Ahalinin Gidişi
Dünyanın en önemli ve sanki gündemden hiç düşmeyecek konularından biri göçmenlik (diğeri de insan hak ve özgürlükleri olsa gerek). İnsanlar ister siyasi görüşleri, ister ekonomik (koşulların güçlüğü), ister toplumsal (mahalle baskıları), isterse meteorolojik (küresel ısıtma) nedeniyle olsun doğduğu toprakları bırakıyor. Ulaşım zorlukları dahil, uyum sorunları olsa da, elindekini avucundakini verip, sadece giysileriyle yollara düşerek göçmenliği tercih etmek zorunda kalıyor. Yoksa hiç kimse (iki taşınma bir yangına bedeldir, sözü de doğrulanmış oluyor böylelikle ne evini ne akrabalarını, tanıdıklarını ne de işini bırakıp da gitmez hiç tanımadığı yerlere…
Bugün, Türkiye’ye gelen kadar Türkiye’den göç eden de var. Amerika Birleşik Devletleri’ne Meksika’dan geçen Türklerin sayısını euronews haberleştirmişti: “Düzensiz Türk göçmenlerin sayısı 2021’de 6 bin 945’e çıktı. Resmi rakamlara göre 2022’nin Ocak-Mayıs aylarını kapsayan ilk 5 ayında ise bu sayı 9 bin 168’e yükseldi.” Yani kavimler kavşağı diye nitelendirdiğimiz Anadolu’nun aldığı kadar verdiği göç de yüksek.
İşte onlardan biri…
1915’te tehcir ile yurtlarından kovulan Ermeniler, bir de 1939’da, Hatay’ın Türkiye’ye iltihakıyla bir zorunlu göç daha yaşıyor. Bugün, tarih kitaplarında göremeyeceğimiz, ama toplumsal hafızalarda yer alan, travma yaşatan bu zorunlu(!) göçü, Serdar Korucu, kronolojik değil, tanıklarının dilinden aktarıyor. Anlatanlar, o tarihte hayata gelmiş, o sıkıntıların izini taşıyan, yaşamları boyunca o sürecin öyküsünü dinleyenler. Sözlü tarih çalışması üç bölümden oluşuyor. İlki Türkiye’de kalanlar, biraz İstanbul’da biraz da Musa Dağ’da yaşayanlar. İkinci bölümde, Ermenistan’a gitmiş olanlar. Üçüncüsü ise Fransa’da kalanlar…
Bir tarih kronolojik sırayla anlatıldığında -bana öyle geliyor, size nasıl, bilemem- biraz uzak ve soğuk oluyor. Oysa unutulanlar arasından sıyrılıp gelen, belki biraz yanlış anımsansa da acıların gerçek yüzünü anlatan sözlü tarih daha gerçekçi oluyor sanırım. Belki de resmi tarihin gizledikleriyle çarpıttıklarının etkisi de vardır bu düşüncemde. Sahi, resmi hiçbir şeye inancımız kalmadı artık, hele de TÜİK açıklamalarıyla…
Konuşma zamanı…
Korucu, Shakespeare’in, “Artık konuşma zamanı geldi; çekilen acılar unutuluyor çünkü” sözüyle başlıyor. Aslına bakarsanız geçti bile, o süreci yaşayanların büyük çoğunluğu artık doğanın kucağına gizleriyle birlikte gitti.
“Türklerle Ermeniler 1915’te uğursuz bir bahar yaşadı” diyor biri; diğeri ise “Musa Dağ’ın altı köyünden beşinin Türkleştirilmesi”yle bir başka acının yaşatıldığını anlatıyor. Aradan geçen yüz yıl sonrasında Vakıflı köyü “tek Ermeni köyü” olarak anılacaktı. (Buraya bir parantez açalım, Karadeniz’de de birkaç “el değmemiş” Ermeni köyü kalmış. Umarım gidip yok etmezler ya da bozmak için çabalamazlar.)
