Osmanlı dönemi kadın hareketleri ve feminizm üzerine incelemelerin sayısı ve niteliğinde son yıllarda önemli bir artış görüldü. Yine de asıl olarak Türkçe kaynaklara dayandığından, bu araştırmaların ağırlıklı kısmı kaçınılmaz biçimde Osmanlı/Türk feminizmi üzerine yoğunlaşıyor. Ama Osmanlı feminizrni hakkında daha bütünlüklü bir resme sahip olmak için, Osmanlı toplumunu oluşturan farklı dinsel/etnik/dilsel topluluklar çerçevesinde gelişen kadın hareketinin deneyim ve temsilcilerini de incelemek gerekiyor. Üstelik Osmanlı feminizminin inşasında Osmanlı gayri Müslimlerinin kilit rolü göz önünde tutulduğunda, bu toplulukların “kadın sorunu”nu tartışma biçimine eğilen çalışmalar daha elzem hale geliyor. İşte Bir Adalet Feryadı, tam da bu eksikliği giderme yolunda önemli bir adım. Aynı zamanda da, Müslüman/Türk olmayan kadınların hikâyelerinin Osmanlı-Türkiye kadın hareketi tarihyazımındaki eksikliğiyle, yani “basit bir unutmadan çok, (…) aktif fakat kasıtlı olmayan bir tarihsel sessizleştirme” ile yaratılmış olan bu “yoklukla” bir hesaplaşma girişimi. (s. 327)
Kitabın önemli özelliklerinden biri, incelenen beş Ermeni feminist yazara dair, farklı araştırmacılar tarafından kaleme alınmış makalelerin yanında, bu yazarların eserlerinden özellikle “kadınlık davasına” ilişkin bölümlere de yer verilmesi. Böylelikle okurun, bu yazarların sesine doğrudan kulak vermesine imkân tanıyor; üstelik bu parçaların belge niteliği de konunun araştırmacıları için kitaba ayrı bir önem kazandırıyor. İstanbul Ermeni toplumsal ve entelektüel yaşamından kesitlerin yanı sıra, bu toplumun tarihine aşina olmayanların, metinde karşılaştıkları terimler ve isimler karşısında kaybolmalarını engelleyen açıklamalar da, kitabın titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu teyit ediyor.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında, “kadın sorunu,” yani hızla değişen toplumsal yapıda kadının konum ve görevinin ne olması gerektiği, Osmanlı toplumunda da yoğun biçimde tartışılır. Özellikle imparatorluğun büyük kentlerinde okuryazar kesimlerin genişlemesi ve üst-orta sınıflar içerisinde eğitimli kadınların sayısının artması, kadınların gelişen yazın dünyasına girişine olanak verir. Kadınların fikirleri, deneyimleri, arzuları ve toplumsal hayat üzerine yazmaları, kendilerine dayatılan “sessizliğin” ve toplumsal normların başlı başına ihlalidir. Fakat başlangıçtaki varlıkları cılız da olsa, Ermeni kadın yazarlar giderek Ermeni yazınında ve özellikle edebiyatında kendilerine hatırı sayılır bir konum elde ederler. Kitapta konu edilen beş feminist yazar; Elbis Gesaratsyan, Sırpuhi Düsap, Zabel Asadur (Sibil), Zabel Yesayan ve Hayganuş Mark, Batı Ermeni kadın yazın ve yayıncılığında öncü bir konuma sahiptirler. Victoria Rowe’un kitaptaki makalesinde vurguladığı gibi, bu dönemin Ermeni edebiyatının büyük bölümü ideolojik ve didaktik bir işleve sahiptir. Böylesi bir işlev taşıyan edebiyat içerisinde feminist yazarlar da, eserlerinde çağdaş dünyada kadının yerini tanımlama ve kurgulamaya girişirler.
