Hagop Mıntzuri (1866–1978) adını Türkçe’de ilk kez İstanbul Anıları 1897–1940 adlı kitabıyla duymuştuk. Mıntzuri’nin bu anıları dikkatle okunduğunda onun bir döneme tanıklığını yansıtan gözlemleri, izlenimleri, duygu ve düşüncelerinin ne denli önemli bir birikimi getirdiğini görürüz. Mıntzuri bir yanıyla kendi yaşantısından söz ederken öte yanıyla da 1890’larda sürüklenip geldiği bu kentteki toplumsal görünümü, insan ilişkilerini, kentin durumunu sıcak, sevecen bir anlatımla dile getirir.
Onun anılarına yansıyan bu görüntülerin, seslerin, sözlerin izlerinden giderek Armıdan Fırat’ın Öte Yanı ile karşılaşmak ilkten şaşırtıcı gelmeyebilir size. Çünkü Anılar’ın son bölümünde (“Ne Yaptım?”, s. 151–160) şunları söylüyordu Mıntzuri: “Hikâyelerimden oluşan iki eser verdim: Gabuyt Luys (Mavi Işık) ve Armıdan. Bunlar yayımlandı, birer kitap oldu. Üçer yüzden altı yüz sayfa. Bir o kadar daha fazla başka hikâyelerim var. Bunlar yayımlanmadı gazetelerde kaldı. Kesip sakladım. Altı yüz sayfa da bunlar desem, hepsi bin iki yüz sayfa tutar. Kronolojilerim, masallarım, tasvirlerim ki gene gazetelerdedir ve kesilmişleri var. Bunlar da dört yüz sayfa tutar. Tümü bin altı yüz sayfa olur. Söylemediğim, bir tiyatro ve bir de kısa romanım var. Tiyatro eserimin adı Nazar. Bir efsaneden yaptım. Amerika’da Hayrenik’te çıktı. 1929’da. Kısa romanımın adı ikinci Evlilik’tir. İstanbul yaşamındandır konusu. 1931 ‘de Manuk Aslanyan’ın Aztarar’ında çıktı. Aslanyan bir kitapçık olarak yayımladı da. Seksen yedi sayfa tuttu. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yazdıklarımı saymıyorum. Dört-beş adettir. O zaman Hagop Demirciyan olarak yazardım. Söz konusu savaşın sonunda, Mütareke’de görünmeye başladım ve şimdiye kadar da sürdürüyorum.” (s. 151)
Doğrusu bu bilgiler, bize, onun yazınla ilgisini, neler yapıp ettiğini veriyordu. Ama Armıdan’a kapı açıp, onun söz ve renk dünyasına girdiğinizde gerçekten bu öz yaşamsal bilgileri kazınca ardından ne çıkabileceğinin coşkusunu yaşıyorsunuz. “Şaşırtıcı”, “ilginç”, “harika”, “çok güzel” !.. Yazınsal bir ürünü değerlendirirken bu tür sözlerin çok fazla (her birinin içinin boşaltıldığını düşünecek olursak) bir anlam taşımadığını bilirim. Mıntzuri’nin öykü evreni bu duyguları yaşatsa da daha birçok düşüncenin uçlandığı kıyılara getirdi beni.
Anadolu coğrafyasını renklendiren çokkültürlülüğün izleri nasıl silinip yok ediliyor… Sanırım, bu yok edilişin önünü alabilecek tek şey edebiyat. Onunla getirilen, oluşturulan, sunulan tanıklık asla silinip yok edilemiyor. İşte Mıntzuri’nin öyküleri de böylesi bir tanıklığı içeriyor. Fırat’ın öte yanına, Erzincan’a bağlı (o yılların, insanların kardeşçe bir arada yaşadığı o güzel günlerin) yetmiş haneli köyü Armıdan’a (bugünkü Atmutlu) ve çevresine uzanıyorsunuz. Köy yaşamından izler, tanıklıklar, insan ilişkileri… Yaşama kültürleri öylesine canlı, ayrıntılı biçimde öykülerine ağıyor ki Mıntzuri’nin bu yerellik, yerelliğin tanıklığı içeren söylem biçimi Türkçe edebiyatta bu denli güzel anlatılamadı, bence. Mıntzuri’den uzunca söz etmek gerektiğine inanıyorum. Ayrıca, bu bağlamda, edebiyatımızda göz ardı ettiklerimizi de gündeme getirmeliyiz: Azınlık kültürleri edebiyatı, Türkçe de bunların yeri, etkileri, izleri üzerinde durmalıyız.
