimler için
etkin hale getirdiler? Karar alıcılar için, Talât Paşa için, Doktor Nâzım için…
Yahudi Soykırımı’nın uygulanmasında önemli rolü olan Adolf Eichmann, Mimaroğlu portresini çıkarırken size esin kaynağı oluyor. Aralarında nasıl paralellikler var?
Eichmann desk-killer, “masabaşı katil” kategorisinde değerlendiriliyor. O fail kategorisinin ideal tipi. Ama gerek Nasyonal Sosyalist Parti’ye gerek o dönem Holokost’u uygulayan yapının tamamına baktığımızda, Holokost’a iştirak etmiş, karar alıcıların işlerini kolaylaştırmış, idari ve bürokratik mekanizmalarda bulunmuş, Eichmann’ın yanında ya da daha alt birimlerde çalışan çok sayıda bürokrat ve teknokrat var.
Bunların çoğu iki özelliğe sahip. Birincisi, hiçbir şekilde fiziksel şiddet eylemine bulaşmamışlar. Tabir-i caizse ellerini kana bulamamışlar. İkincisi, birçoğunun Yahudi düşmanlığı ya da nefretiyle malûl olmadığını görüyoruz. Tabii ki antisemit ideoloji 19. yüzyıldan beri Almanya’da yaygın, sadece Nazi Almanya’sına mahsus değil. İnsanların o ideolojik atmosferden etkilenmemeleri mümkün değil. Ama müstakil bir Yahudi nefretiyle dolu değiller. Öyle bir çevrede de değiller aslında. Mustafa Reşat Mimaroğlu bu anlamda da bu karşılaştırmayı kurdurabilen bir figür. Gerek hayat hikâyesi, bürokratik kariyeri, gerek Ermeni Soykırımı’ndaki rolü ve sergilediği performans Eichmann ideal tipiyle birçok benzerlik içeriyor.
Devletin “Ermeni sorunu”na dair resmi söyleminde, tarihyazımında Mustafa Reşat öncüllerdendir. Türkkaya Ataöv, Yusuf Halaçoğlu, Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek gibi, Ermeni meselesi özelinde resmi Türk tarihyazımı için mesai harcayan kişilerin kitaplarında Mustafa Reşat’ın anılarındaki bilgiler neredeyse kopyalanmıştır.
O zaman bu teknokratı yakından tanıyalım. Mustafa Reşat Mimaroğlu kimdir?
1882 Selanik doğumlu. Dolayısıyla, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi felâketinden sonra doğan nesilden. Evlad-ı Fatihan denen, Makedonya’dan, Selanik’ten, Rumeli’den göçmen olarak İstanbul’a gelen aileler ve bunların çocukları, Osmanlı’nın son döneminde devleti yöneten siyasi-askeri kadroları oluşturuyor büyük ölçüde. Bu jenerasyon cumhuriyeti de kurup devam ettirecektir. Mustafa Reşat Mimaroğlu da bir cumhuriyet eliti oluyor sonunda, ama tarih sahnesine bir Osmanlı bürokratı olarak çıkıyor. Selanik göçmeni, ama Selanik’teki 1912-13 Balkan felâketini yaşamıyor, ona tanık olmuyor, onu deneyimlemiyor. Çünkü çok öncesinde aile İstanbul’a taşınıyor.
İstanbul’da nereye taşınıyorlar?
Oturdukları semt çok önemli zaten. Önce Üsküdar’da, sonra Boyacıköy’de oturuyorlar. Bunlar İstanbul Ermenilerinin yoğun olarak yaşadığı muhitler. Burada hem Ermenilerle çok ciddi komşuluk ilişkileri kuruyorlar ailece, hem Ermeni kültürüne bir aşinalık, yakınlık, bilgi ediniyorlar. Mustafa Reşat küçük yaşta Ermenice öğreniyor. Babasının da kendisine verdiği ciddi bir eğitim var. Arapça ve Farsça öğreniyor ondan. Daha sonra Vefa Lisesi’ni bitiyor. Bitirdikten sonra kısa bir dönem Tıbbiye-i Şahane’ye gidiyor. Orada yapamayacağını anlayınca Mülkiye’ye geçiyor. Mülkiye’yi 1902’de bitiriyor. Sonra Abdülhamit’in Hazine Dairesi’nde bir memuriyet alıyor.
Daha sonra İttihatçı olacak birinin Abdülhamit döneminde memuriyet alması nasıl oluyor?
Evet, o dönem İttihat ve Terakki kurulmuş, Abdülhamit’e ciddi bir muhalefet var, ama Abdülhamit otokrasisi de var. Kendisine dönük muhalefete büyük bir baskı uyguluyor. Bu muhalif hareket ağırlıklı olarak Mekteb-i Mülkiye ve Tıbbiye’den çıkıyor. İttihat ve Terakki’nin kurucuları da oradan. Mustafa Reşat’ın İttihat ve Terakki’ye sempatisi var, ama babasının da telkinleriyle siyasetten uzak duruyor. Öbür türlü Abdülhamit devrinde memuriyet alması zaten imkânsız. Bu açıdan pragmatik bir adam. O anlamda oportünist de.
Zaten uzak durduğu İttihat ve Terakki’ye ortam elverişli olduğunda hemen üye yazılıyor.
Mimaroğlu’nun kaderini tayin eden tarihsel dönüm noktalarından biri Temmuz 1908’deki Jön Türk Devrimi. O güne kadar İttihat ve Terakki’yle hiçbir şekilde dolaylı ya da dolaysız bağı olmayan bu adam, devrimden sonra hemen İstanbul’daki İttihat ve Terakki’nin Beylerbeyi kulübüne üye oluyor. Oraya üye olduktan kısa bir süre sonra, Erzurum’un Namravan ilçesine kaymakam atanıyor. 1908 sonlarıyla 1909 başlarında Mimaroğlu’nun memurluk serüveni başlıyor.
