Margosyan Varbet’in “Biletimiz İstanbul’a Kesildi” adlı son eserini bir solukta okudum. Margosyan’ın eserleri, kökeni ne olursa olsun hiç kuşkusuz her okurda büyüleyici izler bırakıyor, ama Diyarbakırlı okurların özellikle de Diyarbakırlı Ermenilerin bu eserlerden aldıkları keyif bir başka oluyor.
Bildik bir kent, tanıdık insanlar, ilginç portreler, renkli diyaloglar, çarpıcı yaşam öyküleri, canlı bir folklor, ironi yüklü gelenek ve görenekler ve de en önemlisi kesitler, tarihsel tanıklıklar…
Margosyan bizi elli yıl öncesine, artık yok olmuş bir yaşamı yeniden kurguladığı bir dünyaya, çocukluğundaki cennete götürüyor ve bizi bu cennette gezdiriyor. O, aslında yitmiş bir cennette kendini, kendi çocukluğunu arıyor. Bu arayışında Margosyan öylesine ayrıntılara iniyor ki, şaşıp kalmamak olanaksız. Elli yıl öncesinde belleğinde yer etmiş her izi, her görüntüyü ekrana getiriyor, artık solmaya yüz tutmuş olan bu görüntüleri yeniden canlandırıyor, onları bir güzel renklendirip boyutlandırıyor ve böylece ortaya ‘hamov hodov’, doyumsuz anlatılar çıkıyor.
Bence Margosyan iflah olmaz bir yola girmiş, kendi ipini kendisi çekmiş, yaşamının sonuna dek çocukluğundaki cenneti aramaya mahkûm olmuştur. Tam da bu noktada Margosvari bir üslubu seçerek şunu rahatlıkla belirtebilirim ki, onun bu mahkûmiyetinde ne Allah Baba’nın ne Der Arsen’in ne de Dira (simgelenemeyen ses!)u Agop’un bir dahli vardır. Ayrıca, hiç bir Allah’ın kulunun da durup dururken Margosyan’a, “Bize çocukluğunu anlat!..” dediğini de sanmıyorum. Bu seçim tümüyle Margosyan’a aittir.
O, kendi kaderini kendisi belirlemiş, atalarımızın pek doğru dile getirdikleri, “Arayan Mevla’sını da bulur, belasını da…” sözüne kulak asmamıştır. Kısacası Margosyan kendi kazdığı çukura düşmüş, çocukluğunu ararken Allah Baba’yı değil, belasını bulmuştur ve iyi de olmuştur!.. Çünkü yazmış olduğu doyumsuz anlatılarını, içine düştüğü bu bela çukuruna borçluyuz.
Bu noktadan itibaren Margosvari üslubu terk ediyor ve diyorum ki, Varbet’in çocukluğunu ararken bize anlattığı öykülerinde geliştirdiği kendine özgü üslubu ve bu öyküleri kurgularken harç olarak kullandığı hayal gücü gerçekten olağanüstüdür.
Margosyan, öykülerini hayal gücüyle süsleyip püslemeyi çok seviyor. Öyle ki, kendini kaptırdığı kimi öykülerinde sevimli ‘kıtır’lar atıyor, hatta vırtçı Ohannes’e taş çıkartırcasına görkemli ‘vırt’larını ardı ardına sıralıyor. (Bu ‘vırt’ları okuyan Diyarbakırlı her okur şaşkınlığını, “Errrik!..” diyerek dışa vuruyordur.) Bu büyüleyici hayal gücü, Varbet’in o çok ustaca becerdiği ‘çarıklı erkânıharp’ üslubuyla birleşince ortaya doyumsuz anlatılar çıkıyor. (Bu arada dünyaca ünlü romancıların da nitelikli birer ‘vırt’çı olduklarını belirtmeliyim. Örneğin, Marquez’in, ünlü “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki ‘kıtır’larını ve ‘vırt’larını anımsatmak isterim.)
Margosyan yeni bir ‘yaratılış kuramı’ geliştirdiği “Elmalı Balayı” adlı anlatısında hayal gücünü öylesine ileri boyutlara taşımaktadır ki, bir yandan Allah Baba’yı Ermenice konuştururken, öte yandan ilk insan Adem’in yeryüzüne zuhur olduktan sonra ilk seslendirdiği sözcüğün Ermenice olduğunu, muz kabuğuna basıp yere düştüğünde, “İnga, ingaaa!..” yani, “Düştüm, düştüm!..” diye ağladığını yazmaktadır.
Âdem ile Havva’nın cennetten kovulduktan sonra ilk ayak bastıkları toprakların Dicle kıyıları olduğunu, ‘ham meyve’yi bu kıyılarda yemeyi sürdürdüklerini, burada bir kent kurduklarını, bu kentin Diyarbakır olduğunu yazan Margosyan’ın attığı kıtırlarının şahikası hiç kuşkusuz Diyarbakır’ın antik adı olan Amed’in kökenine dair geliştirdiği kuramdır. Margosyan, kentin Amed olan antik adının Âdem’in ‘dem’inin ters çevrilip yeniden A’ya eklemlenmesiyle bulunduğunu belirtmektedir.
Margosyan’ı Margosyan kılan önemli özelliklerden biri onun işte bu renkli ve sınır tanımaz hayal gücüdür. O, öykülerini hayal gücüyle kurgulamakta, çocukluk yıllarının silik görüntülerini yeniden canlandırarak içten bir dille bize aktarmaktadır.
Margosyan’ı Margosyan kılan bir diğer önemli özellik, içtenliktir. Özellikle anne ve babasıyla ilişkilerini dile getirdiği satırlarda içtenliği doruğa çıkmaktadır. Hıno Baco, oğlu ‘Allah’ın ataşı’ Mıgırdiç Margosyan’ı uyuturken ona sevgi sözcükleri fısıldar, ‘fırfırik’ dermiş. Bu ‘fırfırik’ler insanı adam eden sevgi sözcükleridir. Her insanın, anasından ya da babasından duyduğu ve bilinçaltına çökelmiş bir sevgi sözcüğü, bir ‘fırfırik’i vardır. Salt sevgi içeren birer ses kümesinden oluşan, anlamsız oldukları için hiçbir sözlükte bulunmayan, ama çıplaklık ve masumiyet yüklü bu sözcükler insanlığın harcıdır.
Geçen gün kızım ‘lıkik’ olup hıçkırığı tuttuğunda dikkatini başka yöne çekmek için onu kucakladım, kulağına kendi sevgi sözcüğümü fısıldadım. Biliyorum, ben bu dünyadan göçüp gittikten yıllar sonra bu sözcüğü bir gün aniden anımsayacak ve kim bilir belki o da hıçkırığı tuttuğunda kendi çocuğuna fısıldayacaktır: “Kotiğe!.”*
* Hangi dilden olduğunu bilmediğim bu sözcüğü küçüklüğümde bana, nur içinde yatsın Karnik dayım fısıldardı.