İstanbul… Herhangi bir sokağında adımlarken bizden önce yaşanan hayatlardan bir iz, bir anı olduğu yerde ya ışıldarken bir başka yerdeki harap edilmiştir. Bu bir yandan şehrin geçirdiği değişim içinde normal bir durumken öylesine muazzam bir tarihe sahip İstanbul için hep zıt iki anlatıya çıkarıyor yolumuzu. Ya yok edilmişlerin, göçmenlerin, sürülmüşlerin kısacası hayata tutunmaya çalışanların şehri ya da saraylarda yaşayıp “Şehir bizim” diyenlerin şehri.
Berken Döner’in Öyle Bir İstanbul adlı kitabı da bize tutundukları yerde dilleri, dinleri, emekleri ile sürdürdükleri hayatlarından kesitler sunan Besse, Bedros Usta, Kirkor Reis, Katia ve diğerlerinin Büyükada’dan Kanlıca’ya Kuzguncuk bahçelerinden Beyoğlu’nun sokaklarına geçirdikleri anlardan bir demet sunuyor. Döner ile bu anları ve kitabını konuştuk.
Kitapta görüştüğünüz her bir kişinin kendine özgü bir İstanbul’u var. Siz de çoğunluk gibi kentin özgün dokusunu kaybettiğini düşünüyor musunuz? Yoksa zaten bir göç kenti olan İstanbul’un akıl almaz ama rutin karmaşası mı bütün bu olanlar?
İstanbul’un her bir semtinin sosyoekonomik ve kültürel ayırt edici özellikleri farklı. Bu farklılıklar her semtin kendi kimliğini oluşturuyor ve İstanbul dediğimiz kent, farklı kimlikteki semtler üstünden yükseliyor. Benim yaşadığım, gördüğüm, deneyimlediğim İstanbul yeryüzünün en kendine özgü, en insani kenti. “İnsani” derken… İstanbul’u insanlığın evrensel serüveninden ayrı düşünmüyorum. Kenti o büyük serüvendeki insanlık hallerine benzetiyorum. Tıpkı onun gibi yıkık, korkak, cesur, bocalayan, yalpalayan… Diğer yandan mağrur ve görkemli. Bana her zaman yeryüzü oradan adımlanmaya başlanır gibi geldi. Diğer insanlar ne düşünüyor, bilmiyorum…
Söyleşilerden sonra, ben artık her şeyi yeni görüyordum. Haliç’i, Suriçi İstanbul’unu, Beyoğlu sokaklarını, Boğaziçi’yi, mahallem Moda’yı… Kitapta öne çıkan, “İstanbul’un özgün dokusu”nu oluşturan şey de kendi halinde, dünyanın şu anki hali karşısında şaşkın, “sıradan” insanların kişisel serüvenleri. Tek ortak noktaları, kişisel hikayelerinde İstanbul’un yer alması. İstanbul bu “tuhaf” insanlara ev sahipliği yapmış. Mekan olmanın ötesinde toplumsal/politik aidiyetlere, farklı yaşamlara, kültürel çoğulculuğa cevap verebilmiş. Bu da devinim halinde olmasının bir sonucu. Diğer bir deyişle, o “rutin karmaşa”nın bir parçası bu hayatlar. Dolayısıyla görüşme yaptığım kişiler, hiçbir yeri aksamayan bir kent anlatmadılar. İstanbul, kent içinde yaşayan vatandaşların, kentteki yabancıların, birbirinden farklı amaçlarla bir araya gelmiş grupların özgünlüklerini vurgulamak istedikleri, kendi tahayyül güçlerine uygun yaşam alanları oluşturdukları, kendi kültürlerini yeniden ürettikleri, aidiyet alanı oluşturabildikleri bir yer olma özelliğini yavaş yavaş kaybetse de tükeneceğine inanmıyorum. Rağmen tükenmez… İstanbul her zaman İstanbul’dur!