Kitapta yer alan 21 öyküye tek tek değinmeyeceğim burada. Yalnızca öykü adlarını vermek istiyorum: Gosdan, Tamam Mama’nın Hayreti, Kil Tepesi, Benim Çocukluğumda, Benim Memleketimin Türkçesi, Ağacan Emmimin Elmas’ı, Bu Adam Ermeni Değil, Minas Dayının Beş Karısı, Minasların Kirkor, Uykusu Başında, Emirgan’daki Fırın Gitti, Hayan Gelinin Muşe’si, Meliklerin Mıgırç, Kargalar, Nonik Mama’nın Oğlının Dükkânı, Beyaz Süpürge Çalıları, Hınkların Evi, Aharon’un, Maro’nun Öyküsü, Bir Gece Goçların Horen’in Başına Gelenler, Ez Ağayi Vi Gündi nımın, Sıtma. Usta bir gözlemci Mıntzuri. İnsan ilişkilerini, insanların düşünüş ve yaşayış biçimlerini duyarlı biçimde anlatır. Çevre/ yer betimleri, doğa-insan ilişkilerinin boyutlandığı durumlar onun öykü evreninin biçimleyici öğeleridir. Bir kültür mozaiğinden parçalar getirir. Yöresel deyimler, sözler, yer adları, söyleyiş özellikleri, insanların yerleşik alışkanlıkları, tutkuları, bağlandıkları/ yarattıkları mitler, yaşantılarının çelişkili/ gülünç/ ilginç yanları onun öykülerinin konuları arasında yer alır.
Mıntzuri’nin, yazı ve öykü evresinin biçimlenişini dile getiren, şu sözlerini size aktarmak istiyorum:
“Ama bu şehirde, bu şehr-i İstanbul’da, ben bir Gorki tiplemesi, bir ‘yalınayak’ (Les va nu pieds) idim. Tabii ki uçsuz bucaksız yollarda değil, uçsuz bucaksız kargaşada! Çünkü bir köylü, bir orta direk kendini yetiştirmiş biriydim. Elimde bir kâğıt parçam, kendimi kanıtlayabileceğim bir belgem yoktu. Kim bana bir görev verirdi? Şayet, yanımda Mercure de France veya Flaubert’in Correspondance’ını götürüp yazın tarla biçerken, bizim Çırgorus’daki (susuz) tarlalarda, akşamları sıcak kozanlarda, dağlardaki cırcır böceklerinin konserinde, uykum gelinceye kadar bunları okuduğumu veya bizim Fırat vadilerindeki yılanlı bağlarında Zola’yı, de Profundis’i, Tolstoy’un Diriliş’inin İngilizce çevirisini okuduğumu söylesem, alay ederler beni rüzgarı arkasında (deli dolu) biri olarak görürlerdi. Ve zaten neye yarardı, bunlar? (…) Ben evde oturarak yazmam. Eserlerimin sadece dörtte birini evde yazmışımdır. Hatta o kadar bile diyemem. Onun da pek azını bir masa üstünde yazabildim. Çünkü biricik masamızda çoğu kez boş yer bulunmazdı. Kâğıdın altına bir kalınlık koyup avucumda yazdım. Bazen bir Asyalı yazıcı gibi, dizimin üstünde, memlekette yaptığım gibi… Oralarda masa, iskemle yoktur. Yerde kilimlerin, halıların üstünde otururduk. Kışları da yattığım oda soğuk olduğundan yatağımda yazdım. Yüzükoyun yatıp yorganımı çekip örtünerek. Yastığımın kılıfı, çarşaf, mürekkebe doydu! Zavallı kötü yazgılı karım Ardanuş’un şikayetlerini dinleyerek. O bana, çölden gelmişti, çöl giysileriyle. Öldü, yitirdim onu. (…)