Aras Yayınları’nın gerçekten büyük bir hizmette bulunarak, Zaven Biberyan’ın çevirisi ile yeni basımını yaptığı Aram Andonyan’ın “Balkan Savaşı” adlı kitabı, yine eski anılara dalmama neden oldu. Neleri hatırlamadım ki. Hem Ermenice hem Türkçeyi üstün bir başarı ile kullanan bir edebiyat adamı olan Zaven Biberyan’ı, Türkçe yazılıp yayınlanmış ilk ve son romanını basan Payel Yayınlan’nın bürosuna bir uğrayışımdan hayal meyal hatırlıyorum. Ne yazık ki bu roman hak ettiği ilgiyi görememişti o zamanlar.
Biberyan bizler gibi TİP’li idi o günlerde. Hatta bu partinin milletvekili adayı olmuş, 1968 yılında TİP listesinden Belediye Meclisi üyeliğine seçilmiş, AP’lilerin üyelikleri bir hataları nedeniyle iptal edilince, Belediye Meclisi başkan yardımcısı olmuştu. Biberyan bir basın emekçisi idi. 1945 sonrası canlanan demokratik, sol basının, Ermeni basınının umut vaat eden kalemlerinden biri idi. Bugün çıkmayan “Nor Lur” (Yeni Haber) gazetesinde çıkan, “Artık Yeter” başlıklı ayrımcılığı eleştiren yazısından dolayı mahkûm olup hapis yatacaktı. Bir süre yurtdışında gazetecilik yaptıktan sonra ülkeye dönüp yine mesleğini sürdürecekti. 1970’lerin başında Türkiye’nin önemli kültür adamlarını bünyesinde toplayan Meydan Larousse Ansiklopedisi’nin redaktörleri arasında o da vardı. Aras yayınları, onun Ermenice olarak 1970’te Jamanak gazetesinde tefrika edilen “Karıncıların Günbatımı” adlı romanını, “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adıyla Türkçeye çevirtip yayınlayarak anlamlı bir hizmette bulundu. 1984 yılında yitirdiğimiz bu dostumuzun diğer yapıdan da yayınlansa, dergi ve gazetelerde kalan öykü ve yazılan derlense ne kadar iyi olur.
Bir kültür odağı: Sander
“Balkan Savaşı”nın ilk basımını ise, 1975 yılında Necdet Sander yapmıştı. O da erken sayılacak bir yaşta ayrıldı aramızdan. Yanılmıyorsam, Necdet Bey de Balkan kökenli, Selanikli idi. Osmanbey ve Galatasaray’daki Sander Kitabevleri, 60’lı ve 70’li yıllarda hepimizin yabancı dildeki literatüre ulaşmamıza olanak sağlayan en önemli yerlerdendi. Necdet Bey, birlikte çalıştığı nitelikli elemanlarla, Batıda çıkan en yeni yayınları sıcağı sıcağına izlememize olanak sağlardı. Kitapçılığın hala bir zevk ve kültür işi olduğu günlerdi o zaman. Necdet Bey, aynı zamanda nitelikli yayıncılığı ile birçok güzel kitaba Türkçe olarak ulaşmamıza olanak sağladı. Dido Sotiriyu’yu, Marquez’i, İsmail Kadere’yi, Benerci’yi Türkiyeli okura ilk kez o tanıttı.
Andonyan’ın öyküsü
”Balkan Savaşı” müellifi Aram Andonyan’ı ise ne yazık ki tanımadım. Ama onun son derece ilginç olan sağ kalma öyküsünü ise yine TİP’deki ağabeylerimizden, sevgili Sarkis Çerkesoğlu’ndan dinleme şansına sahip oldum. Ayrıca, 1951 yılında vefat ettiği sırada başında, bulunduğu ve uzun yıllar yöneticiliğini yaptığı Paris ‘teki Nubaryan Paşa Kütüphanesini, bir kaç yıl önce ziyaret etme fırsatı buldum. Eski Mısır Başbakanlarından Nubaryan Paşanın servetini vakfetmesi sonucu oluşan kütüphanenin zengin koleksiyonu gözlerimi kamaştırmıştı doğrusu. Yalnız son yüzyıl Ermeni tarihine değil, Osmanlı tarihine, aynı coğrafyayı bölüşen Kürtlere, Rumlara, Süryanilere, Yahudilere vb. ilişkin tarih araştırması yapmak isteyenler için son derece önemli, mutlak uğranması gereken bir yerdir burası.
