Armıdan köyünün yakınındaki Surp Sarkis Dağının yamaçlarında bir Kil Tepesi vardır. Buradaki kil ocaklarından çamaşırda, baş yıkamakta kullanılmak veya kundak bebelerinin altına konmak üzere kil çıkarılırdı. Bu iş de genellikle kadınların görevleri arasındadır. Bir gün Kil Tepesinde bir karışıklık olur. Herkes oraya koşmaktadır. Az sonra haberi köye gelir: Kil Tepesi çökmüş, Demircilerin gelini toprak altında kalarak ölmüştür. Köydekiler çok üzülür. Ölen sadece gelin değildir, karnında da bir çocuk vardır. İki can birden gitmiştir, hem de hamileliğin son ayında. Neyse az sonra bir haber daha ulaşır. Gelin kıl payı kurtulmuştur. Tepe meğerse gelinin tam üzerine çökmemiş, bütün bedeni toprak altında kalırken, entarisinin eteğinin ucu dışarıda kalmış. Yetişenler de kadıncağızın yerini eteğinden tespit ederek boğulmadan kurtarmışlar.
Ermeni yazar Hagop Mıntzuri (Demirciyan), “Kil Tepesi” adlı öyküsünde bunları anlatır. Ve öykünün sonuna ekler:
“Bu anlattıklarım, hikâye yazmak için kurgulanmış şeyler değil. Kil Tepesi’nde toprak altında kalan Demircilerin gelini benim annemdir. Bana hamileliğinin son ayındaymış. Olaydan yirmi beş gün sonra dünyaya gelmişim. Olduğu gibi, benim öykümdür bu… ”
Mıntzuri’nin böyle bir mucizevî olaydan sonra doğduğunu, Nisan 1996’da yayımlanan, “Kil Tepesi”nin de aralarında bulunduğu 21 öyküden oluşan “Armıdan, Fırat’ın Öte Yanı” adlı kitabından öğreniyoruz. Ermeni yazarın 1915’te nasıl bir tesadüf sonucu sağ kaldığını ise 1993’te yayımlanan “İstanbul Anıları”ndan öğrenmiştik.
1914’te bademcik ameliyatı için birkaç günlüğüne İstanbul’a gelen Mıntzuri, köyüne dönmek üzere iskeleye gittiğinde, vapuru az farkla kaçırdığını öğrenir. Mecburen İstanbul’da kalır. Savaş çıkıp seferberlik ilan edilince de askere alınır. İstanbul’daki Eğinli Ermenilerin çoğu gibi ekmekçilikten anladığı için Selimiye kışlasında ekmek işine verilir. Mıntzuri o günleri şöyle anlatır:
“1915 yılı Nisan ayında İstanbul’daki Anadolulu Ermenilerin tehciri başladı. Ben zaten askerdim. Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevaplanmadı. Üçüncüsünde ‘Burada, değiller, bilinmeyen bir yere yollandılar’ diye cevaplandı. Dedem Melkon seksen sekiz yaşındaydı. Annem Nanik elli beş, çocuklarım, Nurhan altı, Maranik dört, Arahit iki yaşında, Haço dokuz aylık, kadım Voğuda yirmi dokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? Dedem, Suazeg çeşmesine kadar gidemezdi. Gahmıhlı Kürt Temel gelmişti. Lusniklerin, bizim kuzenin halasının çiftçisiydi. Ben bildim bileli onların evinin çiftçiliğini yapıyordu. Bizim kadar Ermenice bilir ve konuşurdu. Getirdiği habere göre, Ermenileri 4 Haziranda köyden çıkartmışlar. Demişti ki, evlerinin kapılarını, kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar. Evinizde bizden birisi ölse, siz de birlikte ölmez misiniz? Artık çalışabilir misiniz? İşlerinizi, içeri dışarı sürdürebilir misiniz?.. Ben askerdim emir altındaydım. Bırakırlar mıydı ki oturayım? Akşama kadar ortada olmak zorundaydım.”
Hagop Mıntzuri, 1886 yılında Erzincan’da Armıdan köyünde doğmuş. Eğin (yeni adı Kemaliye) ilçesine yakın bir köy olan Armıdan (yeni adı Armutlu) Türk, Kürt ve Kızılbaş köylerinin ortasındadır. Bu çok kültürlü ortam Mıntzuri’nin öykülerine de damgasını vurur. Kahramanları sadece Ermeni köylülerinden ibaret değildir ‘Kürtler, Türkler, Kızılbaşlar da öykülerinde sürekli olarak öne çıkar. Mıntzuri’nin öyküleri büyük ölçüde kendi yaşamından çıkmıştır ve kahramanları gerçek hayattan alınmıştır. Ermenilerin Türkler ve Kürtlerle iç içe ve “barış içinde” yaşadığı günlerdir.
Bu ortamda Ermeniceyi Ermeniler kadar bilen tek kişi yukarıda da adı geçen Kürt Temel değildir. “Bu adam Ermeni değil!” adlı öyküde yazar, Teğutlu kizir Muharrem’in başından geçenleri aktarır. Uzun bir yolda bir geceyi bir Ermeni köyünde geçirmek zorunda kalan Muharrem yaşlı bir karı kocaya kendisini Ermeni olarak tanıtır. Yemek boyunca kusursuz bir Ermenice konuşan Muharrem gösterilen yatakta yattıktan sonra, kadın nereden sezdiyse kocasına, “Bu adam Ermeni değil” der. Adamın yanıtı ise kesin ve ikna edicidir:
“Haydi be! Sen Ermenisin, o değilmiş! Sen köyünü adım adım gezsen öyle bir Ermeni bulur musun? Sen ne anlarsın, Ermeni kimdir, kabak kafalı? Sen onun yarısı kadar Ermenice bilir misin? Bir Göklerdeki Babamız duasını söyledi, ben bile onun kadar söyleyemem. Hayrikcan’ı biliyor. Sen bilir misin?”
