Fırat’ın Karşı Bayırı, Gabanı ve İnsanları

Fırat’ın Karşı Bayırı, Gabanı ve İnsanları
Toplumsal Tarih Dergisi
Zeki Arıkan
01.02.1997

Kaynağını Erzurum ovasının kuzeyindeki dağlardan alan Karasu, Erzincan’ı geçtikten sonra Munzur Dağlarının eteklerini yakından izleyerek birdenbire daralan Kemah Boğazına girer. Karasu’nun adı bu yörede artık sadece Fırat’tır. Kemah Boğazını aşan Fırat, kimi zaman genişleyen vadilerden fakat çoğu kez yalçın kayalıklar arasından sessizce akar ve Munzur Dağlarının eteklerinden çıkan çaylarla, derelerle beslenir. Bu kayalıklar, dağlar, tepeler içinde Sivas-Erzincan demiryolu geçmektedir ki bu hat buharlı lokomotiflerin kararttığı karanlık tünellerle dolu bulunmaktadır. Fırat, İliç topraklarını aşar aşmaz Çaltı suyuyla birleşir ve bu birleşme noktasından bir dirsek yaparak güneye doğru kıvrılır ve Eğin kasabasının önünden geçer. Bu nehrin, yöre insanları ve bu insanların yazgısı üzerinde önemli bir rol oynadığına şüphe yoktur.

Üzerinde duracağımız Hagop Mıntzuri’nin (18861978) Armudan Fırat’ın Öte Yanı başlıklı kitabındaki öyküler, söz konusu köy merkez olmak üzere aşağı yukarı sınırlarını çizdiğimiz bir mekânda geçmektedir. Fırat’ın sağ kıyısında, Kuruçay yakınında Armıdan adını taşıyan iki köy vardır. Biri büyük (kebir), diğeri küçük (sağir) olarak adlandırılmıştır ki yazarın doğum yeri Küçük Armudan’dır. Ancak gerek yazılı kaynaklarda gerek çevre köyler halkının dilinde Armudan olan bu adın niçin Armıdan biçiminde yazıldığını müteveffanın anısını incitmeden belirtmek isterim. Öte yandan Armudan adının da son yıllardaki anlamsız bir uygulamadan nasibini alarak değiştirildiğini görüyoruz. İçişleri Bakanlığı, 1960’lı yıllardan beri kimi zaman artan kimi zaman yavaşlayan bir hızla birçok köy ve mezranın adını, “iltibasa yol açtığı” gerekçesiyle değiştirme yoluna gitmiştir. Bu kervana son yıllarda şehirlerimizdeki cadde, sokak ve meydan adlarını, kendi dünya görüşleri doğrultusunda değiştirerek bir yaz-boz tahtasına dönüştüren belediye başkanlarımız da katılmıştır. Bu hastalıktan ne zaman kurtulacağımız doğrusu merak konusudur.

 

Yer adları elbette değişebilir. Büyük tarihsel dönemeçlerde toplumsal, siyasal ve kültürel yapının değişmesinin yankılan yer adlarını da etkiler. Milli Mücadelenin merkezi olan Ankara, Cumhuriyet’in kurulması ve şehrin yeniden yapılanmasıyla birlikte, dönemin ruh ve anlayışına uygun kavramları içeren isimleri bağrında taşımaya başlamıştır. Benzer bir yaklaşım, İzmir için de geçerlidir. Ancak günümüzde yer adlarının değiştirilmesi o denli bilgisizce ve bilinçsizce yapılmaktadır ki bunu açıklamaya olanak yoktur. Çünkü yabancı kökenli yer adlan Türkçeleriyle değiştirilirken, öz Türkçe olan ve Anadolu’yu yurt tutan Oğuz boylarının, bu boylara bağlı oymak ve obalarının adlarıyla ilintili olan yerlerin adlarının da değiştirildiğini görmek insanı şaşkına çeviriyor. Anadolu’nun tarihsel damgası böylece silinerek bunun yerine sahte mühürler vurulmaktadır. Bu iş Anadolu coğrafyasını sözde Türkleştirmek uğruna yapılıyorsa neden Türkçe olan yer adlarının değiştirilmesi yoluna gidilmektedir?