Bu serüvenin başlangıç noktaları doğudaki ilçe ve kasabalar. Oralarda o dönemde daha çok mütegallibe üzerinden giden bir feodal yapı var. Erzurum’un çeşitli ilçelerinde kaymakamlıklar yaparken temel meselesi bu mütegallibeyle zaten. Onlara “haramzadeler” diyor, bölgenin onların elinde olduğundan, orada onların at koşturduğundan, merkezi otoritenin bir düzen kuramadığından bahsediyor. Bütün bunları Gördüklerim ve Geçirdiklerim başlıklı, 1946’da Ziraat Bankası Yayınları’ndan çıkan anılarında anlatıyor.
Ve bulunduğu bu yerlerde, sizin de ifadenizle, “bir etnograf gibi” çalışmalar yapıyor, değil mi?
Bu adamı bir bürokrat olarak ilginç kılan özeliklerinden biri bu zaten. Görev yaptığı bölgenin topografyasına, iklimine, insanların günlük yaşamına, dillerine, etnik kökenlerine, mezheplerine dair neredeyse bir etnograf titizliğinde bilgiler topluyor, notlar alıyor ve bunları bağlı olduğu üst birime bildiriyor. Daha sonra, 1922-24 arasında, İçişleri Bakanı Sivil Başmüfettişi olarak doğu teftişine çıkıp Dersim, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Batman gibi yerleri iki yıl boyunca gezdiğinde de aynısını yapacak. Bir etnograf ve antropolog titizliğiyle buraların yapısı hakkında notlar alacak, bunları devlete rapor olarak sunacak.
Erzurum’dan sonraki duraklarıyla devam edersek, Antakya’nın ardından İstanbul’a geliyor…
1913’te Antakya Mutasarrıfı oluyor, ama 13 Mayıs 1914’te istifa edip İstanbul’a dönüyor. İstanbul’da bir memuriyet almak istiyor, alamıyor. Darüşşafaka’da coğrafya dersleri veriyor. Coğrafyaya da çok meraklı. Kaymakam olarak görev yaptığı bölgelerde kartografik yapıyı da inceliyor. Daha sonra, 1922-24’te çıktığı doğu teftişinde o bölgelerin kartografik yapısı hakkında toplayıp raporlaştırdığı bilgiler, hem 1925’in Şark Islahat Planı’nda hem 1935’in Tunceli Kanunu’nda ve 1937-38 Dersim Tertelesi’nde kullanılacak. O bölgelerin “medenileştirilmesi”, “rehabile edilmesi” ve “ehlileştirilmesine” dönük politikaların zeminini Mustafa Reşat’ın raporlarının oluşturduğunu görüyoruz.
Mimaroğlu’nun bürokratik kariyerinde önemli dönüm noktalarından biri “Kısm-ı Siyasi”ye, Siyasi Şube’ye girmesi. O nasıl bir birim, Mimaroğlu oraya nasıl giriyor?
Siyasi Şube aslında bir istihbarat birimi. Mustafa Reşat da bir istihbarat memuru. Bu birim, Dahiliye Nazırı olduğu dönemde, Talât Paşa’ya bağlı. Kısm-ı Siyasi gayrı meşru muhalefet, dahili anasır tetkikleri ve ecnebiler işi olmak üzere üç şubeye ayrılmış. Mustafa Reşat’ın olduğu İkinci Şube Ermeni işleriyle, Üçüncü Şube ise Rum, Bulgar vd. ile ilgileniyor.
Mustafa Reşat’ın buradaki idari görevi çok önemli. Bir dönüm noktası. Çünkü burada bürokratik kariyeri tavan yapıyor. 14 Mayıs 1914’te polis memuru olarak girdiği bu yapıda, bir yıl sonra, Mayıs 1915’te İkinci Şube’nin müdürü oluyor. Gösterdiği performansla Talât’ın güvenini kazanıyor. Tabii oraya girmesindeki önemli faktörlerden biri özellikle iki İttihatçının ona kefil olması.
O İttihatçılar kimler?
Biri Kara Kemal, diğeri Bedri Bey. Bedri Bey Kısm-ı Siyasi’nin tepesinde yer alan, İstanbul Emniyet Umumiye Müdüriyeti’nin müdürü. Mustafa Reşat’ı Dahiliye Nazırı Talat
Bey’le tanıştırır, “İyi, çalışkan ve dürüst bir arkadaş” olarak takdim eder. Ona kefil olur. O şekilde Mustafa Reşat bu birime girebiliyor.
Mustafa Reşat’ın bu birimdeki faaliyetlerine gelirsek…
Mustafa Reşat buraya girdikten kısa bir süre sonra Ermeni Masası Şefi olacak. Resmi ifadeyle, “içerideki muhalif ve illegal unsurların takibatı, kontrolü ve bunlarla ilgili dosyaların tutulmasından sorumlu” kişi. Yani “iç düşmanlardan” sorumlu. Baktığımızda bu “iç düşmanların” net bir biçimde Ermenilerden teşekkül ettiğini görüyoruz.
24 Nisan 1915’teki tutuklamalar yapıldığında Ermeni Masası şefi Mustafa Reşat. Yani İstanbul’daki Ermeni aydın ve siyasetçilerin, yüksek meslek gruplarındakilerin tutuklanmasından bizzat sorumlu. Bunların dosyaları da önceden tutulmaya başlanıyor zaten.
Ne zaman ve nasıl?
6 Eylül 1914’te, Talât Paşa Dahiliye Nazırı olarak bütün idari birimlere bir talimatname gönderiyor. Bu telgrafı daha sonra Anadolu’daki birçok vilayete de gönderecek. “Ermeni siyasi aktörler kimlerse bunların hepsini takip edeceksiniz, ne yiyip içiyorlar, kimlerle görüşüyorlarsa dosyalayacaksınız” diyor özetle. Yani 6 Eylül 1914’ten itibaren 24 Nisan 1915’e giden yolun taşları örülmeye başlanıyor. Çünkü 24 Nisan 1915’e geldiğimizde, bu tutuklananların kapılarında tek tek yüzlerine o dosyalarda yazan suçlamalar okunuyor. Aslında adamların illegal hiçbir faaliyeti yok, ama bir savaş var. Taşnaklar, Hınçaklar, tüm Ermeniler “hain” ilan edilmiş. O noktadan sonra tüm eylemleri “illegal” eylemlere dönüştürülüyor.
