Jaklin Çelik’i ilk ne zaman gördüğümü anımsamıyorum, ama bende yaşamın kenarında gezinen bir insan izlenimi uyandırdığını iyi anımsıyorum. Doğrusu bu izlenimimin nereden kaynaklandığını bugün bile anlamış değilim. Yaşama karşı savruk duruşundan mı yoksa kılık kıyafetine özensiz oluşundan mı, bilemem… Belki de başına bir kalıp gibi oturan kuzguni afro saçlarının, içinde kıpır kıpır oynaşan muzır bir beyni gizleyişinden mi?
Jaklin Çelik’e dair bu izlenimimin renk değiştirişi, yerini uslanmaz, sevimli, muzır ve ironi yüklü insancıl bir kişiliğe bırakması fazla uzun sürmedi. Ne de olsa Jaklin de -övünmek gibi olmasın ama- bir Diyarbakırlı’ydı. Asıl önemlisi, yazıyordu, yani yazardı.
Bir-iki öyküsünü okumam yetti: Jaklin’in doğuştan gelen bir anlatı yeteneği vardı. Bu, ona bir Allah vergisiydi. Anlatısı, edebi bir kaygı taşımıyor. Tam tersine yaşanmış ya da kurgusal olayları sanki bir arkadaşına anlatırcasına doğaçlama yazıyor. Onun, okuru yarattığı dinleti iklimine çekmesinin gizi de bu içtenliğidir zaten.
Jaklin’in, içtenliğinin yanı sıra öykülerine yansıyan bir diğer önemli özelliği, seçtiği konuların özgünlüğüdür. O, okura havadan sudan ya da marjinal öyküler değil, ‘bizi biz yapan öyküler’ anlatıyor. En katı yurekli biri dahi bu öykülerdeki hüzün yüklü sıcaklığı duyumsamadan edemez.
‘Ötekiler’i anlatırken onları öylesine soyup ‘çıplak’laştırıyor ki okur sanki doğrudan ‘evrensel insan’ın öyküsünü dinler gibi oluyor. Bence Jaklin öykülerini soluk alırcasına, yemek yercesine, arkadaşlarıyla laflarcasına doğallıkla yazıyor. ‘Öteki’nin öyküsünü de işte bu doğallık içinde, vurgulamadan, altını çizmeden anlatıyor.
***
Jaklin Çelik’in, Türkçesi savruk olmasına karşın en sağlam öyküsü Kiralık Ev’dir. Tam bir usta işi bu öyküsünde Çelik -kitabın son sayfalarında yer alan fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere- öz yaşamından belleğine kazınmış bir olayı öykülemiş. Jaklin’in ince bir hüzün tülüyle örttüğü bu öyküsü, gerçekten de bizi biz yapan öykülere tipik bir örnektir. Bütün bir yaşamı belirleyen ‘adı konmamış o ilk bakışmalar’ öylesine gerçeklik duygusu yaratıyor ki, okurun kendisi de yaşamındaki benzer olayları, edaları, mimikleri ya da kısacık ana sığan bakışları anımsamadan, duyumsamadan edemiyor.
‘Kiralık Ev’ basit, yalın ve de kısa… İnsanı can evinden yakalayan bir ana fikir (belki de ana duygu) ve gerçekten de sapasağlam bir omurga… Çelik’in, öykünün sonunda kendini yedekleyerek ikinci bir anlatıcı olarak öyküye katılışı (girişi), hüzünlü bir final havası yaratıyor; bu da öyküyü doyumsuz kılıyor. Daha ilk öyküsünde Çelik okuru bir ‘ötekiler’ yurdu olan Kumkapı’nın büyülü havasını sokmayı beceriyor.
Kitabın ikinci öyküsü ‘Üç Kısa Kokulu Nefes’, en az ilki kadar usta işi. Hüznü bir oya gibi işleyen Çelik, bu öyküsünde İstanbul’dan elini ayağını çeken bir semtin, Kumkapı’nın zamanla yok olan iki katlı, cumbalı ahşap yapılarından birinin yıkımını -naklen, canlı yayın yaparcasına- öykülendiriyor.
