İnsan Deposu ve Hakikate Bakmanın Ağırlığı

İnsan Deposu ve Hakikate Bakmanın Ağırlığı
Bianet
Fatma Özkaya
08.11.2016

Ana Arzoumanian’ın Aras Yayıncılık tarafından Bülent Kale’nin İspanyolcadan yaptığı çeviriyle basılan İnsan Deposu isimli kitabı, bu nedenle Türkiyeli okurlar için bilinmez bir dünyanın kapısını aralıyor.

Bu toprakların tarihinde önemli bir kırılma noktası teşkil eden Ermeni Soykırımı, Ermeniler için zaman çizgisinin önce ve sonra diye ikiye ayrılmasına neden oldu ve bu kadim halkın o güne kadar tecrübe ettiğinden çok farklı bir diasporanın, bugün anladığımız anlamıyla diasporanın doğuşuna sebebiyet verdi. Türkiye’de Ermeni Soykırımı hakkında, 2000’lerde daha açık konuşulmaya ve resmi anlatı dışında bir çizgi geliştirilmeye başlansa da, felaket sonrası dünyanın dört bir yanına dağılan diaspora Ermenileri, bu demokratik olduğu iddia edilen dilin tıkanıp kaldığı ve “yüzleşme hakikati”nin dışına itilen nokta olmaya devam etti.

 

Ana Arzoumanian’ın Aras Yayıncılık tarafından Bülent Kale’nin İspanyolcadan yaptığı çeviriyle basılan İnsan Deposu isimli kitabı, bu nedenle Türkiyeli okurlar için bilinmez bir dünyanın kapısını aralıyor. Türkiye’de 1915 hakkında hatırı sayılır bilgi sahibi olan kimselerin bile diaspora denilince aklına Fransa, Amerika yahut en iyi ihtimalle Beyrut gelirken, kitap, perspektifimizi Güney Amerika’ya çevirerek, Arjantin’deki Ermenilere, onların bu coğrafyaya geliş nedenlerine, tarihlerini sekmeye uğratan vahşete ve bu vahşetin yanı sıra, yaşadıkları yeni topraklarda maruz kaldıkları –Arjantin’deki diktatörlük dönemi gibi– sert hakikatlere bakmaya davet ediyor. Bu çok yönlü anlatısıyla da, Arjantin gibi bize çok uzak bir coğrafyada cereyan eden olayların, aslında kendi tarihimizle nasıl iç içe olduğunu, hatta bu yaşanılanların bizim tarihimizin bir parçası olduğunu yüzümüze vuruyor.

 

Arjantin’de yaşayan Ermeniler ve 60’larda Arjantin’e göç eden Türkiyeli Ermeniler üzerinden bir nevi üçüncü kuşak tanıklığın aktarıldığı eserde, diasporayı çevreleyen ilişkiler ağı birer birer deşifre ediliyor. Bu ağ, dağınık parçalar halinde dört temel üzerine inşa oluyor ve diaspora olmanın hakikiliğine, sıradan bir göçmeni “diaspora”dan ayıran niteliklere vurguyla beraber derinleşiyor.

 

Diasporayı oluşturan ayaklara bakıldığında en önemlisinin bizatihi felaket olduğu görülür. Çünkü felaket öznenin varlığını hedef alır ve bir bütün olarak otonomluğunu yok eder. Artık kendi olmaktan geçen özne, şekil verilen, hizaya getirilebilen bir nesne, ya da Arzoumanian’ın ifadesiyle bir “beden”dir. Tarihinden koparılmış ve öncesiz kalan beden, sürüldüğü yeni topraklarda gettolar (depolar) inşa ederek, bir vatandaş ama aynı zamanda bir sürgün olarak yaşamanın mücadelesini verir. Arzoumanian, Auschwitz gibi toplama kamplarındaki açlık-çalışma, çalışma-açlık ritmiyle, yani bir beden olarak sadece temel ihtiyaçlarla sınırlı olma, harici tüm estetik ve duygusal yoğunluktan uzak bulunmayla, diaspora yaşamını özdeşleştirerek, Ermeni Soykırımı’na içkin farklı bir Muselmann gerçeğini gözler önüne serer.

