Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Oynamamız bundandır.
Kara topraklarla binlerce yıl.”
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Mıgırdiç Margosyan’ın son kitabı “Tespih Taneleri”nin sayfaları önümde açıldıkça, zihnimin duvarlarında yankılanan dize buydu. Binlerce yıldır, içinde yaşadığımız dünyanın çamurdan bin bir suretini yoğurup durmamız, kendi öykümüzü kendimize binlerce değişik formda yeniden, yeniden anlatmamız belki de bundandı. Margosyan’ın kitabında, bu kez çocukluğundan dışarı çıkamamış bir topluluğun Ermenilerin ya da kendi deyimleriyle “Hay”ların kayıp öyküsü canlanıyor… Margosyan’ın, aile tarihinde bir tür arkeolojik kazı çalışması yaparcasına hafızanın kuyusundan çekip çıkardığı ayrıntılarla zenginleşen öyküsünü kurması yaklaşık beş yılını almış. Bir “anı-roman” olarak okuyucuya sunulsa da, bu çalışma sadece Margosyan’ın ve yakın çevresinin hikâyesi olmaktan öte yazarın deyimiyle “Bir zamanlar Anadolu’da yaşamış, şu veya bu nedenle birtakım problemler yaşamış ve kopmuş bir tespihin taneleri gibi küçük yaşta dört bir yana dağılmış insanların hazin ve zaman zaman ironik yaşamlarını” yansıtıyor.
‘Kafile artığı’ tespih taneleri
Yazarın özlemlerine, zayıflıklarına, dirençlerine, trajedilerine tanıklık etmemizi sağladığı karakterler geçidi bir hayli kalabalık ve renkli… Margosyan’ın 1915’te dört yaşındayken Tehcir’ e veya Ermenilerin tabiriyle “Kafle”ye çıkmış, yani kafileler halinde yollara dizilenlerin arasına karışmış, ailesinden ayrı düşüp çobanlık yapmış, on yedi yaşına kadar Müslüman olup sonradan Ermeni benliğini bulmuş babası… Yani “İstanbol’a gidın, ana lisanınızi öğrenın, adam olun …” diyerek yazarın Diyarbakır’dan İstanbul’a uzanan ana diliyle tanışma serüvenini başlatan Dişçi Sarkis… Diyarbakır’daki Gâvur Mahallesi’nin daracık “küçe”lerinden geçerek kiliseye giderken, Müslüman çocukların peşinden kışın kartopu, yazın kavun karpuz çekirdekleri atıp dalga geçtiği Papaz Der Arsen… Diyarbakır Maden’den çocuk yaşta sürgün olup Suriye üzerinden Marsilya’ya, oradan da meşakkatli bir gemi yolculuğuyla Amerika’ya giden New York’ta baba mesleği olan halı tamirciliğine başlayıp, sonradan Boston’da bir dondurmacı dükkânı açan yıllar sonra gazetelere verdiği ilanlar sayesinde Ergani’de kardeşin izini bulan, fakat Müslüman olan yeğenleriyle arasındaki kültür farkın aşamayarak ülkesine geri dönmek zorunda kalan Bill Nacaryan… 6–7 Eylül olaylarında ailesinin kunduracı dükkânının yağmalanmasından sonra İstanbul’u apar topar terk ederek Amerika’ya göç eden ve Margosyan’ın iple çektiği o ilk randevuya hiç bir zaman gelemeyen Zulal… Sırrı dökülmüş bir aynadan yansıyan sisli hayallerden sadece birkaçı…
Mıgırdiç Margosyan’ı, bir masal anlatıcısı gibi müthiş bir ayrıntı zenginliğiyle süsleyerek bu öyküleri aktarmaya iten şeyin ne olduğunu merak ediyorum. Şöyle yanıtlıyor: “Radyo ve televizyonun olmadığı o günlerde, Diyarbakır’ın Gâvur Mahallesi’ndeki evlerde, yakın çevremdeki insanlar belki binlerce mevzu varken oturup hep aynı şeyi konuşuyorlardı: Sen dört yaşında mı Kafle’ye çıktın? Altı yaşında mı çıktın? Nasıl oldu? Farklı yerlerden yollara düşmüşlerdi, kimi annesini falanca yerde kaybetmişti, kimi babasını zaten bilmiyordu… Kış gecelerinde, o insanlar bin bir türlü şey konuşabilecekken, konuşamıyorlardı. Çocukluklarında yaşadıkları olaylar benliklerinde öylesine yer etmişti ki, 20-30 sene sonra dahi herkes kendi macerasını hatırlayabildiği kadarıyla birbirine anlatma ve onaylatma ihtiyacı duyuyordu. Peki, bütün bu trajedi karşısında, biz insan olarak ne yapabilirdik?”