1915 Nisan’ında tüm aydınları hedef alan operasyondan mucize kabilinden kurtulmuştu Andonyan. Sarkis Usta, bana onun “mecnun” rolü yapıp, sürgün yollarındaki Ermeni köylülerinin arasına karışarak sağ kalmayı başardığını anlatmıştı. Aydın olduğu anlaşılsa, diğerleri gibi katledileceği kesindi. Suriye çöllerindeki kamplarda, deli rolü yaparak sağ kalacak, mütakereden sonra, soykırıma ilişkin en önemli tanıklardan, ilk dökumantasyon yapanlardan biri olacaktı. Bu belgelerden bazılarının geçerliliği, Türk tarihçilerinin ilginç itiraz ve tartışmalarına yol açacaktı.
Ve “Balkan Savaşı” kitabı
Aram Andonyan Efendi, Meşrutiyet dönemi basınının en ilginç kalemlerinden biri idi. Ve en önemli çalışması ise, hiç şüphesiz, orijinali 1000 sayfayı aşan, harita, kroki ve resimlerle bezenmiş, tam bir Babil Kulesini andıran nüfus oranlarını toparlamış ve savaşın tam göbeğinde yayınlanmaya başlanmış “Balkan Savaşı” adlı yapıtıdır. Bu yapıt; sadece tarihin tozlu sayfalarında kalmış öyküleri anlatmıyor. Bugünü anlamak, Balkanlar’daki bitmek bilmeyen çelişkileri çözmek, etnik arındırma ve kökünü kavramak bakımından da, elden düşürülemeyecek ve bir roman gibi yakanızı bırakmayacak çekiciliğe sahip. Andonyan aynı zamanda, Balkanlardaki “ulus devletlerin” oluşma sürecinin kavranmasına da olanak sağlıyor. Ve Osmanlı devletinin Balkanlardaki çok renkli yapıya uygun bir siyasal yenilenmeyi başaramayışının, emperyalist güçler arasındaki pis rekabetin, kerameti kendinden menkul hanedanların birbirinden pay kapma hırslarının, yüzyıl başında parlak bir ekonomik sıçramanın eşiğinde bulunan tüm Balkanları nasıl bir yıkıma, yüz yıllık bir geriliğe mahkûm ettiğini dersler çıkararak görüyorsunuz. Çözümsüzlükte ısrarın, insanları birbirine karşı kullanan çirkin “denge” politikalarının, nasıl daha büyük yıkım ve felaketlerin yolunu açtığını bir kez daha anlıyorsunuz.
Andonyan şöyle diyor: “Reformun bir gereklilik olduğu ilan edileli bir yüzyıl geçmişti; ama bütün reform girişimleri başarısızlığa uğramış ve imparatorluk, unsurlarının şikâyet ettikleri kötü yönetime son vereceğine, onu daha da sağlamlaştırmıştır… Osmanlı imparatorluğunun, özellikle reformun kendi varlığını sürdürmek için şart olduğunu anladığında, modern bir devlete dönüşmesi gerekirdi. Düne kadar Jön-Türkler de yapabilirdi bunu. Olmadı, yapılamadı. Çünkü mümkün değildi… Reformun temeli eşitliktir. Oysa, din farkı ve millet-i hâkime prensipleri baki kaldıkça, eşitlik asla kurulamazdı. Ve rejim de temelden anayasal olma imkanını kaybederdi.” Anlaşılan aynı dilemmayı hala aşamamış vaziyetteyiz. “Siyaset duygularla yürütülen bir nesne değildir” diyor Andonyan, “Savaş sadece sonucuna göre değerlendirilir… Tasfiye anı gelip çattığında, şu veya bu tarafın niçin yenilgiye uğradığı sorunuyla ilgilenmez kimse. Zihinleri tek bir soru kurcalar: Ne olacak bu yenilginin sonucu? Yenilen ne kaybedecek? Ondan ne kalacak arda… Bugünü en iyi şekilde kavrayabilmenin şartı, dünü derinlemesine inceleyip araştırmaktır. Bugün şimşek hızıyla birbirini izleyen ve yarattıkları siyasi gelişmeler ile bizleri şaşkına çeviren olayları tabii bulmak için geçmişteki bir takım ilginç olayları hatırlamamız gerekir… “, Andonyan bu yaklaşımını, kitabında başarıyla uyguluyor. Kitabı bugün de anlamlı, aktüel kılan yan bu.
