“Edebiyat tarihinde farklı bir durum benimki. Ben kahramanlarımın ve onların devamının olmadığı bir yerleri anlatıyorum. Anlatılanın salt anlatı değil, kahramanlarımın ve yaşadıkları yerlerin folklorudur da, halkın tarihidir, onlara dair tanıklıklardır yazdıklarım.”
Bugün artık bir masal gibi dinlenen Anadolu’nun anlatıcısı Hagop Mıntzuri öyküleriyle bir kez daha Türkçe’de. “Armıdan Fırat’ın Öte Yanı”ndan sonra Aras Yayıncılıktan çıkan bu ikinci kitabı “Atina Tuzun Var Mı?”yı da Türkçe’ye Silva Kuyumcuyan kazandırmış.
Zorlu doğa koşullarına karşı verilen mücadele, geleneklerin belirleyiciliği, köy yaşamının özellikle kadınlar üzerindeki baskısı, günlük yaşamın olanca doğallığıyla anlatıldığı bu öykülerde ilk göze çarpanlar.
Kapak fotoğrafı olarak Mıntzuri’nin ikinci karısı ile 1920’lerde çekilmiş bir resmi kullanılmış. Bir de not düşülmüş iç sayfada: ”Yazarın ilk öyküde anlattığı, Birinci Dünya Savaşı ve tehcir sonrasında bir daha haber alamadığı Armıdanlı ilk karısı Voğıda ile birlikte çekilmiş bir resmi olup olmadığı bilinmiyor… ”
Bu satırlar ve gösteriş düşkünü zengin Yelbakyan’ın dağdaki bir çeteyle işbirliği yaptığı iftirası sonrasında hapse düşüşü ise gerginleşen siyasi ortamın küçük insanların sıradan yaşamlarını nasıl altüst edebildiğinin en çarpıcı kanıtları.
Kimler yok ki 23 öykülük bu dünyada? En başta genç Demircilerin Hagop, karısı Gorçaların kızı Voğıda, Mardiros dede, Teğutlu Nene, köy yaşamının ayrılmaz parçası hayvanlar, yörenin hiç hastalanmayan Derderi Der Boğos, bir türküye konu olan gencecik Alevi kızı Narğoz ve daha niceleri.
Okurun Mıntzuri’nin dünyasıyla kaynaşmasını sağlamak üzere kitapta yer adları, yöre adlarının anlamları ve ayrıntılı bir açıklama bölümüne de yer verilmiş. Bu özenli çalışmayı tek gölgeleyen nokta ise kitaba başlık olarak konulan “Atina Tuzun Var Mı?” Bir öyküde iki Rum’un birbirine seslenişinden alınan bu cümle buram buram Anadolu kokan kitabın genel havasını yansıtmaktan hayli uzak. Seçkinin en son öyküsü diğerlerinden çok farklı. Mıntzuri sembolist bir anlatımla, şiirleri derlenmediği için bilinmeyen ama canlı anlatım nedeniyle düzyazıları çok sevilen bir şairin öyküsünü anlatıyor:
“Ve bütün bunları okuyan ülke halkı, kendilerine bu denli ilginç şeyler yazıp anlatan o şairi tanımazdı. Ve onu ülkenin bilge kişileri, kâtipleri, bilginlerinden biri sanarak onların arasında ararlardı. Hiç kimse onun güneşte yanmış, yüzü kararmış, zayıf, kısa boylu, eski püskü giysili biri olduğunu bilmezdi. Bilmezlerdi çocukları olduğunu, gündelikle çalıştığını, küçük bir evde oturduğunu ve de bütün bunları nasırlaşmış işçi parmaklarıyla yazdığını… ”
Anlayana bundan daha fazlası da söylenemez zaten.