 

Ermenice’de anavatan kelimesi “ՀայրենիքHayrenik“, pek çok dilden farklı olarak “ՀայրHayr” yani “baba”dan gelir. Yazar yer yer bu ikiliği kullanarak, Ermenilerin esas yurdu Anadolu’nun 1915 sırasında boşaltılmasını “babanın ölümü” figürüyle anlatırken, ulus-devletler çağında Ermenilerin resmi temsilcisi olarak kabul gören Ermenistan’a anavatan rolünü yükler. Buradan hareketle de diasporayı oluşturan ikinci ilişkiler ağı olarak karşımıza Ermenistan çıkar. Yıllarca esir alınmış olan annenin, özgürlüğüne kavuştuğunda evlatlarıyla (diasporayla) arasında oluşan zamansal ve kültürel farklılık, diasporanın ötekiliği ve kimsesizliğinin bir başka şekilde yara almasına neden olur. Ermeni toplumunun 1915’den bu yana süre gelen temsil sorununa bir muhatap olarak doğan, doğulu ve Sovyet etkisinde gelişmiş Ermenistan’ın, diasporanın 70 yıldır söylediği “ՄերՀայրենիք, Mer Hayrenik” “Bizim Vatanımız” marşını, Sovyet ezgilerine uygun şekilde değiştirme girişimi gibi örnekler, Ermeni toplumunun hatırı sayılır bir kesimini oluşturan diasporanın temsille ilgili sorusuna bir yanıt bulmaktaki güçlüğünü gösterir.

 

Üçüncü olarak da, terk edilmek zorunda kalınmış hayrenik, bir başka etken olarak karşımıza çıkar. Varlığı tarumar edilen ve köklerinden koparılan diasporanın, anavatan bildiği yerden buram buram yükselen inkâr ve yok sayılmaya karşı haklı olarak geliştirdiği öfke, ya da yazarın ifadesiyle öfkenin dönüştüğü nefret, sadece devletle kurulan ilişkide değil aynı zamanda bir Türk’le, hatta Türkiyeli bir Ermeni’yle kurulan ilişkide de etkisini gösterir. Bir Türk’le bir Ermeni’nin karşılaşmasında “etkileşim” işlevi gören felaket, “[…] daha önceki karşılaşmanın [felaket öncesi yaşamın] tüm izlerini siler ya da silmeyi dener.” Türkiyeli Ermenilerle olan ilişkilerde de felaketin varlığı kuvvetle hissedilir. Türkiyeli Ermenilere yönelik önyargılar ve 60’lı yıllara kadar farklı toplumlarda yetişmiş olmanın etkisi, kitapta iki toplum arasında süregelen sessiz çatışmanın nedeni olarak ortaya konur.

 

Son olarak, Avrupa’nın 1915’e yönelik değişen tutumunu ve oryantalist yaklaşımını açığa vuran kitap, bilhassa Türkiyeli okur için özel bir anlama sahip olduğu hissi uyandırır. Bu yönüyle sanki bizlere, gerçek bir yüzleşmenin tam olarak yüzleşmek istemediğimiz, kaçındığımız şeyle –Türkiye örneğinde kolayca yargılanan ve kötülenen diasporayla– yüzleşme cesareti gösterildiğinde başlayacağını hatırlatmak ister gibidir. (FÖ/HK)

Sitemize giriş yaparak kişisel verileriniz, site kullanımınızı analiz etmek, sosyal medya özellikleri ve reklamları kişiselleştirmek amacıyla çerezler aracılığıyla işlenmektedir. Detaylı bilgi için Çerez Politikası Metni’ni okuyabilirsiniz. Anladım butonuna tıklayarak açık rıza beyanında bulunmuş olursunuz.