Rober Haddeciyan, ‘Tavan’ adlı romanında bir kaza sonucu hastane yatağına mahkûm kalan yaşlı bir adamın iç dünyasında dolaşıyor. ‘Tavan’, Türk romanında eksikliğini sıklıkla vurguladığım yaşlılık, hastalık, çocukluk gibi temaları barındıran, kurgusu ve anlatımıyla güzel bir roman.
İstanbul doğumlu olmasına rağmen Ermeni dilinde yazması nedeniyle Türkiye’de pek tanınmayan bir yazar Rober Haddeciyan. Bakırköy’de dünyaya geldi. Liseyi Pangaltı Mıkhitaryan Ermeni Okulu’nda bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe-Psikoloji Bölümü’nden 1950’de mezun oldu. Okul yıllarında edebiyat yeteneğiyle dikkat çeken Haddeciyan’ın ilk öyküsü ‘Paraskhal’ (Kelime Yanlışı) 1946’da Aniv (Tekerlek) dergisinde yayımlandı. Ardından Ermenice yayımlanan günlük ‘Marmara’ gazetesinin edebiyat sayfalarının hazırlanmasında görev aldı, 1967’de gazetenin yayın yönetmenliğini üstlendi. 1983’te en önemli eseri kabul edilen ‘Tavan’ yayımlandı. 1976’da ‘Vasdag’ (Kazanç), 1983’te ‘Tavan’la Alek Manukyan Vakfı Edebiyat Fonu’nun birincilik ödülüne layık görüldü. Roman, öykü, eleştiri, deneme, oyun, gazete yazıları türlerinde 100’den fazla kitabı yayımlanan Haddeciyan, Marmara gazetesinde ve sahibi olduğu basımevinde Ermenice edebiyata, sanata ve toplumsal hayata katkıda bulunmayı sürdürüyor.
ÇARESİZLİK
‘Tavan’ ilk kez 1983’te ‘Arasdağı’ adıyla Ermenice yayımlanmış, 1997 yılında Türkçeye de çevrilmişti. O yıllarda okumamıştım ‘Tavan’ı. İşin doğrusu Robert Haddeciyan ismini de duymamıştım. Yeni edisyonu sayesinde hem yazarla hem romanıyla tanışmış oldum. İyi ki de tanıştım diyeceğim; zira ‘Tavan’ Türk romanında eksikliğini sıklıkla vurguladığım -yaşlılık, hastalık, çocukluk gibi- temaları barındıran, kurgusu ve anlatımıyla güzel bir roman. Yaz mevsiminde, bir hastane odasında başlıyor hikâye. 60 yaşındaki bir Ermeni esnaf. ‘Tam yedi ay ve 12 gün’dür bu odada yatıyor. Sekiz ay önce, işyerinden sokağa adımını atar atmaz bir muz kabuğuna basmış ve düştüğünde bedeninde ciddi bir sakatlık meydana gelmiş. Doktorları iyileşme belirtileri göstermesinden ümidi kestikleri için hemşireler tarafından rutin bir tedavi uygulanıyor kendisine. Aslında kızı Satenik eve götürmek istemiş ama onlara yük olmamak için hastanede kalmayı tercih etmiş kahramanımız. Ancak tavana bakarak tekdüze günler geçirmek hiç de kolay değil. Neyse ki çocukluğundan beri düşünmek, düşüncelerini bir düzene koymak, geliştirmek ve bir sonuca varmak konusunda özel bir yeteneği var; “Bu yetiye sahip olduğum için şükrederim. Aksi takdirde, herhalde bu odada çıldırırdım. Bu acayip düşünme takıntım boş saatlerime renk ve anlam katıyor.(…) Yatağımda kımıldayamıyordum ama gökyüzünde dolanıyor, bugünün ve dünün dünyasına göz gezdiriyordum.”