Mıntzuri, ilkokul son sınıfta İstanbul’a gelir. Robert Kolej’de okur. Ama okul değil de daha çok hayat biçimlendirir onu. Kitaplarında hayatın içinden çıkan emekçi tipleri çizmesi belki ondandır. Vart Şigaher, Mıntzuri’nin ölümünün ardından kaleme aldığı satırlarda onun için şu ifadeleri kullanıyor:
“Mıntzuri aşağıdakilere, çalışanlara, esnafa, işçiye çok yakın durdu. Onların bileğinin, terinin, çileli yaşamının, gündelik sıkıntılarının öyküsünü iletti bize. Onların ruhlarında saklı duran içtenliği, duygu temizliğini, basitliği ve insani soluğu gözler önüne serdi.”
“İstanbul Anıları”nda da çok kültürlü yapının izlerini buluruz. Özellikle yüzyılın başını anlatan sayfalarda Ermeni, Rum, Yahudi, Türk, Kürt, Karamanlılardan oluşan bir mozaik aktarılır. Irkçı bakış açısının hemen herkesin kafasına yerleştirdiği, başta Yahudiler olmak üzere azınlıkların zengin ve asalak bir tabaka olduklarına dair önyargıları ya da Kürtlerin İstanbul’a ancak 1950’lerden sonra gelmeye başladığı gibi saplantıları da bertaraf edecek birçok veri vardır Mıntzuri’nin anılarında.
İlk öyküsü 1906’da Masis gazetesinde yayımlanır. Mıntzuri’nin daha sonra yazacaklarının da habercisi olan “Gelin ile Güvey” adlı bu öykü, köy yaşamından bir tasvirdir. Büyük bir kısmı Ermenice günlük gazete Marmara’da yayımlanan 200’ü aşkın öyküsüyle yazar, “Ermeni taşra edebiyatı” ya da “köy hikâyeciliği”nin en tanınmış isimlerinden olur. Mıntzuri’nin Ermenice olarak dört kitabı yayımlanmış: “Gabuyd Luys” (“Mavi lşık”-1958), “Armıdan” (1966), “Gırung Usdi Gukas?” (Turna Nereden Gelirsin?-1974) ve “Değer Ur Yes Eğer Yem” (“Yaşamış Olduğum Yerler”-1984).
Hagop Mıntzuri gözlemlerini, anılarını sürekli olarak basit bir dille kaleme aldı ve yazdıkları hemen gazetede yayımlandı. “Gırung Usdi Gukas?”ta yer alan “Hesaplaşma” bölümünde Mıntzuri’nin yaptığı döküm şöyle: 225 öykü, 75 kronoloji, 26 kırsal anlatı, 12 masal, İstanbul Anıları’nın giriş yazısını yazan Silva Kuyumcuyan ve Necdet Sakaoğlu ise Mıntzuri’nin dili konusunda şunları belirtiyor:
“Mıntzuri’nin üslubu konuşma dilindedir. Onun anlatımındaki tadı yakalayamayanlar için, dil kurallarını bilmediğini sanmak olasıdır. Oysa Mıntzuri, Ermenicenin, Türkçenin, Fransızcanın ve İngilizcenin anlatım kurallarını, bu dillerin edebiyatlarını bilen bir feromendir. O, bir ‘köy yazarı’ olmayı yeğlediği için bu üslubu seçmiştir.”
1978 yılında yitirdiğimiz Mıntzuri’ye her şeye karşın şanslı bir yazar gözüyle bakabiliriz. iki kitabı da Türkçeye titiz bir çevirmen (Silva Kuyumcuyan) tarafından çevrildi ve titiz çalışan iki yayınevi tarafından yayımlandı. “Değer Ur Yes Yeğer Yem” Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yayımlandı. “Değer Ur Yes Yeğer Yem” Tarih Vakfı Yurt yayınları tarafından Kasım 1993’te “İstanbul Anıları” adıyla yayımlanırken, Aras Yayıncılık da 44 öyküden oluşan “Armıdan”ın 21 öyküsünü yayımladı. Kendileriyle görüştüğümüz yayınevi yetkilileri kitabın ikinci kısmının da yakında yayımlanacağını belirtiyorlar. İki kitapta da, metinde geçen Ermenice sözcükleri açıklamak için dipnotlar konmuş. Aras Yayıncılık ayrıca kitabın sonuna dizin ve öykülerde geçen yerlerin şimdiki adlarını içeren bir liste koymuş. Bu bakımdan bu iki kitabın sadece edebiyatseverlerin değil tarihçilerin, etnik sorunları araştıranların da dikkatini çekmesi gerekir. Ermeni edebiyatı Türkiye’de yeterince tanınmıyor. Türkler sadece Ermeni edebiyatını değil, yüzyıllar boyunca iç içe yaşadığı bu halkın kendisini de artık yeterince tanımıyor. Mıntzuri’nin iki kitabı -aynı ekolün devamı olan Mıgırdiç Margosyan’ın yazdığı iki kitap “Gâvur Mahallesi” ve “Söyle Margos Nerelisen?” gibi- Ermenileri Türklere tanıtmak bakımından da iyi örnekler. İsteyen, bu kitapları “Ermeni kültür ansiklopedisi” gözüyle de okuyabilir.