 

Türklerin Anadolu’ya ayak bastığı tarihlerde buradaki yer adları haliyle yabancı kökenliydi. Bunların çoğu Türkçe söyleyişe uyduruldu. Şehirlerimizin ve kasabalarımızın adları bu yöntemin ilgi çekici bir örneğini vermektedir. Diğer adlar olduğu gibi korundu. Bunun yanında yeni kurulan yerleşim yerleriyle birlikte ova, dere, dağ, tepe, akarsular vb yeni adlar aldılar. Anadolu’nun toponomisi köklü ve yapısal bir değişikliğe uğradı. Bugün, yabancı kökenli kabul edilen yer adlarının ayıklanması yerine bu toponominin ayrıntılarına inilmesinin daha sağlıklı sonuçlar doğuracağına inanıyoruz.

 

Yer adlarında yapılan değişikliklerin yalnız tarih araştırmalarında değil, günlük yaşamda da akıl almayacak kadar büyük karışıklıklara yol açtığına şüphe yoktur. Bununla birlikte bu konuda yalnız olmadığımızı, bütün Balkan ülkelerinin Türkçe yer adlarına karşı amansız bir kıyıma giriştiklerini anımsamakla yetiniyoruz. Gelelim Fırat’ın öte yanına:

Küçük Armıdan doğumlu olan yazarın kaleminden çıkan bu öyküler Kemah-İliç-Eğin üçgeninde yer alan yöreyi, “Köyleriyle, giysileriyle, ahalisiyle, halet-i ruhiyesiyle… ” bize anlatmakta ve tanıtmaktadır. Bu öyküler, yazarın kişisel gözlem ve çocukluk anılarından derin izler taşımaktadır. Kendisiyle aynı zaman dilimini ve mekânı paylaşan bütün insanlar bu öz yaşamsal öykülerde yer alır. Öyküler, XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyılın başları arasında sınırlanabilen bir zaman dilimi içinde geçer. Ancak birinde Sivas-Erzincan demiryolundan söz edildiğine göre, yukarıda belirtilen zaman diliminin biraz daha genişlediği görülür. Kimi öykü kahramanlarının da İstanbul’a kadar uzandığına tanık oluyoruz. Amacımız bu öykülerin yazınsal değerini irdelemek değildir. Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz nokta, bu öykülerin yörenin sosyal, ekonomik ve kültürel yapısının anlaşılmasına son derecede önemli bir katkıda bulunması ve bu konuda oldukça zengin malzeme vermiş olmasıdır.

 

Sosyal yapıyı oluşturan kurumlar, söz ve kavramlarla deyimlerin, yörenin bütün köylerinde çarpıcı bir özdeşlik gösterdiği anlaşılmakta ve bu bağlamda ortak bir dilin kullanıldığı göze çarpmaktadır. Zihniyet, espri anlayışı, doğa karşısında tutum, kılık-kıyafet vb konularda da bir Türkle bir Ermeni ya da bir Kürt arasında hemen hemen hiçbir fark görülmemektedir. Eğin’in zengin mi zengin folkloru yöre halkının beğenisinin ortak paydasıdır. Bu durum, söz konusu alandaki bütün insanların aynı doğal, sosyal ve ekonomik koşullar içinde bulunmasıyla açıklanabileceği gibi, yüzyıllarca süren birlikteliğin, ortak yaşayışın bir sonucu olarak da algılanabilir. Bu ortak yaşayış, artık bugün unutulmaya yüz tutmuş nice efsaneler üretmiş nice folklor ürünleri yaratmıştır.

 