24 Nisan 1915’teki operasyonlar nasıl yürütülüyor?
İttihat ve Terakki’yle Osmanlı Mebusan Meclisi’nde ortak hareket eden ve hatta İttihat ve Terakki’nin milletvekili sandalyesi verdiği Taşnaksütyun, yani Ermeni Devrimci Federasyonu ve onun yayın organı olan Azadamard (Özgürlük Mücadelesi) gazetesi bir anda illegal bir cephe haline dönüştürülüyor, düşmanlaştırılıyor İttihatçılar eliyle. Ve 24 Nisan’da Ermeni Devrimci Federasyonu üyeleri, milletvekilleri, gazeteciler tutuklanıyor. Bu tutuklananlar Ayaş ve Çankırı’ya gönderilip öldürülüyor. 24 Nisan 1915, tek bir fire verilen, neredeyse kusursuza yakın bir operasyon. Çünkü dosyalar önceden tutulmuş, hangi saatte baskınların yapılacağı, hangi evlere gidileceği tek tek belirlenmiştir. Hatta kimlerin hangi sırayla tutuklanacakları dahi bellidir.
Bunların hepsini hem Mustafa Reşat hem de Mustafa Reşat’ın Siyasi Şube’deki astı Ali Rıza Öğe anılarında anlatıyor. Ayrıca, Ermeni Patrikhanesi arşivlerinde bu operasyonun nasıl gerçekleştiğine dair bütün detaylar ve belgeler mevcut. Mustafa Reşat Malta sürgünü olduktan sonra, Britanya Yüksek Komiserliği’nin kendisiyle ilgili dosyası var, o dosyada 24 Nisan 1915’in, o akşamın nasıl gerçekleştiği, Ermeni aydınların nasıl yakalandığı, sonra Emniyet-i Umumiye’ye nasıl getirilip işkenceden geçirildiği, sorgu sırasında yapılanlar ve daha sonra Ayaş ve Çankırı’ya gönderilmeleri detaylarıyla yer alıyor. Görüyoruz ki, Mustafa Reşat bütün bu süreçlerde çok etkin, merkezi bir rol üstleniyor.
“Tek bir fire verildi” dediniz. O fire Şavarş Misakyan. Kimdir Misakyan?
Mimaroğlu’nun elinden kaçırdığı tek kişi Şavarş Misakyan. O bir şekilde saklanıyor, çok farklı yerlerde gizleniyor ve bulunamıyor. Mustafa Reşat, Misakyan’ı Namravan’da kaymakamlık yaptığı dönemden biliyor. O dönem Misakyan Erzurum’da Taşnaktsutyun tarafından çıkarılan Haraç (İleri) gazetesinin editörlüğünü yürütüyor. Ağustos 1884’te Erzincan’da doğan ve erken yaşta gazeteciliğe adım atan politize bir kişilik. Erzurum’dan İstanbul’a geldiğinde, Azadamard gazetesinin yayın kurulunda yer alıyor. 1918 sonrası Azadamard’ın devamı olarak yayını sürdüren Cagadamard (Cephe) gazetesinin başyazarlığına getiriliyor. Kasım 1922’de İstanbul’u terk ederek Sofya’ya geçiyor. Ağustos 1925’te, Paris’te Haraç’ı kuruyor. Savaştan sonra, 26 Şubat 1957’te ölene dek gazetenin başında kalıyor.
Mustafa Reşat’ın 1922-24’teki doğu teftişinde toplayıp raporlaştırdığı bilgiler, hem 1925’in Şark Islahat Planı’nda hem 1935’in Tunceli Kanunu’nda ve 1937-38 Dersim Tertelesi’nde kullanılacak. O bölgelerin “ehlileştirilmesine” dönük politikaların zeminini Mustafa Reşat’ın raporlarının oluşturduğunu görüyoruz.
Onu yakalamaktaki ısrar niçin?
Çünkü Misakyan’ın bir not defteri var, orada tehcirle ilgili bütün detayları günü gününe tutmuş. Bu defterin kimsenin eline geçmesini istemiyor Mustafa Reşat, özellikle de İtilaf devletleri güçlerinin eline. 24 Nisan 1915’ten itibaren kaçak durumuna düşen Misakyan 28 Mart 1916’ya kadar İstanbul’da değişik hücrelerde saklansa da Kısm-ı Siyasi’nin yoğun çabalarıyla gerçekleştirilen bir operasyon sonucu yakalanıyor.
Yakalandıktan sonra Emniyet-i Umumiye’ye getiriliyor. Orada Mustafa Reşat’ın gözetimi ve talimatıyla üç-dört gün boyunca işkence görüyor. O kadar işkence görüyor ki, kendisini Emniyet-i Umumiye binasının merdiven boşluğuna atarak intihara teşebbüs ediyor. Bu nedenle uzun bir süre hastanede bilinci kapalı yatıyor. Sonra hapishaneye kapatılıyor. Burada kaldığı süredeki sorgularda Mustafa Reşat’la diyalogları çok enteresan.
Örneğin, neden saklandığına dair soruyu, “saklanmadığını, mevcut durumu, olayları dikkate alarak tedbirli davrandığını” söyleyerek cevaplıyor Misakyan. Mustafa Reşat’ın “Ne durumu, ne olayı” sorusuna “Tutuyorlar, sürüyorlar, yok ediyorlar” diye karşılık veriyor. Mustafa Reşat bunları nereden duyduğunu sorduğunda, “bunları herkesin bildiğini” söylüyor ve Osmanlı Meclisi’nin önde gelen mebuslarından Krikor Zohrab’ın durumunu hatırlatıyor. Zohrab’ın tutuklanıp götürüldüğünü, yolda öldürüldüğünü söylüyor.