Kadın yazarların artan varlığına rağmen Ermeni edebiyatı bir “erkek” alanı olarak kalmaya ve yeni kadın yazarlar sert biçimde eleştirilmeye devam eder. Kendisinden sonraki kadın yazar kuşağı için model oluşturan Sırpuhi Düsap’ın “bir erkek vasat bir yazar olabilir, ama bir kadın asla,” sözleri bu gerçeğe işaret eder. (s. 45) Yine de yazma deneyimi, kadınların kendi varlıklarını ortaya koymaları ve mahkûm edildikleri konuma itiraz etmelerinde önemli bir işleve sahiptir. Düsap, bir Ermeni kadın tarafından yazılan ilk roman olan Mayda adlı eserinde, bu durumu şöyle ifade eder:
Toplumdaki şu ya da bu önyargıları gördükçe uzun zamandır yüreğim dağlanıyordu. Gördükçe üzülüyor, söz ile protesto ediyordum, bugün artık kalemimle protesto ediyorum. (s. 222)
Gerçekçilik akımını izleyen ilk Ermeni kadın yazar olan Zabel Yesayan’ın yazma deneyimine ait görüşlerinde de aynı kaygıyı buluruz:
Edebiyatın bir süs, bir gösteriş değil, (…) aksine, adaletsizlik saydığım her şeye karşı mücadele etmek için sahip olmak istediğim güçlü bir araç, bir silah olduğunu iyice hissediyordum. (s. 182)
Osmanlı feminizminin ana eğilimi, “patriarkal” ya da “ailesel feminizm” çerçevesindedir. Bu anlayışta kadına atfedilen toplumsal cinsiyet rolü sorgulanmayarak doğallaştırılır; ama tam da bu geleneksel role yeni bir anlam yüklenerek kadının toplumsal yaşamda daha güçlü bir konuma sahip olması sağlanır. Özellikle “ulusal uyanış” söylemi çerçevesinde, kadınların annelik rolü yüceltilerek, onlara ulus inşası sürecinde ulusun ilk eğitmeni konumu verilerek, toplumsal cinsiyet rolleri yeniden üretilir. Kendisi için feminist unvanını diğer yazarlardan çok daha rahatlıkla kullanan Hayganuş Mark’ın sözleri bu yaklaşımı yansıtır:
Erkeklere öykünerek, Ermeni kadınının sokağa inmemesi taraftarı oldum her zaman. Kadın ev hanımlığını sürdürsün ama hor görülmesin, zihnen ve manen erkeğe denk, sorumluluklarının yanı sıra ihtiyaçlarının da farkında (…), yüksek öğrenim görme özgürlüğüne ve olanağına sahip, olumlu veya olumsuz sonuçlarına tabi kalacağı kanunları denetleme hakkına sahip olsun istedim. Anneliğin, kadının yüceliğinin göstergesi ve askerlik hizmeti olduğuna inandım. (s. 304)
Ermeni feminist yazarlar, kadının kurtuluşu için en önemli adımlardan birinin, evlilik hayatında kadının tabi konumunun ortadan kaldırılması olduğuna inanırlar. Gerek edebi gerekse diğer metinlerinde mevcut görücü usulünü, kadınların erkeğin mülkü sayıldığı ekonomik işleve sahip evlilik kurumunu eleştirerek, evliliği eşlerin dostluğu, anlayışı, tamamlayıcılığı ve eşitliğine dayanan bir birliktelik olarak kavrarlar. Romantik aşk, karşılıklı dostluğa dayalı evliliklerin oluşmasında önemli bir faktör olarak ortaya çıkar. Evlilik Düsap, Sibil ve Yesayan’ın romanlarında önemli bir temadır. Romanlarının kadın kahramanları, toplumsal normların dayattığı davranış kalıplarının dışına çıkarak, evlilikte erkek ile kadının birbirine uyumunu ararlar, ama ataerkil normları sorgulamaları, çevrelerinin ve hâkim ahlak anlayışının tepkilerini üzerlerine çekmelerine ve mutsuz bir sonla karşılaşmalarına neden olur. Yani romanlarda kendisine biçilen role isyan eden kadın, bu isyanın sonucunda genelde acı bir sona maruz kalır.