Öyküde John Reed ve Troçki’nin de yeri var
Balkan Savaşı, iki ünlü gazeteci tarafından daha savaşın tam bağrında izlenmişti. Bunlardan biri “Dünyayı Sarsan 10 Gün”ün, “İhtilalci Meksika”nın yazan Amerikalı gazeteci John Reed’dir. Onun ”Balkan Savaşları” kitabının yakında Pencere yayınları tarafından yayınlanacağını biliyoruz. Ekim devriminin önderlerinden biri olan Troçki de Balkan Savaşlarını, bir savaş muhabiri olarak izlemişti. Tanışma fırsatları oldu mu bilmiyorum, ama Ekim devriminden önce onlar, Balkan Savaşları’nda buluştular. Troçki’nin “Balkan Savaşları” adlı kitabı, 1995 yılında Arba Yayınları tarafından yayınlandı. Ne yazık ki hak ettiği ilgiyi gördüğü söylenemez. Bu kitap da, tüm Balkan devletlerinin, “ötekilere” karşı uyguladığı, “etnik arındırma”nın örnekleri sergileniyor. Troçki’ye göre 1908 Devrimi, tüm Balkanlar açısından son bir umuttu ve son şansı sunmuştu. 1908 Devriminden hemen sonra Troçki şöyle yazmıştı: “Geniş ve ekonomik olarak birleşmiş bir toprak parçası endüstriyel kalkınmanın zorunlu önkoşuludur. Bu sadece Türkiye için değil, bir bütün olarak Balkan Yarımadası için de geçerlidir. Balkanların üzerine bir lanet gibi ağırlığı çöken şey, buradaki ulusal çeşitlilik değil, yarımadanın pek çok devlete bölünmüş olmasıdır. Gümrük duvarları Balkanları yapay olarak parçalara ayırmaktadır. Kapitalist güçlerin çevirdikleri dolaplar, Balkan hanedanlarının kanlı entrikalarla iç içe geçmiştir. Bu koşullar böyle devam ederse, Balkın Yarımadası bir Pandora kutusu olmayı sürdürecektir. Ancak bütün Balkan milliyetlerinin İsviçre veya ABD modelinde, demokratik, federal bir temel üzerinde kuracakları tek bir devlet, Balkanlara iç barışı getirebilir ve üretici güçlerin esaslı bir gelişimi için gerekli koşullar yaratabilir… (1908 Devrimi sonrası) Türkiye’de nelere tanıklık edeceğiz? Bunun hakkında tahminler yürütmek boşunadır. Sadece tek bir şey kesindir, o da şudur: 1908 Devriminin zaferi, demokratik bir Türkiye demektir; demokratik bir Türkiye bir Balkan Federasyonunun temelini sağlayacaktır; bir Balkan Federasyonu da, yakın Doğu’nun ‘bela yuvası’nın, sadece talihsiz yarımada üzerinde değil, bütün Avrupa üzerinde kara fırtına bulutları gibi duran kapitalistlerin ve hanedanların entrikalarından kesin olarak temizleyecektir.”
Bu şans yakalansa, belki Cihan Harbi bile olmayabilirdi. Şimdi yine bir dönüm noktasındayız: “Birlikte yaşamak” için, adına ister “demokratik cumhuriyet” diyelim, ister başka bir şey, tüm farklılıklarımızla beraber, demokratik bir toplum kurmayı başaracak mıyız, başaramayacak mıyız? Bunu hep birlikte göreceğiz. İşte tam da bu zaman diliminde, Andonyan’ın “Balkan Savaşı”nı okumak çok anlamlı.