Bunun üzerine, sorguda bulunanlardan Bedri Bey Misakyan’a, “Sen fazla işitmişsin. Zohrab senin benim gibi metin bir adam değildi. Kalp rahatsızlığı vardı, dayanamadı, yolda öldü” diyor. Misakyan bu sefer Erzurum ve Sivas’taki Ermenilere ne olduğunu soruyor. Bu insanların şehirlerden çıkarıldığını, erkeklerin öldürüldüğünü, kadınların ganimet diye dağıtıldığını söylüyor. Bedri Bey’in “Nereden duydun?” sorusuna, Misakyan “Halk arasında konuşuluyor” diye cevap veriyor.
Bu sırada Mustafa Reşat araya girip, “Defterinde zaten her şey günü gününe yazılı, iyi bir ‘tarihçe’ tutmuşsun” diyerek Misakyan’ı azarlıyor. Bedri Bey büyük bir pişkinlikle, “Oradaki Ermenileri soğuk yerlerden sıcak yerlere gönderdik, şimdi Suriye, Halep, Şam’dalar, çok rahat ve çok iyiler” diyor. Bunları Misakyan’ın Paris’te yayınladığı “Derevner teğnadz huşadedri mı” (Éditions Parenthèses, 2015) başlıklı hatıratından öğreniyoruz.
Mustafa Reşat Avedis Nakkaşyan’a yazdığı mektupta, “Kanun ve nizam dairesinde hareket eden basit bir memurdan başka bir şey değilim” diyor. 1919’da tutuklandığında kendisini sorgulayanlara verdiği ifadede aynı şeyi söylüyor: “Emir kuluyum, o çarkın basit bir dişlisiyim. Ermenilerden nefret etmiyorum, bir memurun yapması gereken neyse onu yaptım.”
24 Nisan’daki operasyonun yanı sıra, Ermeni devrimcilerin idamında da Mustafa Reşat Mimaroğlu başrolde…
Önemli icraatlarından biri Hınçaklara yaptığı baskın ve Paramaz’ların idamı. Hınçakların Köstence’deki son kongrelerinde (17 Eylül 1913), Talât ve Cemal dahil, İttihat ve Terakki’nin kilit isimlerine suikast eylemleri düzenlenmesine yönelik aldığı bir karar var. Ekim 1914’te İstanbul’da önce Dahiliye Nazırı Talât’a, sonra diğer önde gelen İttihatçılara suikast eylemleri planlanır. Ancak eylemciler bu suikastleri gerçekleştiremeden yakalanır.
Mustafa Reşat’ın bu suikast kararından Köstence’deki kongreye Talât tarafından sızdırılan Ermeni istihbaratçı Yozgatlı Arşavir Sahagyan, nam-ı diğer Artür Esayan sayesinde haberi olur. Mustafa Reşat sıkı bir takibat yapar. Eylemcilerin İstanbul’a gelişi, İstanbul’da girip çıktıkları, saklandıkları yerler, hepsinin takibatını yapar ve ani bir baskınla yirmiye yakın Hınçak mensubunu tutuklar. Paramaz (Madteos Sarkisyan) ve Hampartsum Boyacıyan (Medzn Murad) başta olmak üzere, yakalanan üst düzey Hınçak mensuplarının 10 Ağustos 1914’te başlayıp 3 Mart 1915’e kadar süren sorgularında bizzat bulunur ve bu kişilerin ifadelerini kendisi alır.
Mustafa Reşat Kısm-ı Siyasi’ye girdiğinde orada çalışan Ermeni istihbarat memurları var. Bunlar daha sonra Mustafa Reşat’ın emri altında çalışmaya başlıyorlar. Ermeni devrimci örgütlerinin içine sızıp bilgi topluyorlar. Bunlardan biri Hımayag Aramyants veya Müslüman olduktan sonra aldığı ismiyle Hidayet. Tutuklamalardan sonra Mustafa Reşat sorgularda bu Ermeni istihbarat mensubuyla birlikte bizzat bulunuyor. Daha sonra da Hınçakların idamına karar veriliyor. Paramaz ve 19 devrimci arkadaşının idamı 15 Haziran 1915 günü Beyazıt meydanında, sabahın erken saatlerinde gerçekleştiriliyor. Mustafa Reşat’ın bu “başarısı” Talât’ın gözünden kaçmıyor tabii ve taltif ediliyor. 1916 Haziran’ında Kısm-i Siyasi’nin başına geçiyor. 1917’de Bolu Valisi oluyor. Mütareke döneminde de İstanbul Hükümeti tarafından mutasarrıf olarak Sinop’a tayin ediliyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, İttihatçılara dönük sorgulama ve tutuklamaların olduğu bir dönemde bunu nasıl başarıyor?
İstanbul’da, İngilizlerin teşvikiyle Divan-ı Harb-i Örfiler kurulacak. Orada yargılanacak kişilerin tespiti başlıyor, ama Mustafa Reşat en geç tespit edilenlerden biri. Düşünün, savaş bitiyor,
Mondros Mütarekesi imzalanıyor, İstanbul’da İngiliz ve İtalyan yüksek komiserlikleri var, İstanbul düşman işgali altında, , ama bu adam İttihatçılardan sonra kurulan İstanbul Hükümeti’nin memurlarından biri yine de. Ancak,Ermeni Patrikhanesi’ne yapılan şikâyetler, gelen raporlar var. İşkenceye maruz kalmış kişilerin anlattıkları var. Ermeni Patrikhanesi, İngiliz Yüksek Komiserliği’ne Mustafa Reşat’la ilgili dosya veriyorve Mustafa Reşat 10 Mart 1919’da tutuklanıyor. Onunla birlikte başka tutuklananlar da var. Bekirağa Bölüğü’nde [Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, soykırıma karışanların da tutulduğu hapishane] yirmi kadar tutukluyla beraber –aralarında Halil Paşa, Abdülhalik Renda, Merkez-i Umumi üyesi İhsan Namık Bey, İttihat ve Terakki kâtip-i mesullerinden Doktor Mithat vardır– beş ay kalıyor. Bu isimlerden
Abdülhalik Renda Halep Valisi. Halep’teki korkunç tehciri yöneten kişi. Daha sonra milletvekili, bakan, hatta 1935-46 arasında TBMM’nin reisi olacak.