Osmanlı kentli toplumunda XIX. yüzyılın ortalarından itibaren yaşanan cemiyet patlaması, “kadın sorunu”nun ortaya konulmasında önemli bir zemin işlevi görür. Kentli, eğitimli Ermeni kadınlar, diğer Osmanlı hemcinsleri gibi, kamusal alana ilk olarak hayır ve eğitim amaçlı cemiyetler aracılığıyla adım atar, örgütlenir ve kimliklerini kamusal alana taşıma imkânına sahip olurlar. Bu cemiyetler, hayata geçirdikleri toplumsal hizmetlerle bir yandan kadınların kamusal alana girmelerini meşrulaştırıcı işlev görmekte, diğer taraftan da kadınların kamusal alana özgü beceriler edinmelerine yol açar. Kadının kamusal alanda daha etkin bir rol alması da, aslında ona atfedilen toplumsal rollerin uzantısını teşkil eder. Kentli okuryazar kadınların yoğunlaştıkları eğitim ve yardım cemiyetleri, kadının sahip olduğu şefkat, yardımseverlik ve duygusallık gibi “doğal hasletlerin” doğrudan bir yansıması olarak değerlendirilir.
Kitapta değinilen Ermeni feminist yazarların neredeyse tümünün yazarlık faaliyetlerinden önce ya da bunun yanı sıra öğretmenlik ve yardım faaliyetlerinde aktif olarak yer alması, bu anlamda bir rastlantı değil. Bunlar, başta Ermeni cemaatinin en büyük iki kadın örgütü olan, biri kız okullarına öğretmen yetiştiren Okulsever Kadınlar Cemiyeti ve diğeri “taşralı kız kardeşleri” için okullar açan Milletperver Ermeni Kadınlar Cemiyeti olmak üzere birçok cemiyete aktif biçimde destek verirler. Hayganuş Mark bu dönemi özlemle anar:
Hayatımın en canlı dönemiydi. Özel ders veriyordum, Milletperver Ermeni Kadınlar Cemiyeti dışında birçok yardım kuruluşuna üyeydim. Deli gibi bir toplantıdan diğerine koşuyordum. (s. 282)
Kadının çalışması meselesi, dönemin basınında yoğun biçimde tartışılan bir konudur ve feminist yazarlar bu tartışmada özellikle orta sınıflarda yaygın olan, “kadını alçaltan bir unsur olarak kabul edilmesi” anlayışına karşı çıkarak, çalışmanın erdemini vurgularlar. Sırpuhi Düsap’ın kadınlara çağrısı, çalışmanın kadının özgürleşmesiyle ilintisini açıklayıcı niteliktedir:
Kadınlar çalışın, çalışın ki önyargılar ayaklarınızın altında paramparça olsun; ayağa kalkın, çalışmaktan utanmayın, insanlığın çağrısı budur. Çalışanlar özgürleşirler, mutlulukları kendi eseridir. (s. 113)
Fakat bu konuda Sibil’in, alt sınıftan kadınların çalışmasını desteklerken, kendilerine ayrılan işler genelde toplumsal pozisyonlarına denk düşmediğinden orta ve üst sınıf kentli kadınların çalışmasına sıcak bakmadığını görüyoruz. Sibil’in Bir Kızın Kalbi adlı romanının kahramanı Pupul, üst sınıf mensubu üvey babasının, evlenmesini istediği kişiyle evlenmeyi reddedip evden kovulunca, “ilk kez geçimini sağlamak zorunda kalan bir kadının nelerle karşılaşabileceğini, para kazanmak zorunda kaldığı için ne tür aşağılamalara maruz kalabileceğini fark” eder. (s. 140) Sibil’in bu tavrını eleştiren Zabel Yesayan ise, çalışmanın tüm insanların zekâlarını kullanmalarına ve yeteneklerini hayata geçirmelerine olanak sağladığını vurgular.
