20. yüzyılın kitlesel şiddet performansları açısından tarihin en uzun yüzyılı olduğu muhakkak. Altı milyonu aşkın Yahudi, bir buçuk milyonu aşkın Ermeni, soykırım şiddetiyle tamamen yok edildi. Soykırım şiddeti pek çok açıdan benzersiz bir vak’a olduğu için sadece ‘yok etmekle’ açıklanamaz. Bu türden şiddet, şiddetin özel bir türü olduğu için yok etmekle yetinmez. Yok ettiğini kanıtlayacak bir iz, bir kanıt da bırakır. Bu da soykırım şiddetinin devamı olacak şekilde sürekli yeniden üretilen sembolik şiddettir. Belki de bu yüzden soykırım şiddeti geçmişten çok gelecekle ilgilidir. Uygulandığı halkın geleceğini ipotek altına alması tam da bu yüzden. Şiddet genelde anlık bir hareket biçimidir. Ne var ki politik şiddetin aşırı bir türü olan soykırım şiddeti tamamen kendine özgü bir şiddet biçimi olarak eşsiz bir pratiktir. Hemen yapılıp hemen bitmez. Kendi içinde şiddeti her an yeniden üretebilecek bir kıvam barındırır. Bu yüzden ‘soykırım şiddeti’nin dışında bir de ‘soykırım içi şiddet’ vardır.
‘Soykırım içi şiddet’
Anadolu’nun iç taraflarından Suriye çöllerine yürümek zorunda bırakılan çoğu sürgün kafilelerinin açlık ve susuzluktan yolda yığılıp kaldığını anılardan okumak mümkün. Bazılarının tamamen çaresizlik yüzünden kafile içi bebekleri ya açlıktan acı çekerek ölmelerini engellemek ya da güvenliği tehlikeye düşürme ihtimali dolayısıyla nehirlere atmak zorunda kaldıklarını biliyoruz. Yine bazı kafilelerde açlıktan ölmemek için ölülerin etlerinin yendiğini de biliyoruz. Keza açlıktan ölmek üzere olanların bebeklere göz diker hale geldiklerini de anılarda okumak mümkün. Benzer şekilde Holokost’ta bazı Yahudilerin ırkdaşlarına karşı gaz odalarında cellatlık yapmak zorunda bırakıldıkları da bilinmekte. Dolayısıyla soykırım şiddetinden ayrı olarak ‘soykırım içi şiddet’ gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerek. Bu haliyle soykırım şiddetinin basitçe ‘kurban-mağdur’ düalizmini aşan bir anonimliğe sahip olduğu ortada. Bu türden şiddet, bir noktadan sonra genel resmi uygulayıcılardan bağımsız olarak özerk ve otonom bir şekle bürünür. Dolayısıyla düğmeye basıldığı andan itibaren tamamen keyfidir, tamamen anonimdir, bazı durumlarda mağdurları da şiddetin bir parçası haline getiren limitsiz bir kaostur.
Kitlesel şiddetin halklara neler yaptığına dair bu yüzden kısa ve basit bir cevabımız yok ne yazık ki. Evet, kitlesel şiddet soykırım yaparak halkları yeryüzünden siler. Ama sadece bu kadar değil. ‘İnsan Deposu’, soykırım şiddetinin asla sadece soykırım şiddeti olmadığını, bir halkın geleceğinin de soykırım şiddeti tarafından şekillendirdiğini bize gösteren kıymetli bir çalışma. Kitlesel şiddetin sadece halkı fiziken bitirmekle yetinmediğini, nesilden nesile aktarılan bir simgesel şiddeti miras bırakan bir üretim olduğunu kitap bize açıklıkla gösteriyor. Yazar, Bursalı bir Ermeni aileye mensup olarak soykırım şiddetini nesilden nesile devralmış bir kişi. Kitabı değerli kılan en önemli unsurlarından biri, artık fiziki olmaktan çıkıp simgesel bir şiddete dönüşmüş soykırım şiddetinin izlerini hem kendi üzerinden hem de yaşadığı Arjantin Ermenilerinin günlük yaşamının içinden sürmesi. ‘Dönemeyenle kalanın hakiki buluşması’nda bir köprü inşa etmek derdinde yazar. Ve aslında kendi hikâyesi üzerinden diasporadan, kalanlara ve soykırımı merak edenlere ses veriyor: “Duy beni.” Bu çığlığı duymak lazım. Bu çığlık kitlesel şiddetin halklara aslında ne yaptığının sesi. Tam da bu nedenle soykırımın hala nasıl ve neden devam ettiğini görmek isteyenler ‘İnsan Deposu’na baksın. Soykırım şiddetinin ‘kavgada yumruk atmak’ gibi anlık ve spontane olmadığını, yüzyıllara ve nesillere yayılan kesintisiz bir sembolik şiddete dönüştüğünü görmek isteyenler bu sese muhakkak kulak kesilmeli.