Mustafa Reşat 1919 Ağustos’unda serbest bırakılıyor. Serbest kaldıktan sonra, İstanbul’daki havayı kokluyor; başına başka şeyler geleceğini anladığı için kaçmanın yollarını arıyor. Ama yakalanıyor. Onun yapıp ettiklerinden haberdar olan, o dönem İngilizlere tercümanlık yapan Ermeniler Mustafa Reşat’ın ismini İngilizlerin kulağına üflüyor. O yüzden serbest bırakıldıktan sonra Mustafa Reşat’ı yakalama çalışması tekrar başlıyor. Ortaköy’deki evine baskın yapılıyor. 11 Nisan 1920’de yakalandıktan sonra, yine Bekirağa Bölüğü’ndeyken Avedis Nakkaşyan’a bir mektup yazıyor. Bu mektupta Nakkaşyan’dan lehine tanıklık yapmasını istiyor.
Devlete sadakat ve itaatle bağlı kalmış bürokratların çoğunun en az bir dönem milletvekilliği var. Milletvekilliğinden sonra da Milli Emlâk, Tekel gibi devlet kuruluşlarının başına geçiyorlar ya da bankaların mütevellisine giriyorlar. Eski faillerin yeni rejimde aldıkları görevler bunlar.
Oysa Nakkaşyan 24 Nisan’da tutuklattığı Ermenilerden biri. Burada nasıl bir yüzsüzlük ya da cüret var?
Avedis Nakkaşyan bunu Ayaş Hapishanesi’nde adlı Ermenice hatıratında anlatıyor. Mustafa Reşat’ın,onu Ayaş’tan kurtaranın kendisi olduğunu iddia ettiğini, kendisi lehine tanıklık yapmasını istediğini aktarıyor. “Hayatını bana borçlusun, seni koruyup kolladım, şimdi aynı yardımı senden bekliyorum. Ben hiçbir şey yapmadım, kanun ve nizam dairesinde hareket eden basit bir memurdan başka bir şey değilim” diyor Nakkaşyan’a. 1919’da ilk tutuklandığında da kendisini sorgulayanlara verdiği ifadede aynı şeyi söylüyor: “Ben emir kuluyum, o çarkın basit bir dişlisiyim” diyor. Bu Eichmann’ın Kudüs’teki mahkemede kendisini savunmasıyla çok benzer. Aynı savunma mekanizması. “Ben Ermenilerden nefret etmiyorum, bir memurum, bir memurun yapması gereken neyse onu yaptım” diyor. Nakkaşyan da cevaben, buna inanmadığını, bunun doğru olmadığını bildiğini, böyle bir şey olsa bile öldürülmelerine sebebiyet verdiği kişilerin ondan çok daha değerli olduğunu söyleyerek Mustafa Reşat’ın talebini reddediyor. Oradan da eli boş dönüyor böylece.
Sonra da, 31 Mayıs 1920’de Malta’ya sürülüyor…
İstanbul’da kurulan Divan-ı Harb-i Örfilerin yapısı değişiyor. Çünkü mahkeme reisleri, hâkimler değişiyor. Bu yeni hâkimler karar almakta ayak diretiyorlar. Bunun üzerine bu mahkemelerin pek bir işlevi kalmıyor. 1920 Mart’ında İngilizler İstanbul’u resmen işgal edip Osmanlı Mebusan Meclisi’ni dağıtınca Meclis’teki İttihatçıları tutukluyorlar. Tutuklananlar arasında savaş döneminde özellikle Ermenilere karşı işlenmiş insanlık suçlarına, Ermenilerin mal ve mülklerinin yağmasına iştirak eden sivil, asker bürokratlar da var. Ancak, İngilizler İstanbul’daki mahkemelerin işlevselliğini kaybettiğini, bu siyasi atmosferde mahkemelerin kurulamayacağına kanaat getiriyorlar. Bir de Bekirağa Bölüğü’nden kaçanlar, firar edenler var. Güvenli bir ortam olmadığına karar verip bu kişileri Malta’ya sürmeye karar veriyorlar. Malta’ya sürgün edilenlerden biri de Mustafa Reşat.
Oradan çıkmayı nasıl başarıyor?
Mustafa Reşat Malta’dayken Anadolu’daki direniş hareketi yükselişe geçiyor. Ankara’da esir alınan İngilizler var. Mustafa Kemal, Malta’dakilerle bu esirlerin değiş tokuşu için anlaşma yapıyor. Bu adamlar birer ikişer gruplar halinde dönüyorlar. Çoğu İnebolu’ya geliyor, oradan Ankara’ya geçiyor ve Milli Mücadele hareketine katılıyorlar. Mustafa Reşat bu ilk iki gruba dahil olamıyor ve “beni unuttular herhalde, burada kaldım” diyor.
Bu sefer, arkadaşı olan, İttihat-Terakki’nin Merkez-i Umumi’sinin ileri gelenlerinden Hüseyin Cahit aracılığıyla İttihat ve Terakki’nin eski Maliye Nazırı Cavid Bey’e mektuplar yazıyor. Çünkü Hüseyin Cahit’le Cavid Bey de yakın arkadaş. Bu yakınlıktan medet umuyor. Mektupta yine aynı ifadeyi kullanıyor: “Ben kanun ve nizam dairesinde hareket eden, talimatları uygulayan basit bir memurdan başka biri değilim, beni burada bıraktılar, serbest bırakılmam için lütfen bir şeyler yapın.” O mektup da etkili olmuyor.