Meslek sahibi kadınların kamusal alana çıkışlarında öğretmenlik belirleyici olacak, “ulusun öğretmenleri” tanımlaması önemli bir meşrulaştırıcı rol oynayacaktır. Ulusçu söylemin, öğretmenlerin ulusun yeniden uyanışındaki rolüne ilişkin algısı, kadın öğretmenlere bir meşruiyet halesi sağlar. Kadının, başta anne olarak çocuklarının ilk eğitimini, dinsel ve ulusal değerleri içselleştirmelerini sağladığından, öğretmenlik vasfına doğal olarak sahip olduğu varsayılır. Öğretmenlik, koşulları zor ve maaşı düşük olsa da, edindiği toplumsal ve ulusal işlev nedeniyle kadınların sosyal statüsünde yükselme ve saygınlık sağlayan neredeyse yegâne iştir. Öğretmenlik, benliğini ulusa adamayla eşanlamlı yüksek ahlaki standartlar gerektiren bir ulusal görev olarak algılanır. Taşra Ermeni cemaatlerini eğitim aracılığıyla aydınlatma ve ulusal bütüne entegre etme çabası, öğretmenliğe bir misyon duygusu kazandırır. “Taşraya gitmek… ve insanlarımız gibi yaşamak” ve “taşralı kız kardeşlerimize” hizmet etme isteği, kadın öğretmene yol gösterir. (s. 172) Bu anlamda kadınlar, kadının geleneksel konumunu sorgular, kadının toplumsal yaşama daha etkin katılımını savunurken, “ulusun yeniden doğuşu” çerçevesinde ulusçu ideolojinin kadına atfettiği rol ve misyondan istifade ederek, kadının kurtuluşuyla ulusun yeniden doğumunu ilişkilendirirler.
Kadının toplum içerisindeki rolüne dair tartışmalarda sürekli olarak kadınların eğitimi temasına rastlamaktayız. XIX. yüzyıldaki, eğitimin özgürleştirici ve toplumsal sorunları giderici rolüne duyulan yoğun inancın bir yansıması olan bu anlayış, kadın sorununu öncelikle bir eğitim sorunu olarak tespit eder. Kadınların mevcut olumsuz durumunun asıl müsebbibi, onların eğitimsizlikleridir. Fakat artık -kitapta da Ermeni yazarların sıkça kullandıkları bir metafora başvurursak- “uyanış” gerçekleşmektedir. Çocuklarının ilk öğretmeni ve dolayısıyla ulusal kültürün taşıyıcıları ve yeniden üreticileri olarak anne/eğitmenlerin eğitimi, bir anlamda erkek eğitiminden bile daha hayatidir. Söz konusu olan ister kadının, isterse ulusun ya da her ikisinin uyanışı olsun, bunu gerçekleştirecek olan en önemli araç eğitimdir. Tam da bu sebeple, kitapta söz konusu edilen beş yazar, Ermeni cemaati içerisindeki eğitim faaliyetlerine yoğun biçimde katılırlar. Aynı zamanda Milletperver Ermeni Kadınlar Cemiyetinin başkanlığını da yapan Sibil’in vurgusu nettir:
Ermeni kadınının eğitime değil ekmeğe ihtiyacı olduğunu söyleyenleri ilk ve son kez bu kürsüden kesinkes yanıtlıyorum:
Ermeni kadını ekmek kadar ve hatta daha çok muhtaçtır eğitime; o, cehennem zebanilerinin bile kapılarını zorlayamayacağı yurdumuzu üzerine inşa edeceğimiz anavatanın kalbi ve temel taşıdır. (s. 154)
Kadın eğitimiyle ilgili en önemli mesele, kuşkusuz bu eğitimin içeriğinin ne olacağıydı. İçeriğe ilişkin tartışmalarda çoğunlukla savunulan, kadın eğitiminin kadının “doğal yönelimine” uygun olmasıydı. Ulusun gelişimiyle irtibatlandırılan annelik vasfının aktarılması (Düsap’ın vurguladığı gibi, “ulus dediğimiz zaten insanlığın büyük aileleri değil midir?”) eğitimin temel amacıydı. Düsap Mayda adlı romanında, insan yetiştirmek gibi yüce bir görevi yerine getirmek için kadına ne ölçüde eğitim verildiğini sorar. Düsap’a göre, “kadını eğitimsiz bırakıp köleliğe mahkûm etmek, toplumsal yapının temellerini bütünüyle tehlikeye maruz bırakır.” (s. 105)
