Öyle bir an geldi ki, zamanlar birbirine girdi, mekanlar karıştı. Annesi ölmemişti sözgelimi, Ren nehri kıyısına oturmuş kilim dokuyordu. Sanki kendisi on yıldan beri savaşa tutuştuğu ölümle son muharebeyi yapmıyor da, parmaklarıyla erişleri aralayıp, motifleri dizen ve iki kiloluk kirkiti kilime hırsla indiren annesinin dizi dibinde yavru bir serçe gibi ağzını açıp yem bekliyordu. Anne durduk yerde ağlamaya başlıyordu birden. “Gide de gelmeyesin!” sözleriyle “Seferberliğe” ve “Sürgüne” beddualar yağdırıyordu. Serçenin de yüzü asılıyordu. Anne ve yavru kuş beraber ağlıyorlardı.
Ağlaya ağlaya ferahladıktan sonra Anne kuş bir türkü tutturuyordu. “Çıkayım gedeyim de oğul uzun yollara/ Karışayım da ah yavrum boz bulanık sellere” türküsüyle, hasretle, hicretle, ayrılık nağmeleri, gözyaşlarıyla dokunan kilim uzadıkça uzuyor, kanla çamurlaşmış bir şişeye dönüşüp gide gide Zara’ya, gide gide seferberlik yıllarına ve gide gide Der-Es Zor çöllerine kadar uzanıyordu. Ve o yıllarda Harbiye Bakanı Enver Pasa 10. Alayı Zara’ya yerleştirmeye karar verdiği için, babası Simon Efendi de başka bir yere gönderilmeyip, Zara’da muvazzaf olarak askere alınıyordu.
Ermeni Taş ustaları, dülgerleri, demircileri, tenekeci, çilingir ve nalbantlarından oluşan Amele Taburlarının muvazzaf askeri Simon Efendi, namı diğer Sigi Usta, Zara’nın başı ucunda askeri kışla ve lojmanların yapımına canla basla katıla dursun, Sarıkamış’ta askeri kırdıran Enver Pasa, İstanbul’a dönüyor, bir süre sonra da bütün Ermenilerin yerlerinden alınıp, usul-ü hal ile cenuba, El Cezire ve Suriye çöllerine yerleştirecekleri açılanıyordu. Tekmil inşaattan mesul, faziletli mi faziletli, Suriye Esmeri Binbaşı Yahya Bey aralarında Sigi Ustanın da olduğu Zaralı Amele Taburu erlerini içtima ediyor, titrek, üzgün bir sesle “Arkadaşlar” diye söze başlıyordu. Memnuniyetinden söz ediyor, sadakatlerini ve maharetlerini ovuyordu. Ve sonra o gün aldığı “Bütün Ermeni tebaasının tehcir edilecekleri haberinin gerekçelerini açıklamaya çalışıyordu.
Devlet-i Osmaniye’nin içine düştüğü felaketi, Trablus’ta, Balkanlar’da Sarıkamış’ta, Suriye’de alınan yenilgileri, yedi düvele karşı girilen harbin gidişatını aktardıktan sonra Yahya binbaşı sözü sadede getiriyor ve hayatta kalabilmeleri için önlerinde tek bir yol olduğunu bildiriyordu: Hemen Müslüman olmak. On yıl sonra annesi Horik Hatunun rahmine düşecek olan Kirkor Ceyhan, o gece babasının, annesinin ve nenesinin geceyi uykusuz geçirdiklerini, sabaha karşi son bir defa canı gönülden haç çıkardılarını ve güneşten yana yönelip Hisus Kristos’a özür duasına başladıklarını yıllar sonra öğrenecekti. Müslüman olmanın hiç de kolay olmadığını, yaşı otuzu aşmış erkeklerin sünnet edildiklerini, süphanekeyi öğrenmek için Küpçü Hocanın bastonuna katlanmak zorunda. Dosya yayınevine verileli çok olmuştu. Gel gör ki onun hastaneye kaldırıldığı kaldıklarını, buna rağmen günün birinde, kapının çalındığını ve anne ve babasının da Der- Es Zor çöllerine sürüldüklerini öğrenecekti. Belki bu yüzden Kirkor Ceyhan çocukluğunda hep ayni türküyü, Urfalı Mukim Tahir’in “Kapıyı çalan kimdi?” türküsünü söyleyecek her kapı çalınışı, Kirkor Ceyhan’ı çocukluk günlerine ve baba ve annesinin sürüldüğü çöllere götürecekti.
Seferberlik Türküleriyle büyüyüp, atını nallayıp peşine düşen feleğin elinden zar zor kurtulup, Bonn Şehrindeki küçücük sevimli evinde ölümle son harbe tutuşan Kirkor Ceyhan, üçüncü kitabına Kapıyı Çalan Kimdi? adını belki de bu yüzden verecekti. O günlerde bilgisayarın gazabına uğrayan kitabın basımı gecikmişti. En son gelen habere göre dosya yeniden dizilmiş, son kez gözden geçirmesi için postayla gönderilmişti. Posta gelmiyordu bir türlü. Artık konuşamıyordu da.
İlk kitabi “Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm” adlı kıtabını ithaf ettiği eşi İlse Hanım, Marsilya’dan gelen müzisyen oğlu ile Mimar kızı başucunda bekliyorlardı. Posta gelmiyordu bir türlü. Ve ölümle boğuşan Kirkor Ceyhan, kapının çalınmasını bekliyordu. Bu kez kapının başka türlü çalınacağından emindi. Yaşadığı Ren Nehri kıyısındaki evde kapıyı çalanların onu ve yakınlarını çöle sürmeleri ihtimal dışıydı. Kapı çalınacak ve “Guten Tag!” diyen sevimli postacı, ona kitabını uzatacaktı. Hatta postacı, “Lütfen” diye soracaktı, “Almanca’ya çevrildiğinde, bana da kitabınızı imzalar mısınız?” Kapı çalınmıyordu bir türlü. Yaşamının en büyük korkusu, son anlarının en büyük dileğine dönüşmüştü birden. Ölümle girdiği son hesaplaşmayı da kaybedeceğini biliyordu. Ölüme karşı kimse zafer kazanamamıştı ama, kapı çalınmadan da, pes etmek istemiyordu. Harp sabaha dek sürdü. Kuşlukta kapı çalındı. Heyecanla yerinden fırlayan Kirkor Ceyhan kapıyı açtı. Sonra mavi, huzurlu bir ışığa dönüştü.