İkinci uzun bayram arasındayız hayatın. Siz bu satırlarla buluştuğunuzda hâlâ dört gün olacak önünüzde yaşamın rutin akışına kendinizi bırakmanız için. Bayramdan birkaç gün önce Metin Altıok Ödülü’nü hem de geçen yılın deprem nedeniyle gecikmiş takdimini de içeren şekilde İstanbul’da bir törenle tamamladıktan hemen sonra küçük bir seyahate çıktım. Bir süredir biriktirdiğim dertler, üstlendiğim görevler, yapabildiklerimin yoğunluğu ve henüz yetişemediklerimin sorumluluğuna küçük bir mola. Kapıkule’den çıktık Feza’yla. İpsala’dan girdik. Yolculuk sözcüğünün hakkını vermek için dört gün, günde 4-5 saate varan sürelerde araba kullandım. Sevilen bir dostun yarenliğinde kimi zaman anlık, sıradan, havai şeylerden kimi zaman da geçmişten, özlediklerimizden, hayallerimizden konuştuğumuz sohbetler eşlik etti yolumuza. İkimizi de büyüleyen ise doğa oldu. Kıskandık.
Yeşilin her tonuyla gözümüzü şenlendirdiği kadar içimizi temizleyen yerlerden geçtik. Sitelere teslim edilmemiş, orman bile olmayan koca yaban alanları, meraları basmış mor, sarı, kırmızı kır çiçekler yeşili yırtmış, bize buradayız dercesine salınarak el sallayan tek kalabalıktı. Ormanlar derin ve bitimsizdi. Tarım alanları göz ziyafetine renk ve düzen seçeneği sunarak eşlik ediyordu. En heyecanlısı da bize artık eskisi kadar gelmeyen leylek aileleriydi. Leyleklerin insansız alanlardan ziyade yerleşik yerleri tercih etmesi düşündürmüştür beni. Bu kararlarının arkasında yatan bilinç onları incitmeyen insanların olduğu yerlere daha yoğun ilgi göstermelerini, güvende hissettikleri yerlere yönelmelerini de açıklar belki. Yollarda kaplumbağa dilekleri, tilki rastlaşmalarıyla döndük ülkemize. Sıcağın cayır cayır yaktığı ve her yıl öncekinden yüklü sorunla değişen mevsimin etkisi hissediliyor. Biz ise tüm eko sistemin yaşamı için çare üreteceğimize sokak hayvanlarını katletmenin yasallaşması için bayram ertesi apar topar bir yasa çıkartma peşindeyiz!
Filibe ve Sofya ıhlamur kentleriymiş meğer. Gün boyu her adımınıza eşlik ederken sizi sarhoş eden bir kokunun omuz başınızda olduğunu hayal edin. Öyle ki bir an kesilse özlenen, başınızı kaldırıp yakınına yerleşmek için bir diğerini aradığınız yürüyüşler. İstanbul’da bazı semtler de böyle kokardı bir zamanlar. Öyle uzun zamandır duymadım ki. Tek başına ama hür olmayan birkaç rastlaşma dışında karşılaşmıyorum ıhlamurlarla. Olan da böyle akrabalarıyla el ele coşkun kokusuyla buradayız diyemiyor sanırım. Ağaçları basmış çiçeklerden geliyor kokular ve çiçek açan ağaç mutlu ağaçtır. Göğün mavisini denize karıştırıp, yeşili çiçeğe katık edip döndük. Sakin köşelerde tahta iskemleli köy tavernalarında yan masalardan rahatsız olmadan vakit geçirdik. Saat takip etmedik. İyi geldi bana.
Bunlardan bize ne diyebilirsiniz belki. Bunun yanıtını ben de tam bilmiyorum. Kimin neyi önemsediğini bilmiyoruz artık. Önemsediğini bildiklerimize yazıyor gibiyiz. O zaman da iki sorun doğuyor. Yeknesaklık. Aynı çözümsüzlüklerde daha da (!) derinleşen sorunları, güncel “gelişmelerle” -gelişme kelimesine yabancılaşarak- yeniden duymamızla birlikte, yazmamız gerektiğini bilerek öneriler yapıyoruz, çözemesek de paylaşarak acısını almaya, aslında en doğrusu biraz da kendimizi iyileştirmeye çalışıyoruz. Birer birer çoğalmaya gayret ediyoruz. Önemseyen azınlığı dağıtmamaya özen gösteriyoruz. İkinci sorun oluşuyor sonra Birbirimizi boğuyoruz. O nedenle zaman zaman boğulmadığım anlarımı paylaşayım istiyorum sizlerle. Ondan yazdım bunları.
Bayram tatilinizin yarısına yetişebilsem de sahici nefesler almanızı dileyerek okuma önerileri de yapayım istedim. Geçtiğimiz yıl okuduğuma çok memnun olduğum iki kitap önerisi ile başlayayım. Yazarlık hevesi ile kaleme alınmış iyi metinlerle edebiyat arasındaki fark üzerinde çok düşünmemin ardında bize sunulan ‘ünlü yazar’ bolluğu olsa gerek. Kişisel gelişim popülerliği arasından sıyrılabilen ve okur bulan bazı kitaplar da oluyor. Kurgu öyküler, romanlar yazan ve bir anda popüler olup kitapları onlarca ülkede türlü dille yayınlanan isimler duyuyorum. Çağımızın ticaret araçları, pazarlama kafasıyla iyi kurulan ilişkiler edebiyatımızı ezip geçiyor. Kimseyi azımsamak değil niyetim. Daha çok olsun ki insanlar da okumaya daha çok yakınlaşsın belki. İtirazım yok. İtirazım başka. Eleştiri geleneğinin yeni, güçlü taşıyıcıları da olmayınca kalanları da kimse bilmezken sıradanlaşıyor her şey. Daralıyor edebiyat dünyamız. Küçük bir serzeniş olarak burada dursun bu da. Her tiyatro eserinin ayakta alkışlandığı, küçük dünyaların çok sattığı günlerde bana özlediğim tadı sunan kitapları paylaşayım sizinle.
