“Atina Tuzun Var mı?”da Hagop Mıntzuri, sıradan, yoksul köylüleri anlatarak, onları dünyanın başka insanlarıyla buluşturuyor.
Hagop Mıntzuri’nin ilk kez 1966 yılında “Armıdan” adıyla Ermenice yayımlanan öyküleri, Aras Yayınları tarafından, Silva Kuyumcuyan’ın Türkçe çevirisiyle iki cilt olarak yayımlandı. İlki, “Fırat’ın Öte Yanı” 1996 ‘da, ikinci cildi “Atina, Tuzun Var mı?” ise ancak 2000 yılında yayımlandı.
1886 yılında Armıdan’da doğan ve 1978 yılında İstanbul’da ölen yazarın diğer kitapları: “İkinci Evlilik” bir kısa roman, “Mavi Işık” ve “Turna Nereden Gelirsin?” öykülerini bir araya getiren diğer kitapları. Bir başka öykü kitabı da, Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından “İstanbul Anıları” adıyla 1993 yılında yayımlanan “Yaşamış Olduğum Yerler” adını taşıyor.
Mıntzuri’nin bu kitaplarından ancak “Atina, Tuzun Var mı?” adlı kitabını okuyabildim. Bir yazarın bir kitabından yola çıkarak bir yargıya varmanın yanlışlığını biliyorum. Ama “Atina, Tuzun Var mı?”yı okuduktan sonra, Hagop Mıntzuri’nin Ermeni edebiyatnın en önemli isimlerinden biri olduğunu söyleyebiliyorum, hem de büyük bir gönül rahatlığıyla.
Doğa, tarih ve insan
Hagop Mıntzuri’nin “Atina, Tuzun Var mı?”daki öykülerinden ikisi hariç, tümü Erzincan’ın bir Ermeni köyü olan Armıdan-Armudan’da (yeni adı Armutlu) ve çevresindeki köylerde geçiyor. Mıntzuri bu öyküleri İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra yazmaya başlamış, Ermenice yayımlanan çeşitli gazete ve dergilerde yayımlamış. Türkiyeli her Ermeni gibi onun da kişisel tarihinde acılar var. 1914 yılında bademcik ameliyatı olmak için İstanbul’a gelen Mıntzuri, bir süre fırıncılık yaparken, savaş nedeniyle ekmekçi askeri olarak askere alındı. Armıdan’dan tehcir edilen ailesi, dedesi, annesi, karısı ve dört çocuğundan bir daha hiç haber alamadı. Kitabın ilk öyküsü olan “Karım ve Ben”de ilk evliliğinden, ilk karısından söz ediyor yazar. Köy koşullarında, katı geleneklerle çevrelenmiş bir karı-koca ilişkisinin zorluklarını bütün ayrıntılarıyla anlatıyor yazar. Bu öykü sayesinde bazı geleneklerin (gelinlerin büyüklerinin yanında konuşmaması gibi) nasıl da hiç değişmeden bugüne kadar geldiğinin yanı sıra, bölgede yaşayan Ermeni, Kürt, Türk ve Rumların kültürel olarak ne denli birbirlerine benzediklerini de gözlemlemek mümkün.