Gedikpaşa, Samatya, Yenikapı, Bakırköy, Beyoğlu, Kuzguncuk… Bu semtler Müslüman olmayan halklar için kültürlerini yaşayabildikleri, dillerini konuşabildikleri, okullarına gidip hayatlarını sürdürdükleri yerleşim bölgeleri aynı zamanda. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse geçmişe baktıklarında neler değişmiş onlar için?
En başta şunu söylemek isterim ki, son yıllarda bazı semtler üzerinden üretilen bir nostalji var. Bu beni çok rahatsız ediyor. Bu kitapta hiç nostalji yok, bunun bilinmesini isterim. Böyle bir şey beni ilgilendirmiyor. Sorunuzda “Müslüman olmayan halklar” diye ifade ettiğiniz, Rum, Ermeni ve Bulgar cemaatleri donmuş, durağan, karar verme mekanizmasının dışında yer alan yapılara sahip değil. Hayatın içindeler. Oralarda capcanlı bir yaşam görüyorum.
“Müzeleştirme” yerine, toplumsal belleğin canlı tutulmasını savunuyorum. Toplumsal bellek de nostalji ile değil, tarih bilinciyle oluşur. Kent hafızasını korumanın, kitap özelinde konuşursak Rum, Bulgar ve Ermeni toplumlarının kamusal alandaki görünürlüklerini çoğaltmanın ve hatta bu toplumların İstanbul’daki mekansal altyapılarını korumanın anlamı barbarlığın yıkımlarına karşı koymaktır. Belleksizlik yaratma çabalarına karşı çıkmaktır. Görüşmecilerim geçmiş ve bugünü kıyasladıklarında, korkunç bir yıkımla altüst edilen bir kent görüyorlar. Kentle aidiyet bağı kurmakta güçlük çekiyorlar ama bırakmış da değiller. Direniyorlar! Hemen aklıma sokak, cadde isimlerinin bilinçli bir politika ile değiştirilmesi geliyor. Mekanın geçmişten izler taşımaması, bu insanlar için “yer yurt” imgesini yok ediyor. Bu sokaklarla doğrudan bir duygusal ilişki kurulmasını güçleştiriyor. Yerlisini kaybeden kent mekanları da gittikçe geçiciliğin mekanı konumuna geliyor.
Geçmişten çok az izin kaldığı, cemaatlerin kurumsal altyapılarına dair eskiden var olan, günümüzde izi bile kalmamış semtlerin başında Yenikapı ve Gedikpaşa geliyor. Buralarda dolaşırken “Bir zamanlar burada güzel bir hayat yaşanmış” bile diyemezseniz. Öyle bir yıkım! Her iki semtin de iktisadi, politik, kültürel yapıyı yansıtan yapılarının hiçbir izi kalmadı. Yenikapı bir gazinolar, çay bahçeleri semtiydi. Gedikpaşa başlı başına bir tiyatro tarihine ev sahipliği yapmıştı. Bugün semtlerin bu simgesel yapıları üzerinden, İstanbul’un toplumsal/kültürel çözümlemesini yapamayız. Çünkü öyle bir yapı yok. Kuzguncuk ise, mimar eliyle düzeltilmiş, organik yaşantısını kaybetmiş bir semt. Balat’ı da bu bağlamda ele alabiliriz. Özgün dokusunu kaybetmiş semtler buralar. Bu noktada, “Eski İstanbul” anlatısının en azından bir nirengi noktası olarak korunup, günümüzde aldığı iç ve dış göçlerle birlikte nüfusu gittikçe artan İstanbul için birleştirici bir rol oynayıp oynamadığı da ayrı bir tartışma olabilir.
Semtler, hatıralar, kitabınızın da alt başlığında yer alan temalar olarak duruyor. Bu ikisini yazarların dünyasıyla bağdaştırdığını ifade ediyorsunuz? Bu durumda hangi semt hangi yazarın? Buradan bir panorama çıkar mı?