Ama 1921-22’de, Anadolu’da Yunan işgaline son verildikten sonra, kimi diplomatik anlaşmalarla Malta’daki sürgünlerin tamamı geri geliyor. Mustafa Reşat da Malta’dan hemen Ankara’ya geçiyor, orada Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’ne üye oluyor. Daha sonra Ankara Hükümeti Mustafa Reşat’ı Tokat Valisi yapıyor. Sonra da Mustafa Reşat’ın “doğu teftişi” süreci başlıyor. İçişleri Bakanı Başmüfettişi unvanıyla bir kez daha doğuya gidiyor.
Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun 1909-12 yılları arasında kaymakamlık görevini ifa ederken doğudaki gözlemleriyle hazırladığı raporlardan kısaca bahsetmiştiniz. Onun bu “durağı”, bölgeye ikinci kez gönderilişi niçin önemli?
Gerçekten de bir antropolog titizliğiyle, Muş’tan Siirt’e kadar, gittiği her yerin siyasi yapısını, konuşulan dili, etnisiteleri, mezhepleri, kimin kimden kız alıp verdiğini, büyükbaş hayvan sayısını vs. en ince ayrıntılarıyla İçişleri Bakanlığı’na rapor ediyor. Bu çok önemli, çünkü anılarına baktığımızda, kullandığı dil devletin bölgeye kolonyal bakışını yansıtıyor. Şöyle bir şey diyor mesela: “Ben buraları dağ bayır demeden gezdim ettim. Benden önce zaten yok da, acaba benden sonra buraları benim kadar gezen tozan olacak mı?” Elbette oluyor. Umumi Müfettişlikler kurulduktan sonra oraya müfettiş olarak atanan bürokratlar var. O Umumi Müfettişlerin 1938 öncesi bölgeye dair hazırladıkları raporlarda temel referans noktası Mustafa Reşat’ın 1922-24 arasındaki doğu teftişinde sunduğu bilgiler. Mustafa Reşat bu bölgeleri hükümetin nüfuzunun işlemediği, giremediği; geliştirilmesi, bayındır hale getirilmesi, “ıslah edilmesi” ve “medenileştirilmesi” gereken yerler olarak tasvir ediyor.
Umumi Müfettişler de tıpkı Mustafa Reşat gibi, İçişleri Bakanlığı’na bölgenin durumuna ilişkin raporlar sunarlar. Yeni kurulan cumhuriyetin siyasi ve idari kadrolarının bölgeye yönelik kolonyal yaklaşımı, bu coğrafyayı onlar nezdinde zapturapt altına alınması ve fethedilmesi gereken bir “mekân” haline dönüştürmüştür. Bölgeye dönük, 19. yüzyıla uzanan bir geçmişe sahip bu dahili/yerli/iç sömürgeci (internal colonialism) yaklaşımın bürokratik ve idari payandalarının teşekkülünde, bir teknokrat memur olarak Mustafa Reşat’ın dönemin Dahiliye Vekâleti’ne sunduğu raporlar ve bu coğrafyaya yaklaşımı önemli rol oynuyor.
Hrant Dink cinayetinde doğrudan veya dolaylı sorumlu olan emniyet ve istihbarat bürokrasisinin tepesindekilerin cezasızlık zırhına sahip olduklarına şahidiz. Sadece karar alıcılar değil, kararları uygulayan bürokratik elitler de bu türden imtiyazlara sahip. Bu bir Türkiye hikâyesidir.
Ermeni Soykırımı’nda önemli roller üstlenen bu failin, soykırımın ardından Kürt coğrafyasına “transferi” ya da ikinci “seferi” neye işaret? Başlarken konuştuğumuz İttihat-Cumhuriyet sürekliliğine, “devlet aklı”na dair neler söylüyor bu durum?
Şöyle bir süreklilik söz konusu: Devletin aklında, “raison d’état”sında “Ermeni sorunu” ile “Kürt sorunu” birbirine paralel sorunlar. “Devlet aklı”nın taşıyıcıları ve bunları nesilden nesile aktaranlar Mustafa Reşat gibi bürokratlar. “Raison d’état”nın kurucusu değil bunlar, kurucuların kim olduğu belli, ama bunun idari ve bürokratik devlet aygıtına sinmesinde ve “etik” bir koda dönüşmesinde bu bürokratların taşıyıcılığı çok önemli. Zaten bu “akıl”la donatılmış bir biçimde o yapının içine giriyorlar, Mustafa Reşat örneğinde olduğu gibi.
Bir bürokrat olarak Mustafa Reşat’ın “Ermeni sorunu”na bakışı İttihat ve Terakki’nin merkezindeki elitlerden hiç farklı değil. O da Ermenileri bir “güvenlik sorunu” olarak ele alıyor, “devletin onuruna tecavüz eden unsur” olarak görüyor, onlara “hain” diyor. Bu açıdan sadece “Kürt sorunu”nda değil, devletin özellikle “Ermeni sorunu”na dair resmi söyleminde, resmi tarihyazımında ve anlatısında Mustafa Reşat öncüllerdendir.
Anılarında Ermeni meselesine ayrı bir bölüm ayırmıştır mesela. “Facianın üç perdesi” diye anlatır. Dikkatle okuduğumuzda, Ermeniceye ne kadar vakıf olduğunu, Ermeni siyasi örgütlerini ne kadar iyi tanıdığını anlarız. Bir kez daha vurgulamak isterim: Mustafa Reşat, Talât Paşa’nın özel olarak görevlendirdiği, üstüne düşen vazifeyi eksiksiz ve lâyıkıyla yerine getirebileceğine inanılan, rüştünü birçok kere ispatlayan, bu anlamda Talât’ın elini rahatlatan, onun Ermeni tehciri gibi devasa bir operasyonla meşgul olurken gözünün arkada kalmamasını sağlayan itimat ettiği adamlarından biridir. Başka bir ifadeyle, bir teknokrat olarak “Talât Paşa Okulu”nun en “başarılı” mezunlarındandır.
