Edebiyat tarihine ve kadın hareketine iz bırakan isimlerden biri: Zabel Yesayan. Dünyaya geldiği Dersaadet, adı gibi mutluluk vermedi; pek çok zorluk yükledi omuzlarına. Üsküdar’da başlayan hayatı, sürgünlerde ve hasretlerde, 1890’ların kargaşasında geçti. Ermeni kimliğinden ötürü can güvenliğinin olmaması nedeniyle vatanından ayrılmak durumunda kaldı. Kaçmıştı kaçmasına ya, bu kaçış bir vazgeçiş değildi. Dönmeye çabaladı, hayat izin vermedi. Henüz ilk gençlik yıllarında, mücadeleci bir kadın olmaya karar verip, tüm hayatını buna göre şekillendirdi. Zabel Yesayan, üniversiteye giden ilk Ermeni kadındı. Okudu, yazdı. Hicivler, romanlar, süreli yayınlar… Yesayan, bilgi işçiliği ile hem geçimini sağladı, hem de bunu toplum yararına kullanmayı bildi. Zorunlu sürgünlerin ruhunda açtığı derin yaralar ise, birkaç ay önce Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan Sürgün Ruhum kitabıyla satır satır göründü.
Kitaba geçmeden evvel bahsetmekte yarar var. Sürgün Ruhum‘u Ermeniceden, Mehmet Fatih Uslu çevirdi. Şüphesiz ne bir çevirmenin, ne de bir yazarın etnik kökeni önemlidir. Ancak etnik kimliği yüzünden hayatı zorluklarla geçmiş, yurdundan ayrılmış Ermeni bir yazarın kitabını, asırlar sonra Türk bir çevirmen çeviriyorsa bahsedilmeye değerdir. Bu çeviri, iki halk arasına konmuş köprülerden biridir. Yanı sıra, kitabın sonuna Yesayan hakkında küçük bir tanıtıcı yazı ile katkı koyarak kitabın edisyonunu zenginleştirmiştir.
Bu yazıda, Türkçe edebiyat okuru açısından dikkat çekici noktalardan biri, Zabel Yesayan’ın kitap olarak yayınlanan ilk metni olan Erdemli İnsanlar (Şnorkov martig, 1907) Üsküdar-Pangaltı mukayesesi üzerinden iki yaşam tarzını anlatması sanıyorum. Doğrudan, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye adlı romanını akla getiren bu benzerliğin dışında, Yesayan’ın Ateşten Gömlek (Grage şabigı, 1934) adında da bir romanı bulunuyor. Yine, pek çok kişinin aklına Halide Edip’in aynı adlı romanı geliyor. Birbirlerinden ne kadar haberdarlar, bilemiyoruz. Meraklı okur olarak araştırmak bize düşüyor. Şu hâliyle söyleyebileceğimiz şey, hepsinin aynı topraklardan çıkmış yazarlar olduğu, ve el yordamıyla yapılmaya kurulmaya çalışılan köprülerin bir zamanlar var olduğu ve acımasızca yıkılmış olduğudur.
Sürgün Ruhum
Sürgün Ruhum, “az sözle çok şey anlatma”nın kitabı. İlk sayfa, Emma’nın İstanbul’a dönüşüyle açılıyor, ve bitene kadar insan ruhunun kaç duyguya ev sahibi olabileceği/nasıl evsiz kalabileceği anlatılıyor. Bir ressam olan Emma, tablolarını inceleyecek olan kalabalığı düşününce aklından şunları geçiriyor:
…onlara ben nefes üflüyorum, onları ben ısıtıyorum ve yalnız benim gözlerim onları takdir edebiliyor, zira ihtiva ettikleri kederin ya da huzurun değerini yalnız ben biliyorum. Yabancı gözler tüm bunlar içinde neyi görmeye muvaffak olabilir?
Emma (veya Zabel Yesayan) satırlar ilerledikçe “kalabalıklar içinde yalnızlık”ın kurmaca bir modern çağ hastalığı değil, dünya zamanlarından herhangi birinde, varoluşa karşı sürdürülen kederli bir isyan olduğunu kanıtlanıyor.
İstediği yerde olamama, hiçbir yere ait olamama, esen ılık lodosta bile bir buhran görebilmek… Sanatçı bir ruhun hezeyanından ibaret değil bu yaşadığı elbette, “yapayalnız sesini bir koro ahengine” dâhil edememenin verdiği acı! İnsandan yana taraf olamamanın, hayatı paylaşamamanın ıstırabı! “Bilme”nin verdiği huzursuzluğu yaşar Emma, derdi tarifleyip derman olamamanın sıkışmışlığını hisseder. Bu yüzden, ne kendinin ne de etrafındakilerin farkına varabilen, âciz bir yaratık olmayı diler zaman zaman… Ama beceremez. Sığlıktan, duyarsızlıktan kaçar incecikle: Resme sığınır, başka bir dil yaratır.
“Her an ümitlenmek ve her an ümidini yitirmek mümkün.”
Sürgün Ruhum, merak uyandırıcı bir olay akışına sahip değil. Mutlu ya da mutsuz, bir son sunmanın anlamsızlaştığı anlatılardan… Ve olabildiğince gerçek! Bu gerçekliği, ülkenin her karışında yatan başka acılardan biliyoruz. Sünni-ulus yaratım çabalarının tam ortasında sıkışan kimliklerimizden, yalanla yanlışla gözlerimizin önünde yeniden yazılan tarihten… Kaçmak fikirleriyle uyanmaktan, ama günün sonunda vazgeçememekten… Korkak, cılız bir inadı sürdürmekten… Velhasıl, “kendi üzerimize kapanıp kristalleşmemiz”den tanıyoruz.
Sevgili Zabel Yesayan’ı, yüzüne baktığımızda yansıyan aksimizden tanıyoruz. Mücadele bayrağı, o kadar çok şekil ve el değiştirdi ki! Bir Haziran sıcağında karşımıza kırmızı elbisesiyle çıkarken, çetin bir kış vakti çocuklarını tecavüzden korumak için sokaklara dökülen onlarca kadına dönüşüverdi. Bazen kaderine isyan etti, hüküm giydi. Öldü çoğu zaman – ve çoğu zaman sorulmadı hesabı.
Okumak lazım Sürgün Ruhum‘u, hem de bugünlerde okumak lazım. Çünkü ümitlenmenin de ümidini yitirmenin de ne kadar mümkün olduğu, bize öğretiliyor hâlâ… Kuşaklar boyu değişmeyen bir ders. Buna rağmen, yüzyıllar sonra aramızda olmaya devam ediyorsa, meylimiz ümit etmeye olmalı.
Bütün sır bu işte. Acele etmeye gerek yok ama geç de kalmamalı, zamanın renksiz akışından o anı, talihimizi ve şanımızı içinde barındıran o yaratıcı anı kapıp almalı.
Yaseyan’ın satırlarından, Nâzım’a selamla… Bütün ümidimizle tek bir anı, “ölümü açlıktan öldüren siperin ‘bugün’ diyeceği” anı bekliyoruz.