İlki Amsterdam olsun. Yazarın zihninde kendiyle konuşmaları, hesaplaşmalarıyla zamansız bir roman. Geçmiş ve bugün arasında gidip gelirken insanın kendinden izler bulacağı, bir yandan derin ve katmanlı hayat meselelerine değinen, Başar Başaran’ın ustalıklı dili ve olay örgüsü içinde sıçramalarla hayâl ve gerçeği birbirine dokuduğu bir ilk roman bu. On yılı aşkın zamana yayılan incelikli, derinlikli, titiz bir çalışmanın, belki de başlı başına bir yaşamın ürünü. Bittiğinde üzüldüm, hemen yeniden okuma isteğiyle çevirdim son sayfayı. Bu kez satır aralarında başka benler bulacağımı bilerek.
Başar Başaran, düşünce ve imge dünyasıyla yaşadığım çağı kavramak istedim diyor bir söyleşisinde. Yaşadığımız dünyanın değişimini ne kadar takip ediyoruz? Ya da takip ettiğimizi düşünürken kavrıyor muyuz? Diyelim ki kendi dünyamız kadar kavradığımızı düşünüyoruz. Peki, farkında olduğumuz olup bitenle bizim ilişkimiz nasıl kuruluyor? “Yaşıyoruz bu hayatı” diyerek ertesi güne geçenler ve görece gayet iyi koşulları olduğu halde yaşamadığı halde bildiklerini geçemeyenler var. İşte Başar Başaran onlardan biri. Kendiyle de meselesi olan, okura ve kendine saygısıyla yazdığını olgunlaştırmak için hatta gün yüzüne çıkartmak için ipe boncuk dizenlerden o. Ne telaşı var, ne ünlü olma derdi, ne de tüketme hevesi. Yazdığını kenara koyup yenisini yazarak ‘daha’ ve ‘ben’ diyen bir iştahla yola çıkmıyor. Bu doyumsuzluğun tam tersi olan başka bir şeylerin peşinde. Benim bu köşede tekrara düşerek yazdıklarımı güncellik derdi olmayan, hatta gerçekliği tartışılır bir metinle düşündürmenin, hissettirmenin derdinde. Elbette böyle bir misyon ya da motivasyon yüklemiyor yazdıklarına sadece iyi bir roman sunmak için yazıldığında iyi metinlerle edebiyat arasındaki kalın çizgi belirginleşiyor. Amsterdam da öyle. Bize bir romandan fazlasını söylüyor. Gönlü olana. Yeni öykü kitabı Kral Çıplak’ı daha okumadım. Sabırsızım.
Ihlamur kokuları dedim ya az önce. Önereceğim ikinci kitap size sayfaları arasından ıhlamur kokuları sunacak. Berken Döner’den Öyle Bir İstanbul. Yaşamaya yetişemediğim zamanların, bize kalan parçalarına doyamadığım İstanbul’un zamansızlığında, dünü ve bugünü imgelerle dolu satırlarında adımlayacağınız, gerçek yaşam öykülerinden damlayan özgün bir aktarımla hem sözlü tarih, hem kent belleği hem de öykü ustalığı bulacağınız lezzetli bir kitap.
“Büyükada Haziran’da bir yasemindi” başlıklı ilk öyküyü okurken adalarda neden minibüslerin olmaması gerektiğini hissedeceksiniz. Geçmiş ve kent bağının önemli bir taşıyıcısı da kokulardır. Belki siz de benim gibi bu satırlar arasında gezinirken sokaklardaki at pisliğinin kokusunu duyarsınız. Benim özlediğim bir kokudur adalara yakışan. Ne yazık ki atların sağlığı, yaşam hakkı ile ilgili çok ama çok haklı bir sebeple yükselen itiraz yönünü bulamayarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP’deyken tasarlanan bir projenin kaldıracı oldu. Ne adalardaki atlar kurtuldu ne de sorunun çözümü ada halkının geçmişten bugüne uzanan tarihine, geleneğine, dokusuna, yaşam biçimine, özgünlüğüne uygun olabildi. Bağlamından kopmuş bu sorun bugün iyi tasarlanmadan, ilerisi düşünülmeden atılan adımlarla bambaşka bir boyuta taşınan ‘ulaşım sorunu’na dönüştü. Bir kentsel varoluş meselesi artık.
Kitabımıza dönecek olursak. Bayram’da biraz olsun boşaldığını duyduğum İstanbul’un en nadide semtlerini Berken Döner’in size fısıldadığı detaylara dikkat ederek, geçmiş zamanın bugünün hoyratlığında özlenen inceliklerini hatırlayarak adımlamak isterseniz okuma keyfinizi misliyle çeşitlendirmiş olursunuz. Büyükada, Kadıköy, Gedikpaşa, Beyoğlu, Kanlıca… Samatya’da benim için de bir kadeh rakı içersiniz belki.