Neler mi var bugünün ve dünün dünyasında? Çok sevdiği kızı Satenik, torunu Rupik’le çıktığı gezintiler, sonra çocukluğuna dair hatıralar, anısı hâlâ taptaze kalan babasıyla ilişkileri, ailesinin savaşla uğradığı felaket, sonra gençlik yılları, 20 yıl süren evliliği, genç yaşta hayatını kaybeden sevgili karısı Verjin…
Anlatıcının düşüncelerinin şahlanışı, hayal dünyasının güzelliği ve zenginliği odasına yeni bir hastanın, Aramik isimli küçük bir çocuğun getirilişiyle sekteye uğrar. Kuşkusuz küçük bir çocuğun hastalığından duyduğu üzüntünün de payı var ama düşünce sistematiğinin altüst olmasının asıl nedeni, Aramik’in annesi Alis Hanım’ın -refakatçi olarak- odadaki varlığıdır. Artık düşüncelerinde cinselliğe de bir kapı açılacaktır…
VAROLUŞ GÜNCELERİ
Geçen hafta bu sayfalarda Romen yazar Max Blecher’in ‘Acil Gerçekdışılıkta Maceralar’ını ele almıştım. Bir intihalden söz etmiyorum ama iki romanın yapısal benzerlikler taşıdığını söyleyebilirim. “Duvardaki sabit bir noktaya gözlerimi dikip bakarken, zaman zaman kim ya da nerede olduğumu artık bilmediğim hissine kapılırım” sözleriyle başlıyordu Max Blecher’in isimsiz anlatıcı güncesine. Rober Haddeciyan’ın isimsiz anlatıcının düşüncelerini tetikleyen ise odanın tavanı; “Genelde sırtüstü yattığım için en çok seyrettiğim yer tavan.(…) Bu yüzden sıklıkla tavanı, düşüncelerimi aksettirdiğim beyaz bir perde olarak kullanırım.”
Her iki roman da ‘birinci tekil şahıs ağzıyla yazılan, anlatıcının özgüven savaşının bir itirafa dönüştüğü taşkın bir iç monolog, iç dünyaya ait bir anlatının hiç durmadan devam eden yansıması’ biçiminde kaleme alınmış. Her iki romanın anlatıcısı da bir odaya hapsolmanın, yitirdikleri hareket kabiliyetlerinin üstesinden düşüncenin gücüyle gelmeye çalışıyor, zamanı ve mekânı düşünce yoluyla dönüştürmeye çalışıyorlar. Max Blecher’in anlatısında bir ergenin, Robert Haddeciyan’ın anlatısında yaşlı bir adamın duygu ve düşünceleri işlenmiş.
‘Tavan’da Haddeciyan yaşlı ve yatağa bağımlı sıradan bir adamın dünyasını çok iyi yansıtıyor. Ciddi bir eğitim almamasına rağmen kendi kendini yetiştirmesini bilen, hayat görüşü olan, hassas, zarif ve yalnızlık korkuları çeken bir adam o. Anlatı onu zihninden zamandan zamana, mekândan mekâna sıçrayarak bireyin varoluşsal meselelerine açılıyor. Elbette cinsellik de var işin içinde.
Aşk ve cinselliğin gecikmiş halleri, o gecikmişlikle şiddetlenen tutkular, tutkularla ateşlenen yaşama arzusu Kavabata’nın ‘Uykuda Sevilen Kızlar’ını, Tanizaki’nin ‘İhtiyar Çılgın’ını ya da Marquez’in ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ını hatırlatacak türden. İnsani dram yaşlı insanların heyecanlarının ‘ayıp’ duvarlarına çarparak püskürtülmesiyle, en doğal insani duyguların toplumsal normlarla bastırılmasıyla çıkıyor ortaya.
Haddeciyan, ansızın uğradığı felaketle hayatı kararan bir adamın zihninde sürdürdüğü renkli ve canlı hayata, geçen yıllara, hayata, ölüme, aşka ve cinselliğe dair sıcak ve çok doyurucu bir hikâye anlatmış. Yaşlı adamın bu hayattan yaptığı çıkarımla bitirelim; “Tanrım, ne kadar küçüğüz, ne kadar önemsiziz. Ve buna karşılık nasıl da büyük ihtiraslarımız var.”