Günlük yaşamda kullanılan birçok sözcük ortaktır. Davarların kapatıldığı yer kom’dur. Ekmek tandırdan egiş’le çekilip alınır, mayalı hamurdan yağda kızartılarak yapılan bir çeşit ekmeğe bişi denir. Köyün birtakım kamu hizmetlerini yerine getiren kişi kizirdir. Çıkılması güç yokuş yerler gaban olarak adlandırılır. Kom’da kuzular, koyunlardan çağ’la ayrılan bölüme konur. Keşkek, bütün yörede en makbul bir yemek olarak görülür. Çorba kâsesi uskura’dır. (üsküre, ZA). Toprak bacalar (dam), yağmur ve kar sularına karşı loğlanarak düzeltilir ve akmalarının önüne geçilir. Şalgam (çelem) turşusu pezik (pazuk, ZA) olarak bilinir. Binaların damlarının uzantısının altında kalan bölümler ertme’dir (örtme. ZA). Yapıların duvarlarında hatıl, damların örtülmesinde mertek kullanılır. “İnsanın eceli saati gelmesin. bir mahana (mahna ZA) olur.” Günlük konuşmalarda en çok kullanılan bu mahana/ mahnanın sanırız bahane sözünün halk ağzındaki söyleyiş biçimidir. Türk köylerinde de bu söz son derece sık kullanılır. Dahası kalın k sesinin g olarak söylenmesi (panga/hanka, pangonot/banknot, gara/kara, gız/kız, gatır/katır vb) yöredeki Türk ve Ermeni ağzının ortak özelliği olarak görülmektedir. Bütün bunları işaret ettikten sonra, Mıntzuri’nin kitabında geçen, sosyal, ekonomik ve kültürel yapının ortak dilini oluşturan birkaç söz üzerinde daha durmak istiyoruz:
Laçag, leçek: Bezden tülbentten yapılmış, başörtüsü demektir. Ancak yöredeki Türk köylerinde neçek olarak geçmektedir.
Bacılık: Kızlar ve kadınlar arasında kardeş yerine tutulan yakın arkadaş, kardeşlik anlamına gelmektedir. Ancak bacılık iki kişi arasında bir dayanışmayı ve sırdaşlığı anlatmaktadır. Bacılık, bir başka köyden de tutulabilir. Bu durumda her ikisinin kapısı bir diğerine her zaman açıktır.
Gelinlik Tutmak ya da gelinlik etmek: Köy yerinde yeni gelinlerin, kocaları dışında aile büyükleriyle bir saygı ifadesi olarak yüksek sesle konuşmaması ya da konuşurken aracı kullanması anlamına gelmektedir. Gelinlik etmek, kayınvalide için yaklaşık bir yıl sürebilir. Kayınpeder için belirli bir süre yoktur. Ömür boyu gelinlik edildiğini kişisel gözlemlerime dayanarak, söyleyebilirim.
Ghab, hab (h, kh sesi verilerek söylenir): Hab, köy ve yaylada sütün ortaklaşa kullanılmasıdır. Basit ve ilkel kooperatifçiliğin dikkate değer bir uygulaması olarak görülmektedir. Sütün ortaklaşa ve sırayla kullanılmasına hab etmek denilir. Bu uygulamada, sağılan süt belirli bir süre bir evde toplanır, sütü alan ev (çadır), aldığı sütü ağaç çubuklarla ölçer ve bunlara sütün seviyesini belirlemek için birer çentik atar Sütün geri verilmesi sırasında bu ağaç çubuklar kullanılır. Bu çubuklara haz (h, kh sesiyle) denir. Daha doğrusu bu hazlar kadar süt karşı tarafa verilir. Böylece kimsenin kimseye hakkı geçmez. Habın en önemli yararlarından biri, yağ, peynir vb üretiminin arttırılmasına katkıda bulunmasıdır. Hab, Anadolu’da olduğu gibi Kafkaslarda da yaygın bir ekonomik dayanışma olarak görülmektedir.
Hekürge-hakuka: Toprak ve kilden yapılmış suyolu, bahçe duvarlarındaki ark suyunun geçmesini sağlayan göz. Duvar altından geçen suyolu deliği. Kışın ya da baharda evlerde, damlarda (ahır), komlarda çıkan su, hakuka’ya alınarak dışarıya akıtılması sağlanır, böylece denetim altına alınmış olur.

 

Mıntzuri’nin küçük öykülerden oluşan bu kitabı, ortak bir kültürün, ortak bir geçmişin, ortak bir yaşamın kapılarını açan bir anahtar ödevi görmektedir. Müteveffanın henüz Türkçeye çevrilmeyen diğer eserlerinin de dilimize kazandırılmasının araştırmacılara yeni ufuklar açacağına şüphe yoktur. Anısını saygıyla anmayı bir borç biliyorum.

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.