Margosyan, yapabileceği en iyi şeyi yapmış ve kendi insanlarının suya, rüzgara, birbirlerine anlattığı, yuvarlanan her bir tespih tanesiyle birlikte belki savrulup gidebilecek bu öyküleri sabırla toplayarak yeniden ipe dizmiş.
Diyarbakır’da Gâvur İstanbul’da Kürt
Margosyan’ın 525 sayfalık anlatısı, bir solukta okunuyor. Bazıları yarım sayfalık birer paragraf uzunluğundaki dolambaçlı cümleler arasında, tırabzandan kayarcasına rahat gezinmenizi sağlayan şey ise yazarın zihninizi her an uyanık tutan ayrıntı zenginliği ve Diyarbakır şivesiyle yazılmış mizah yüklü diyaloglarla kurduğu benzersiz üslup …
On beş yaşına kadar Diyarbakır’ da yaşayan ve 1953’te Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde anadilinde eğitim görmek üzere babası tarafından İstanbul’a “postalanan” Margosyan, burada Diyarbakır’ı içinde yaşatmayı sürdürmüş: “Sanki Diyarbakır’dan kopmamış gibiydim. Özellikle ilk yıllarda her şey bana oraları hatırlatıyordu ve bu çağrışımlar beni Diyarbakır’a bir götürüp bir getiriyordu… ”
Margosyan’ın Doğulu bir Ermeni olarak İstanbul’da yaşadığı kültür şokuna da tanık oluyoruz: “Bizim Diyarbakır’daki yaşamımızı düşünürseniz, yan komşumuz Müslüman aileyle kültür farkımız çok büyük değildi aslında. Giyim kuşamda bazı ufak tefek değişiklikler vardı, onlar camiye giderken biz kiliseye gidiyorduk. Tabii sokaklarımızda biz gâvurduk, onların ise böyle bir sıfatı yoktu. İstanbul’a geldiğimde doğru dürüst Ermenice konuşmayı ve yazmayı bilmiyordum. Tabiri caizse, sudan çıkmış balık gibiydim. Türkçem için de aynı şey geçerliydi. Diyarbakır Türkçesi ile konuşuyordum ve İstanbul lehçesiyle konuşamadığım zamanlarda gülünç bulunuyordum. Onlar bana bir şey söylediğinde, ben de onları komik buluyordum tabii. Diyarbakır’da gâvurdum, buraya geldiğimizde ise Ermeniler önceleri ‘Kürt’ olarak baktılar bize… ”
Okuldaki ilk günlerde, Kayseri’den, Hatay’dan ve Anadolu’nun diğer kentlerinden gelen kader ortaklarıyla, büyük kentin yaşama ve yeme içme alışkanlıklarını nasıl da yadırgadıklarını anlatıyor Margosyan. Domatesin sabah kahvaltısında yenmesini, kuru fasulyenin güzelce etle pişirilmek yerine piyaza dönüştürülerek ziyan edilmesini, elmanın kabuğu soyulup dilimlenerek tüketilmesini yadırgayan çocuklar okulun “nağhıntırik” (ikindi) kahvaltılarında verilen ekmek ile siyah zeytini de keçi bokuna benzetiyor ve çat pat Ermeniceleriyle anlam veremedikleri bu yemek faslını “lağımtırik” olarak adlandırıyorlar kendi aralarında.
Kitabı bitirdikten sonra, kapağındaki fotoğrafa daha derinden bakıyorum. Sepya tonlarında bir sahnede, Margosyan’ın babası Dişçi Sarkis’i (nam-ı diğer Dişçi Ali) ve dişçi koltuğunda oturan köylüsü ve yakın dostu Taşçı Mıgırdiç’i (nam-ı diğer Maraşal), yani bir zamanların ünlü sinema oyuncusu Sami Hazinses’in babasını görüyoruz. Takma bir ismin verdiği yorgunluğu, onlardan ve binlerce tespih tanesinden daha iyi kim anlayabilir?