Varlık Vergisi…
Öldüremediklerimizi sürmüşüz, süremediklerimizi kovmuşuz, kovamadıklarımızın da vergi salarak hayatlarını zindana çevirmişiz. Oysa Anadolu, etnik farklılıkları, farklı kültürlerin kaynaşmasıyla güzel. Artık ‘di-li geçmiş’ kullanmak gerekir, ne Rum bırakmışız ne Yahudi ne de Ermeni… Sıra savaş ve ekonomik güçlüklerden kaçarak gelen Iraklı, Suriyeli ve İranlılarda; onları da silersek yapayalnız kalacağız, ellerimiz kirli.
İki parti, iki ayrım…
Hınçaklarla Taşnaklar varmış, hemen her yerde olan sağcılarla solcular gibi, Ermeniler arasında da. Doğal olarak birinin ak dediğine diğeri kara diyor, birinin önerdiğine diğeri karşı çıkıyormuş. Bununla birlikte iki kiliseleri ve iki okulları varmış. İltihak edilen toprakların Türkleştirilmesi düşüncesi, Ermenilerdeki 1915 korkusunu canlandırmış. Temel üretimleri buğday ve üzüm olan ve kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, kapılarını bile kilitlemeyen köylüler kaçmışlar. Musa Dağ kucak açmış onlara… Silahları yoksa da dağı iyi tanıdıkları için korunaklı yerlere mevzilenmiş ve kendilerini korumuşlar. Askerleri püskürtseler de karşılarındaki orduymuş, yenebilmeleri mümkün değilmiş. Sonra…
Bir gemi gelmiş ve hepsini taşımış. İki okullu olmanın yararını, bir çarşafa yazdıkları “imdat” ile görmüşler. (Musa Dağ’da bir anıt yapılmış, o “gemi”nin anısına; insanlar anmak ve anımsamak için özel günlerde o anıta gidermiş… Yık(tır)ılmış, bırakın kalıntısını, taşını bile bırakmamışlar. Bu da bizim -bir başka- ayıbımız, değer bilmememiz…)
Gidenler hep dönmeyi, yurtlarında yaşamayı düşünmüş; bir kısmı dönmüş de… Dönenler köylerinin yıkıntılarıyla karşılaşmış, yerlerine iskan edilen Türkmenler, çalışmak yerine işin kolayını bulup evleri yıkmış, yakacak odun yapmışlar, “Sizin çocuklarınız oturur, yazıktır” diyenlerin sözüne kulak tıkayarak. Ermenilerin hepsi, iş sahibiymiş, soyadlarını da mesleklerinden almışlarmış: Demirciyan, Şerbetçiyan, Kuyumcuyan… Sonra devlet, yine gücünü gösterip sözcük sonlarındaki -yan ekini kaldırmış, oysa -gil ekiymiş, Türkçedeki.
Acının dili olsa…
1890’larda yenidünya getirmiş bir general, yiyin, çekirdeklerini de gömün diyerek. Şimdi bırakan yenidünya ağacını, bilen bile kalmamış… Dut da öyle… Dut gelince ipekböcekçiliği yapmaya başlayıp ipek dokumuşlar. Şimdi adı var sadece… Arapça, Kürtçe, Türkçe, Ermenice biliyorlar… gidip gelenlerse ek olarak Fransızca, İngilizce, Almanca… Yine aynı yörede bırakın başka dilleri kendi dillerini bile doğru düzgün bilene rastlanmıyor.
Hep çevresinde dolaştım durdum… Yaşananları aktarmaya dayanamadım bir türlü; yazdım sildim, yazdım sildim… Nadir Nadi, gazetesinde yazdığı “Kendilerini yiyeceğimizi mi vehmediyorlar” sözünü aktarmadan geçmek olmazdı, diğerlerinin sözleri de farklı değil. Yani, yedik hepsini, herkesi, her farkı güzelliği tükettik.
Kitaptan bir anlatımla bitireyim: “1800’lerden bu yana bu yöreden ne geçmiş, neyini, hakikisini biliyorsam söylerim ama devlet hakkında bu gibi işlerle ilgim yok. 80 milyonun bir ferdiyim. Nasıl ki Ankara’da bir Müslüman devletini, milletini düşünüyor, ben de öyleyim. (…) Gelen gazeteci soruyor, giden gazeteci soruyor. 1914’te, 1915’te ne olmuş! Ebeninki olmuş. Senin dedenle benim dedem kavga etmişse biz de mi kavga edeceğiz? Ayıp ya!”