Sanki bizler atalarımızın zamanın üzerine düşen ve ancak geniş zamandan bakılınca görülen farklı farklı birer gölgesiyizdir. Ve yine sanki insanların kendisiyle birlikte götüremeyeceği variyetler gibi sözler ve hikâyeler de vardır; veda etmeden evvel illaki anlatılması gereken. Kendisini “dünyaya veda etmekte olan bir adam” olarak tanımlar Kasapyan hatıratına başlarken.
Kasapyan kitapta anlattığı hikâyeleri kızlarına zaten anlatmış mıydı, bilmiyoruz. Ama torunlarına anlatmamıştı, bunu biliyoruz. Ve yazarak bazen daha iyi anlatılır, bunu da biliyoruz. Özellikle edebiyat yapmadığımızda, söylememiz gereken şeyleri yazarak daha iyi, daha net ifade ederiz. Ve yazı, eğer tanıdığımız birinin yazısıysa, her okunduğunda onun sesiyle kulağımız üzerinden ulaşır zihnimize. Tıpkı şu filmlerde hep rastladığımız trük gibi.
Yazmak; zamanın tozuna, rüzgârına, ağırlığına en sıkı direnen sesten bir heykele dönüşür böyle durumlarda.
Uzun uzun Kasapyan’ın o defterde ne anlattığından bahsetmeyeceğim. 1902 yılında Osmanlı’da dünyaya gelip 1972’de Türkiye’de hayata veda eden bir Ermeni vatandaşın nasıl bir yaşama kavgası verdiğini kızlarıyla, torunlarıyla konuşur gibi anlattığı bu sohbete katılmak isteyenleri bekleyen o keyfi zedelemek istemem. Yalnızca aman bu sohbeti kaçırmayın, diyeyim.
Kitabın çevirmeni Öjeni Höllüksever, aynı zamanda Apraham Kasapyan’ın torunu. Kitabın sonuna Dedeme Mektup başlığıyla yazdığı sonsözde bir zamanlar gizli gizli okuduğu, evlerinde “yıllarca korkuyla köşe bucak saklanan” bu defterin kitap olma serüvenini anlatıyor. Aile albümünden fotoğrafların da eklendiği kitaba dede ve torun dışında, yazarın kızı, çevirmenin annesi Janet Güllapyan da katılıyor: Güllapyan’la yapılan söyleşiden seçilen bazı bölümleri uzun dipnotlar ya da kısa ara bölümler olarak kitaba dahil edilmiş.
Tüm bu detaylar kitabı bir kitaptan öte bir şey yapıyor: aynı aileden üç kuşakla birden söyleşilen; mektubun, söyleşinin, albümün, günlüğün, tarihin, hatıratın birbirine karıştığı hazin ama güzel bir zamanın kutusuna dönüştürüyor onu: Açılınca konuşuyor, okununca duyuluyor, düşlenince hatırlanıyor, bir görünüyor bir kayboluyor. Bize insan olduğumuzu, başka pek çok şeyin yanında, zamandan da yapıldığımızı hatırlatıyor.