Bir yazar İstanbul’u tanımaz, sevmez, bilmezse ondan pek hayır gelmez diye inanırım. “Benim yazarlarım”ın kentle kurduğu müthiş bir ilişki vardı. Bir insanı sever gibi severlerdi İstanbul’u… Bu güzel bir manzara karşısında heyecanlanmak gibi geçici bir sevgi değil. Sevabıyla, günahıyla ve hatta zaman dışı bir sevgi ile. “Hayat” diye baktıkları yer orasıydı. Bu İstanbul sevgisini de gezi rehberi türünde ifade etmediler. Romanlarda, öykülerde, şiirlerde başlı başına bir karakter olarak vardı. Suriçi’nin Vedat Türkali’de bir karakter olmadığına beni kimse inandıramaz! Esas “Beyoğlu’nun en güzel abisi” Demir Özlü’dür. İlhan Berk, Galatalı bir eski zaman gravürüdür… Leyla Erbil’siz bir Lambo Meyhanesi hatırlanabilir mi? Ki izleri durur hâlâ! Kadıköy’ün gün görmüş, eyyam sürmüş görkemli ailelerinin dekadansını, hangi sosyolog, hangi tarihçi Füruzan kadar iyi anlatır? Ben sadece usul usul bir sevgiyle, “İyi bir okur olmak” için çalıştım. Bu sevgi beni İstanbul’a bağladı.
Kişiler, hatıralar, evler, mahalleler…Hatıra koleksiyonculuğu diyebiliriz yaptığınız işe. Keza yazılarınızda birçok hayata ucundan kıyısından tanıklık edebiliyoruz.
Biraz öyle oldu, evet! Hatıra koleksiyonculuğu demişken, nesnelerden, fotoğraflardan da söz açmak isterim. Söyleşilerin büyük çoğunluğunu evlerinde yaptım. Çaylar fincan fincan, kahvenin telvesi sade… Eski âlemlerin tanığı pek çok eşyaya bakmayı öğrendim. O eşyalar ki geçmiş zaman evlerinin sâdık kokusunu, doğal dekorunu oluştururlar. Bunca zaman Beyoğlu Üç Yıldız’dan çevirme tatlısı aldım ama sevgili Garbis Baltaoğlu’nun evinde çevirme tatlısı ikramında kullanılan gümüş seti gördüm. Artık yapılmıyor. Üstelik bir dönem Kapalıçarşı’da ne çok satılırmış… Çeyizlere konurmuş. Bu unutulmuş İstanbul eşyalarını ev içi gibi doğal bir dekorun içinde görmek çok değerliydi benim için. Bana çok destek oldular. Sonra sokaklar… Küçük, unutulmuş, dolambaçlı, yoksul sokaklar… Ben o sokakları çok yürüdüm, o yokuşlardan çok inip çıktım.
Bütün bu hikayeleri toplamak hangi motivasyonla çıktı ortaya? Motivasyonunun kaynağını merak ediyorum, okuyucular da esinlenebilir…
Kendi dünyamı başka insanların dünyasına katmak istedim. Hemen hepsi tesadüfen bir araya geldi. Hiçbiriyle belirli bir yöntemle temasa geçmedim. Sistematik bir yol izlemedim. Sıradan insanların anılarını, tanıklıklarını kayda geçirerek unutulmamasını sağlamakta büyük bir yaşamışlık bulurum. Öyle ki kendimi de böyle var edebiliyorum. Motivasyonumun kaynağı yalnızlık… Tuhaf gelebilir, kabul ediyorum… Yalnızlığımı dağıtmayı sevmem. İstanbul’u biriyle paylaşmayı sevmem. Kalafat yerlerine, gölgeli duvar diplerine, kıyılara tek giderim. Buradan başladı her şey. Tam buradan! Başka da bir şey değil.