“Mustafa Reşat resmi tarihyazımında öncüllerdendir” dediniz. Kimlere ilham veriyor örneğin?
Türkkaya Ataöv, Yusuf Halaçoğlu, Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek gibi, Ermeni meselesi özelinde resmi Türk tarihyazımı için mesai harcayan kişilerin yazdıkları kitaplarda Mustafa Reşat’ın anılarındaki bilgiler neredeyse kopyalanmıştır. Bu insanlar Talât’ın gözbebeği Mustafa Reşat’ın ana sütunlarını çizmiş olduğu çerçeveyi tamamen benimsemiş ve değişik dönemlerde benzer tezler ileri sürmüşlerdir.
Kürt meselesinde de, sizin ifadenizle, “ilk eskizleri çizen” o…
Ermeni meselesiyle aynı yoğunlukta olmasa bile aynı ölçekte ve aynı devlet aklının Kürt meselesinde de hâkim olduğunu görüyoruz. Bunun taşıyıcısı olarak Mustafa Reşat ön plana çıkıyor, evet. Mustafa Reşat’ın hem kaymakamlık döneminde (1909-12) hem doğu teftişi (1922-24) sırasında bölgeye yönelik bakışı, algısı şudur: “Burada insanlar medeniyetten uzak, geri kalmış, feodal. Buralar kontrol edilmeli, devletin merkezi siyaseti buraya ulaşmalı.” Bunlar çok tanıdık söylemler.
Bugün bile Kürt meselesini “feodaliteye” bağlayan argümanlar mevcut. Tarihi buradan okuyan bir yaklaşım hâlâ var. Ama Mustafa Reşat daha 1920’lerin başlarında bunları söylüyor. Devletin kurucu “aklı”nın taşıyıcısı olan bir bürokrat tarafından bunların söylenmesi çok önemli.
Umumi Müfettişlikler kurulduktan sonra oraya müfettiş olarak atanan bürokratlar var. Tabii bu müfettişlere cumhuriyet rejiminin bürokratlarından Necmeddin Sahir Sılan’ı ve Dersim ve çevresine ilişkin hazırladığı raporları da eklemek gerekir. Sılan’ın raporlarının içeriğine baktığımızda, Mustafa Reşat ve diğer isimlerde olduğu gibi, herhangi bir yerel, bağımsız idare biçimini bertaraf etmeye meyilli aynı (self)oryantalist devlet aklını, dilini, söylemini ve geleneğini görmek mümkündür. Aynı “merkezi devlet” söylemi, aynı “insanların ehlileştirilmesi” vurgusu, aynı “askere de gidecekler, vergi de verecekler” sözleri ve tabii en önemlisi “Türkleşecekler” vurgusu. Mustafa Reşat da Türklük meselesini tamamen ırkçı bir noktadan ele alıyor.
Dolayısıyla, 1990’lara kadar Kürt meselesinde geçerli olan bastırma, tenkil, taktil, sürgün ve şiddet, devletin Ermeni meselesini ele alışında da başattır. Abdülhamit döneminden 1917’ye kadarki uzun döneme baktığımızda bunu görürüz. Tabii doğrusal bir hatta ilerlemiyor, ayrışmalar, sıçramalar, tutarsızlıklar, kopuşlar var.
Ama genel olarak şöyle düşünebiliriz: Devletin bir alet kutusu (tool-box) var. Abdülhamit döneminde, İttihat ve Terakki döneminde uygulanmış politikalar var. Cumhuriyet kurulduktan sonra Ermeni ve Kürt sorununu ele alırken o tool-box’ın içine girip bakıyorlar, daha önce uygulanmış politikaları seçip uyguluyorlar. Çünkü uygulanmışı, yapılmışı var. Onlar nezdinde efektif çözüm vermişliği var.
Ermeni meselesinde Kürtlerin de failliği var. Doğrudan bu şiddet olayına aktif katılımları var. Bazı bölgelerde tamamen işi ele almışlar. Ama aynı sürece, aynı politikalara onların da tabi tutulduğunu görüyoruz.
Doğu teftişinden sonra nasıl yol alıyor Mustafa Reşat Mimaroğlu?
Doğu teftişi bittikten sonra Zonguldak ve Adana’da valilik yapıyor. Adana valiliğinden sonra ise devletin en tepe noktalarından birine, çok önemli bir pozisyona getiriliyor. Bir yüksek mahkeme olan, eski adıyla Şûrâ-yı Devlet’e, yani Danıştay’ın Tanzimat Dairesi Başkanlığı’na seçiliyor. Bu bir bürokratın kariyerinde gelebileceği en tepe noktalardan biri. 1927’de bu noktaya gelen kişi, Mekteb-i Mülkiyeli bir Osmanlı bürokratı. Yani Osmanlı bürokratından Cumhuriyet bürokratına, Osmanlı bürokratik elitinden Cumhuriyet bürokratik elitine evrilmiş bir memurdan bahsediyoruz. Mustafa Reşat bu kadrolara sadece bir örnek. Onun gibi birçokları var.
Dolayısıyla, hem yeni rejime entegre olabilmiş hem Talât’ın tornasından çıkmış, onun itimat ettiği, problem çözücü bir bürokrat olarak gördüğü kişi Mustafa Kemal’in de ilgisine mazhar olmuş ve 1934’te Danıştay Başkanı yapılmıştır.
24 Nisan 1915 tutuklamalarını gerçekleştirmiş, Ermeni aydınlarını işkenceden geçirmiş, sonra Malta sürgünü olmuş, insanlığa karşı işlenmiş suçlardan yargılanmış bir kişinin devlet bürokrasisinin zirvesindeki kurumlardan birinin, Danıştay’ın başına getirilmesi çarpıcıdır. Bu kurumun görevi devlete ve hükümete hazırladıkları kanunların, kararnamelerin hukuka uygun olup olmadığıyla ilgili görüş vermek, yeri geldiğinde çıkarılan kanunlara itiraz etmek. Yani Mustafa Reşat kanun ve nizam dairesinde sıradan bir memurken, artık o daireyi belirleyen aktör haline geliyor.