‘Benim bedenimi bir tek sen yiyeceksin’
Kitabın, ‘soykırım içi şiddet’ meselesine bir parça değinerek şiddetin bu spesifik halini bize yeniden hatırlatması dikkat çekici. Ne var ki yazarın ‘soykırım içi şiddet’ meselesini anlatmaya sadece bir iki fragman üzerinden değinmekle yetinmesi ciddi bir tematik eksiklik. Zira kitlesel şiddet, halklara en önce fiziki şiddet uygular. Hem de simgesel değil, sahici ve fiziki şiddet. Bu şiddet koreografileri üzerinden mukayeseli şiddet analizlerine girişmemesi kitabın kuramsal değerine halel getiriyor açıkçası. Hele küçük bir kız çocuğunun annesine seslendiği “Lütfen anne, lütfen söz ver bana, benim bedenimi senden başka kimsenin yemesine izin vermeyeceksin, bir tek sen yiyeceksin” şeklinde sözleri kitlesel şiddetin halklara ne yaptığının finali niteliğinde. Ne var ki yazarın erken final yaparak bu ‘soykırım içi şiddet’ sahnelerini okuyucunun takdirine bırakıp konuyu orta yerde bırakması kitabın kurgusal anlamda en önemli kusuru. Oysa burada aslında kurbanın çaresizliği ve bu çaresizliğin şiddeti nasıl katlanılabilir kıldığı meselesini yazar karşılaştırmalı şiddet ve metin analizleri üzerinden izah edebilirdi. Evet, kitlesel şiddet bir kız çocuğunu annesine kendisini yemesini ve başkasına yedirmemesi noktasına getirecek kadar atonal ve kuralsızdır.
Buna rağmen kitabın belki de en dikkate değer tarafı soykırım gerçekliği ile yaşamaya alışmak zorunda kalan diaspora hikâyeleri. Yazarın bu kavramı soykırım şiddetinin devamı bağlamında simgesel şiddet olarak işlemesi isabetli. Diaspora kelimesinin bu ülkede şeytanlaştırılan bir kavram olduğunu düşündüğümüzde bu mekanda yaşamak zorunda bırakılanların aslında ‘ne oralara gittiği ne de buralarda kaldığını’ gösteren diasporik parçalanmışlıklarını okumak ayrıca trajik. Yazarın ‘diaspora’ meselesini insan hikâyeleri üzerinden sahici ve içeriden anlatan dili gerçekten etkileyici. Diasporanın yaralı insan hikayelerinden kurulmuş bir muhayyel harita olarak verilmesi ilgi çekici. En fazla da “Auschwitz’den sonra artık şiir yazılamaz” diyen ‘Adornogil’ Yahudilerden tamamen farklı olarak Arjantin Ermenilerinin soykırıma karşı şiirler okuyarak bu trajediyle baş etmeye çalışmaları hayli ilginç. Belli ki şairin dediği gibi “Şiir, Ermenileri suyun üstünde tutmaya yarayan” bir kaldıraç işlevi görmüş. Diasporanın bir zaaf olarak saflık idealine her daim sadakat göstermesi yazar tarafından eleştirel bir gözle ele alınması not edilmeli. Saflık idealinin diasporayı nasıl karşıtına dönüştürme potansiyeli gösterdiğine değinmesi sahici bir özeleştiri katmış kitaba. Yanı sıra geçen yüzyılın ortalarında Avrupa ve Arjantin’e göç etmek zorunda kalan Ermenilerin unutmayı seçmeleri ve anı yaşama konusundaki tercihlerinin depoda nasıl karşılandığını da görmekteyiz. Arjantinli Ermeniler tüm hayatlarını unutmama ve anılarını yaşatma üzerinde kurgularken yeni gelen göç dalgasındaki Ermenilerin unutmaya meyyal ruh hallerinin nasıl cemaat içi bir çatışmaya sebebiyet verdiğini gözlemek ayrıca öğretici. Çalışmanın bu haliyle bilhassa diaspora, sürgün, yersiz yurtsuzluk meselelerini ustaca betimlemesi Edward Said’in ‘Kış Ruhu’ kitabını andırıyor.
Bu kez depo değil bodrum
Hülasa bu kitap her deponun küf tutmayacağını bize gösteriyor. Ve aynı şekilde kitlesel şiddetin halklara ne yaparsa yapsın insanların bir şekilde kaldığı yerden şiddete karşı ayağa kalkarak direnmeyi bilmesini göstermesi kitabın değerini bir kat daha arttırıyor. Kitlesel şiddet, halklara pogromdan soykırıma pek çok şey yaptı ve halen yapıyor. Misal Cizre. Bu kez depo değil bodrum. Velhasıl iktidarların kitlesel şiddeti varsa, halkların da kendini bir şekilde var eden direnme estetiği var.