“Her sabah uyandığımda hatırlıyorum, yattığımda hatırlıyorum, rüyalarımda hatırlıyorum ve hatırladığımda bir hayalet gibi oluyorum! Anlıyorsun değil mi, benim için zor olan hatırlamak değil unutmak.”
Bir kahramanın başından geçenleri konu edindiği bilgisi, çizgi roman sanatıyla ilgili genel ve toplumsal kabul görmüş bütün tanımlamaların hareket noktasıdır. Genelde bir kahramanı denge merkezi yapar ve anca öyle yol çizebilir kendine bir çizgi roman. Bu kahraman güçlü, akıllı ve esprili olur; benzeri meziyetleri sayesinde de kötülerin önüne attığı düğümü, serüvenin sonunda ne yapar, eder; mutlaka çözer. Ancak mevcut kalıpların beylikleştiğini, çizgi romanda bir yol ayrımına gelindiğini düşünen bazı çizerler de yok değil ve onların alternatif eserleri sayesinde de -ne güzeldir ki- bu sanatın köhneleşmeye yüz tutmuş kalıplarının yavaş yavaş sorgulandığı, değişmekte olan dünyaya daha içerden bakan, daha aktüel hikâyelerin yer aldığı basılı eserlerin yaygınlaştığı yavaş yavaş hissediliyor. Bu eserlerde çizgi dilinin sadeliği başlarda risk arz ediyor gibi görünse bile, ona daha etkileyici gelmeye başlayan bu dili okurun sahiplenmesi fazla zaman almadı. Kendine çizgiyi araç edinen bütün anlatı sanatları içinde daha reel, daha aktüel temaların etkili olabileceğinin ispatı artık sağlanmıştı. Sıra, yeni bir anlatım sayılan bu temsile bir ad koymaya geldiğinde de grafik roman sanatı doğmuş oldu.
Örnekleri 2000’li yıllarda gittikçe artan grafik roman türündeki eserlere artık ülkemizde de sıklıkla rastlıyoruz. Elimizde tuttuğumuz Ermeni Ninem adlı kitap bunlardan biri. Kitaptaki olay 1959’un Kasım ayında başlıyor. Ahmet, Cezayir kökenlidir. Karısı ve dört çocuğuyla Fransa’nın Toulon şehrinde yaşamaktadır. Bir gün telgrafla Cezayir’deki babasının öldüğü haberini alır. Karısının önerisi üzerine Cezayir’e gider ve annesini de yanına alarak döner. Cezayir’den Fransa’ya getirdiği annesinin artık onlarla yaşayacak olması, evdeki çocuklar -özellikle de 8 yaşındaki Mahmut- için olabildiğince heyecan vericidir. Adının Mari olduğunu öğrendiği ninesi, başlarda Mahmut için muammadır: İslam kültürüyle içiçe olan ailenin büyükannesinin adı neden tezattır? Neden boynundaki kolyede haç taşımaktadır, üstelik de Cezayir’den geldiği hâlde? Mahmut bunların normal olup olmadığını sorgularken kitap bize Mari’nin acılar içindeki geçmişiyle ilgili doneleri hissettirmeye başlamıştır artık. Ahmet’in apartman komşularından biri Armand adında Marsilyalı bir doktordur. Mari’yle tanıştıktan sonra Armand ona adı Robert olan bir Ermeniden bahseder. Adam Toulon’da nam salmış zengin bir doktordur ve Mari’nin kökenlerinden, 1915’li yıllarda geçen acı hatıralarla dolu geçmişinden Armand aracılığıyla haberdar olmuştur. Onun şehre yeni gelmiş olduğunu öğrenir öğrenmez hemen harekete geçer ve Mari’nin Türkiye’de geçen çocukluğu, Ermeni akrabalarının tehcirden sonraki akibeti hakkında sorular sorar. Her karşılaşmada Mari’den geçmişi anlatmasını ister ama yaşlı kadın ketumdur. Karanlık geçmişiyle arasına uzun bir mesafe koymuş ve bu mesafeyi kısaltabilecek her gelişmeden özenle kaçınmaktadır. Her seferinde bunu anlatmaya çalışır ama doktor anlamak istememektedir sanki. Mari sonunda dayanamaz ve ona şöyle der: “Her sabah uyandığımda hatırlıyorum, yattığımda hatırlıyorum, rüyalarımda hatırlıyorum ve hatırladığımda bir hayalet gibi oluyorum! Anlıyorsun değil mi, benim için zor olan hatırlamak değil unutmak. Ben bunun için dua ediyorum.” Sonra doktora da aynı şeyi yapmasını öğütler: “Sen de İsa’nın yapmamızı istediği şeye saygı duymalısın…” Mari’nin kasttetiği şey affetmektir.
Kitaptaki sadelik senaryoyla sınırlı değil, az ve öz ifadeler karelerde sergilenen çizimlerde de mevcut. Basit çizgilerden çok etkili ifadeler yaratabilen bir kitap var elimizde. Bu basitlikte derme-çatma bir yan bulamıyorsunuz; bilakis, olayların gelişimiyle içiçe geçmiş tarihi göndermelerin oluşturduğu güçlü bir çatısı var kitabın. Bu simgesel çoğaltım sanki kendiliğinden oluşmuş gibi, kitabın dokusunu zenginleştirmiş: örneğin kitapta Mahmut’un bir arkadaşının annesinin vefatından sonra neler yaşadığını anlatan bazı sekanslar var ki, sadece görsel olarak bile çok güçlü duruyor. Babasının bu çocuğu Marsilya’ya, anneannesinin yanına göndereceğini öğreniyoruz. Çocuk, Marsilya’ya gitmeden önce vedalaşmak için onların evine geliyor ve babasının isteği üzerine Mahmut’la koridora çıkıyorlar. Koridorda vedalaşma sahnesi çok sessiz. Babası, “Hadi, Mahmut’la vedalaş bakalım,” diyor, “Eminim birbirinize söyleyecek çok şeyiniz vardır.” Sonraki satırlarda Mahmut ile çocuğu uzaktan, merdiven basamaklarında başbaşa vermiş konuşurlarken görüyoruz, ama ne konuştuklarına dair en ufak bir veri yok panellerde. Bu yokluk çok şey anlatıyor bize Mahmut’un ve Ermeni Ninesinin ruh hâliyle ilgili.
Ermeni Ninem ele aldığı netameli meseleyi hiç istismar etmeden, acı verici sahnelere, abartılara ve aşırılıklara başvurmadan anlatabilmeyi başaran etkileyici bir kitap. Mari Karamanyan’ın affetmek için verdiği mücadele ise hayranlık verici. Özellikle de dönemimiz için örnek alınası, baştacı edilesi bir tavır. Kahramanlığın gerekleri arasına güçlü, akıllı ve esprili olabilmekten daha etkileyici bir özelliği, affetme meziyetini bu denli zarafetle bize hatırlattığı için Mari Karamanyan gerçek bir “kahraman” bence.