Hep diyoruz ya, “nasıl oluyor, neden değişmiyor?”, neden değişmediğini, çekirdeğin ne kadar sert olduğunu görmek için en alt kadrolara bakmak gerekiyor. Çünkü oraya baktığımızda o “devlet aklı”nın nasıl nesilden nesile aktarıldığını, onlar tarafından nasıl taşıyıcılığının yapıldığını görebiliriz.
Bir de milletvekili oluyor…
Danıştay’dan emekli olduktan sonra, İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın teşvikiyle, bir dönem milletvekili (1939-1943) oluyor. Sonra da, bence yine ona duyulan itimadın göstergelerinden biridir ve çok önemli bir görevdir, CHP’nin İstanbul il başkanı oluyor. Orada da iki sene görev yaptıktan sonra emekli oluyor. En sonda da Ziraat Bankası’nın mütevellisine giriyor.
Bu “final”in nasıl bir anlamı var?
Mustafa Reşat’ın memuriyet hayatındaki her durak birer örüntü. Sadece ona özgü bir şey de değil. Talât’la mesai yapmış, onun güvendiği, kefil olduğu bürokratlar tıpkı Mustafa Reşat gibi bürokratik kariyerlerinde yükseliyorlar. Devlete sadakat ve itaatle bağlı kalmış, kanun ve nizam dairesinde gereğini yapmış bürokratların kariyerlerine baktığımızda aynı örüntüleri, paralellikleri görüyoruz. Çoğunun en az bir dönem milletvekilliği de var. Milletvekilliğinden sonra da Milli Emlâk, Tekel gibi devlet kuruluşlarının başına geçiyorlar ya da bankaların mütevellisine giriyorlar. Eski faillerin yeni kurulan rejimde aldıkları pozisyonlar, görevler bunlar.
Eichmann’ın yargılandığını biliyoruz, Mimaroğlu’ysa kısa bir yargılama ve tutuklamadan sonra, üstelik takas karşılığı kurtarıldığı gibi, devletin önemli mekanizmalarında yer alıyor, yüksek yargıda başkanlık yapıyor, Meclis’e giriyor. Bu durum başlı başına ne anlatıyor?
Soykırım kolektif bir suç ve bu kolektif suçun kolektif sorumluluğu vardır. Mütareke sonrası kısa vadeli de olsa, akamete uğrasa da, bir geçmişle hesaplaşma sürecine girilmiş. Ama bütün işlenen suçlarda cezai bir yaptırıma maruz kalmaktan muafiyet söz konusu. Cezasızlık, dokunulmazlık var. Bu hadiselerde siyasal bir kültür haline gelmiş bu cezasızlık, bu dokunulmazlık. AKP’nin iktidar olduğu son yirmi yıla baktığımızda da bunu görmek mümkün.
Kolektif sorumluluğun alınmadığı, cezasızlığın baki olduğu bir ortamda ne bir kolektif vicdan ne kolektif bir hatırlama uç buluyor, ne de kamusal bir utanç kültürü oluşuyor. Bunun yerine “az öldürmüşüz”, “biz yapmasaydık onlar yapacaktı” veya “yaptıysak da iyi yapmışız, çünkü bunu vatan, bayrak için yaptık” deniyor.
Kendi varlığını yokluklar üzerine inşa edince o yokluklar üzerine yapılan her tartışma ya da hatırla(t)ma senin varlığına yönelik bir tehdit oluyor, seni bir varlık krizine sokuyor. Buna yanıt da siyasal kültürümüze içkin olan şiddet üzerinden gelişiyor; bu fiziksel şiddet olur, tehdit olur, geçmişi hatırlatmama olur. “Bak, onlara neler yaptığımızı biliyorsunuz, size de yaparız” deniyor örneğin. Çünkü o devlet aklı hâlâ orada duruyor. Çünkü Mustafa Reşat gibi taşıyıcıları var onun. Bir de bunun topluma sirayet eden tarafı var. Zaten öyledir. Hep devlet bürokrasisi üzerinden tanımladık, ama bunların hepsinin toplumsal bir karşılığı var. Toplumsal karşılığı olmasa hiçbirinin ne rıza ne destek görme mekanizmaları olur ve ne de hayat bulabilirler.
Bu 19 Ocak Hrant Dink’in katledilişinin 17. yılı. Yargılama süreci ortada; failler korunuyor, yıllardır devlet kademesine dokunulmuyor. Bu durum soykırım failliğinden yargı reisliğine uzanan Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun öyküsünün bugünkü izdüşümüne dair çarpıcı bir örnek aslında. Son sözü buradan kurarsanız ne söylersiniz?
Hrant Dink cinayetinde doğrudan veya dolaylı sorumlu olan emniyet ve istihbarat bürokrasisinin tepesindekilerin aynı cezasızlık zırhına sahip olduklarına şahidiz. Sadece karar alıcılar, yani siyasi elitler değil, kararları uygulayan bürokratik elitler de bu türden imtiyazlara sahip. Bu bir Türkiye hikâyesidir. Osmanlı’dan beri gelen muhalif unsurlara yönelik baskıcı ve güvenlikçi “devlet aklı”nın, “raison d’état”nın her dönem kendini yeniden ürettiğini, bu taşıyıcılarla, bu memurlarla nasıl pekiştirildiğini görüyoruz. Tepedeki adamlara bakarak bunu görmek kolay. Hep diyoruz ya, “nasıl oluyor, neden değişmiyor?”, neden değişmediğini, çekirdeğin ne kadar sert olduğunu görmek için en alt kadrolara bakmak gerekiyor. Çünkü oraya baktığımızda o “devlet aklı”nın nasıl nesilden nesle aktarıldığını, onlar tarafından nasıl taşıyıcılığının yapıldığını görebiliriz.