İlginç ve sağlam yapısıyla dikkati çeken öyküde birbiriyle bağlantılı dört farklı yaşamdan kesitler çiziliyor. Bu yaşamlardan, ilki Anahid’le Takvor’un, ikincisi üç yıkım işçisiyle Rendihan’ın, üçüncüsü cumbalı evin ve dördüncüsü de Jaklin Çelik’in. (Jaklin, öykünün ilk cümlesinden son cümlesine kadar işin içinde… Öyküyü kendi haline bırakmıyor, hüznün peşindeki yüreğiyle satırlar arasında gezinip duruyor.) Jaklin’in bu öyküdeki özgünlüğü; cumbalı evi öykünün kahramanlarından biri gibi ele alması, yıkımı okura bir ‘metafor’ olarak duyumsatmasıdır. Bu metaforun ekseninde öykünün savrulan, dağılan, kopan, yok olan, dibe çöken, göç eden kahramanlarını insani bir sıcaklıkla anlatıyor.
‘Takvor amca’nın ölüm anını öyküye ad olarak seçen Jaklin, bu anı okura yansıtırken betimsel açıdan rastlanır bir güzelliği, yakalıyor, ölümü estetize ediyor: “İşte böyle bir gecede bu yarışa kalbi dayanamadı Takvor amcanın, üç kısa kokulu nefes çekti… İlkinde anason; rakı bardağı düştü elinden, son yudumunu çekerken. İkincisinde zakkum; içine aktı kokusu. Üçüncüsünde gül; ‘Anahid’ dedi, başı düştü Anahid teyzenin en sevdiği gül saksısının yanına. Ve kendisine ve her şeye yenildi. Yığıldı kaldı çok sevdiği terasının balkonuna.”
Çelik’in severek okuduğum bir diğer öyküsü ‘Deniz Mıgırdiç’in Gökyüzü Sarkis’in’ oldu. (Bana göre kitabın bütünlük oluşturan üç öyküsü, bir biri ardına dizilmiş.) Mekân yine Kumkapı’dır. Jaklin’in saatindeki kum akmakta ve biz akıp gitmekte olan zamanda Kumkapı’nın ‘öteki’ dünyasından insan manzaralarının hüzünlü öykülerini okumayı sürdürüyoruz.
Bu kez kahramanımız yaşamı iç burkan bir çelebilikle, filozofça yorumlayan deniz aşığı Mıgirdiç’tir. Çelik, sıradan insanın duyarlı dünyasında gezinmeyi iyi biliyor. Salt gezinmekle kalmıyor, onlarla birlikte sevinip, onlarla birlikte hüzünleniyor. Jaklin’in öykülerine sinen insani sıcaklığın gizi, yazdıklarına içtenlikle katılmasıdır. Nitekim Mıgirdiç’in karısı Vartuhi ve arkadaşı demirci Sarkis’e olan duyguları, insanı insan yapan duygulardır.
Öykü, Mıgirdiç’in Sarkis’e vasiyetiyle, destansı bir havaya bürünerek sonlanıyor. Mıgirdiç, bu sözleriyle gerçekten de bin yılların söyleyiş geleneğini sürdürür gibidir: “Şu senin gökyüzü şahidimdir fırtınalı sevişmelerimize, benle denizin, dalgaların… Gün gelir de, her hal yakındır, ölürsem, senin şu gökyüzü şahidim olsun ki bu kara toprağa arzuhalim yoktur. Dedenle sürülerinin yattığı toprak, kızgın demirin kıvılcımlarını bile kabullensin ama beni kabullenmesin! Bilesin ki, dalgalar dayanamayıp yattığım yeri denize katmaya er geç gelecekler. Senin şu gökyüzü şahidim olsun, meleklerim de martılar olacaktır…”
Çelik’in öykücülüğünü tartmak için bu üç öykünün yeterli olduğu kanısındayım. Bence o bir yazarın gereksineceği ‘olmazsa olmaz’ iki özelliğe, Allah vergisi bir anlatı yeteneğine, asıl önemlisi duyarlı, coşkun, delişmen bir yüreğe sahip. Bu coşkun, duyarlı, sıcak ve delişmen yürek, duyumsadıklarını sizlerle paylaşmak istiyor.
Kumkapılı Çıllaqa Jako’nun ‘bizi biz yapan öyküler’ini mutlaka okuyun!