Gözlemlemek deyince, Mıntzuri’nin tarihsel gerçekliği salt bilimsel verilerle sergilediği düşünülebilir. Böyle değil ama. Mıntzuri, yaşadıklarını, tanıklıklarını öykü sanatının incelikleriyle ve gerçekten büyük başarıyla aktarıyor. Bölgenin coğrafyası, insanı, tarihi kültürü ayrıntıların önemini hiç atlamadan olabildiğince yalın bir dille veriliyor. En zor, en acılı olayı bile anlatırken köyüne, insanlarına, doğasına duyduğu büyük sevgiyle anlatıyor Mıntzuri. Anılarının fotoğrafını önüne koymuş, o fotoğraftaki hiç bir ayrıntıyı kaçırmadan öyküleştirmiş. Yüzler, dağlar, bağlar, Fırat, hayvanlar… Ve bütün kültür ile bunların birbirleriyle ilişkileri… Bunu öyküyle anlatmak, üstelik hakkını vererek anlatmak usta öykücülerin işidir. “Piridedeli Dimit” adlı öyküsünde Mıntzuri, Karadenizli iriyarı bir Rum köylüsünü, Dimit’i anlatırken, aslında yöredeki bütün Rumları anlatıyor. Kültürler arasındaki ilişkiyi yine bu öyküde açıkça anlatır: “Tabii ki Rumdular, adları Rum adıydı, kiliseleri vardı ama dilleri kaba, sert vurguluydu. Rumca bilenler bile neredeyse hiç anlamazdı. Kürtlerle yaşayarak Kürtleşmişlerdi.” İnsanların ilişkilerine yönelik gözlemleri bununla bitmiyor Mıntzuri’nin. Kürtlerin, Rumların, Ermenilerin, Türklerin giyiminden yemeklerine kadar her şeyleriyle ilgili ayrıntılar veriyor. Bu anlamıyla yüz yıl önce Erzincan’ın köylerindeki yaşam hakkında bilinmesi gereken ya da yaşanmış hemen her şey öyküleştirilmiş denilebilir.
Mıntzuri’nin doğayı, doğayla insan arasındaki ilişkiyi, mücadeleyi öyküleştirmedeki başarısı bile, onu Ermeni edebiyatının en önemli isimlerinden biri yapmaya yetiyor. “Su Baskını” buna en iyi örnektir. Öyküde, tarlada çalışan insanlar ayrı ayrı veriliyor ve yaklaşan fırtınaya tepkileri büyük bir incelikle veriliyor. Kitabın en iyi öyküsü olduğunu düşündüğüm “Su Baskını”, sanırım bir tek Ermeni edebiyatı için değil, dünya edebiyatı içinde de oldukça önemli bir yerde.
Günlük yaşam içinde devinen sıradan, yoksul insanlar onların yaşadıkları yine sıradan olaylar… Bunların öyküleri, Mıntzuri’nin kaleminden aktarılırsa ilginçleşiyor ve bir anlam kazanıyor. “Kaprel Ağa Hasta”, “Say ki Bu Yıl Dut Olmadı”, “Zozik Ohan”, “Molla Ömer’in Eşeği”, “Der Kenar”, “Ak Kulaklı Keçi” bunlardandır. Sıradan, yoksul insanların günlük yaşantısından örnekler veriyor bu öyküler. Zozik Ohan günlerce aç kalır, bir akrabasını ararken Molla Ömer’in eşeğini satın alan adamın başına gelmedik kaza kalmaz Kaprel Ağa’nın sağlıklı yaşlı bir adamken iki söz yüzünden yorgan döşek yatmaya başlar gibi…
Kitaptaki iki öykü İstanbul’da geçiyor:
“Dağlıların Maro” ile “Kuruçaylılar”. Ama Mıntzuri bu öykülerde de kendi köylülerini anlatır İstanbul’a yerleşen, köylerini İstanbul’a taşıyan köylülerini… Yine sevgiyle, özlemle anlatır onları… Onları Armıdan’dan dünyanın kapısına, evrenselliğin kıyısına getirir. Kitabın son öyküsü “Şair” adını taşıyor. Şair, şiirin yanı sıra öyküler ve masallar anlatan, hiç kimsenin tanımadığı, ama herkesin yazdıklarına hayran olduğu biridir. Yaşadığı ülkede herkes onu başka yerde ararken, o bambaşka bir yerdedir: “Ülkenin bilge kişileri, kâtipleri, bilginlerinden biri sanarak onların arasında ararlardı. Hiç kimse onun güneşte yanmış, yüzü kararmış, zayıf, kısa boylu, eski püskü giysili biri olduğunu bilmezdi. Bilmezlerdi çocukları olduğunu, gündelikle çalıştığını, küçük bir evde oturduğunu ve de bütün bunları nasırlaşmış işçi parmaklarıyla yazdığını… ” Yıllarca birçok işte ter döken Mıntzuri kendini mi anlatıyordu acaba bu öyküde?