Eğitimi kadın-erkek eşitliğini sağlayacak temel unsur olarak değerlendirenlerin aksine, Zabel Yesayan gibi, eğitimin dönüştürücü gücüne şüpheyle ve toplumsal adaletsizlik sorununa daha derinlikli bakanlar da vardır:
Kadınların özgürleşmesi sorununun toplumsal bir sorun olduğu ve çözümünün toplumsal düzenin kökten değişiminde olduğu fikrine o zamanlar çok uzaktırn, ( … ) fakat sezgilerimle, öne sürülenlerin içi boş şeyler olduğunu hissediyordum. (s. 175)
Elbette Yesayan’ın bu görüşlerinde, kitapta ele alınan diğer kadın yazarlardan farklı olarak giderek radikalleşmesi ve sosyalizmi benimsemesi pay sahibidir. Dolayısıyla Düsap ve Sibil gibi kadın yazarlar kadın eğitimini örgütlemek için çalışırken, Yesayan bundan kısmen uzak durur. Ermeni feminist yazarlar arasında Hayganuş Mark’ın özel bir konumu vardır. Bahsi geçen yazarlar arasında kendisini “aktif feminist Ermeni kadını” olarak adlandıran tek kişi olan Mark, Osmanlı Ermeni feminizmini cumhuriyet dönemine taşıyan bir geçiş figürüdür aynı zamanda. 1919’daki kuruluşundan 1933’teki kapatılışına kadar on dört yıl boyunca, on beş günde bir yayımlanan kadın dergisi Hay Gin’i (Ermeni Kadın) çıkarmaya devam eder. Burada ilginç olan, derginin, cumhuriyet döneminin köklü değişiklikleri ve Ermeni toplumunun milletten azınlığa dönüşümü sürecinde hayatta kalabilmesidir. Bu dönüşüm sırasında dergi, “Ulusal Rönesans” içerisinde Ermeni kadınlarının rolünü artırma misyonundan cemaat içi bir çizgiye yönelerek, cemaat yönetiminde kadınlar lehine değişiklikleri savunur. Mark, kendisini “İstanbul Ermeni Feminizmi” silsilesinin bir parçası olarak addeder. Bu silsile, Mark’a göre, 1862’de ilk Ermenice kadın dergisini yayımlayan Elbis Gesaratsyan’ dan kendi dönemine ulaşır. Kitapta konu edilen beş Ermeni kadın yazar, Mark’ın bu silsilesinin parçalarını oluşturur ve bu anlamda kitap, Mark’ın çerçevesini çizdiği anlatıyı geliştirir.
Kitapta, Osmanlı kadın hareketinin farklı etnik/dini toplulukları bünyesinde ne ölçüde barındırabildiği sorusu beliriyor. Kitapta da aktarıldığı gibi, tüm Osmanlı kadınlarını dini ve etnik ayrım gözetmeden bir araya getirmeye yönelik çabalar, özellikle 1908 devrimi sonrasında mevcuttu. Ancak kadın hareketi, asıl olarak ulusçu söylemin meşrulaştırıcı çerçevesinde geliştiğinden, Osmanlı’ da farklı feminizmlerden bahsetmek de mümkün. Yine de ortak temalar ve karşılıklı etkileşimlerin izleri mevcut. Bu etkileşimin ortaya çıkarılması için gösterilecek çabaysa, kitapta da vurgulandığı gibi, mevcut Osmanlı kadın hareketi tarihyazımının, kronolojisinden önkabullerine kadar gözden geçirilmesi ve yeniden oluşturulmasını gerektirecektir.
Ekmekçioğlu’nun, kitabın sonsözünde vurguladığı gibi, “bugünle ilgili kaygılar, geçmişin hangi bölümünü nasıl hatırlayacağımızı veya unutacağımızı belirler.” (s. 336) Dolayısıyla, “farklılıkları görmezden gelmeyip onları tarihselleştiren daha demokratik bir ortak geçmiş hayal edebilmek ve bunu yeniden yazabilmek için, Osmanlı/Türkiye kadın hareketi tarihini Türk veya Müslüman olmayan kadınlara açma” kaygısı (s. 336), bir koleksiyoncu zihniyeti veya nostalji değil, Türkiye toplumunun bugünü ve geleceğine ilişkin nasıl bir tahayyüle sahip olunduğuyla ilintili bir çabadır. Bunun için de, hem anlamlı hem de güncel bir müdahaledir.