Erol Bey, İstanbul deyince akla ilk gelen şeylerden biri herhâlde balıktır çünkü İstanbul, içinden deniz geçen bir şehir. Böyle bir şehirde zengin bir balık ve balıkçılık kültürünün oluşmamış olması düşünülemez. Hem de çok zengin bir kültür. Siz bu kültüre vakıf bir aydınsınız İstanbul Balıkhanesi eski müdürlerinden Karekin Deveciyan Efendi’nin Türkiye’de Balık ve Balıkçılık isimli meşhur kitabını Türkçeye çevirdiniz, Osmanlıca baskısıyla karşılaştırıp yayına hazırladınız. Bu zor işi yaparken bu kültürün bütün inceliklerine nüfuz etmiş almalısınız. Zaten bir İstanbullu olarak bu kültürün içinde doğup büyümüş bir insansınız. İstanbul, balık ve kültür denince neler söylersiniz?
Önce şunu söylemek lazım efendim: İstanbul’un balıkçılık bakımından özel bir konumu var. Biliyorsunuz balıklar, özellikle deniz balıkları ikiye ayrılır: Göçmen balıklar ve yerli balıklar. Yerli balıklar belli bir mıntıkada devamlı bulunan balıklardır. Göçmen balıklarsa mevsimlerine göre yer değiştirir. Mesela lüfer, palamut ve iki muhteşem balık, kılıç ve orkinos böyle göçmen balıklardır. Bu balıklar yazın Karadeniz’de, kışın Marmara’da olur. Çanakkale Boğazı’ndan dışarı pek çıkmaz bu balıklar. Ve bu balıkların kışın güneye, yazın kuzeye geçmek için kullandıkları tek bir yol vardır: Boğaz. Boğaz’dan geçerler.
Ve hepsinin de zannediyorum geçiş zamanları var, değil mi?
Evet efendim. İlk gelenler palamutlardır.
Hangi ay?
Aşağı yukarı ekim başında başlarlar. Hatta eylülde bile ufakları, kestane palamudu yahut çingene palamudu dediklerimiz eylülde, hatta ağustosun sonlarında geçmeye başlar.
Şimdi çingene palamudu dediniz, kestane palamudu dediniz demek ki palamut deyip geçmemek lazım…
Efendim ana balığın ismi palamut. En küçüğüne kestane palamudu diyoruz. İki yüz elli gram filan olanlar. Sonra çingene palamudu, sonra palamut, sonra torik gelir. Toriğin de büyükleri vardır, büyüğüne sivri denir, daha büyüğüne altıparmak denir, en büyüğüne de piçota denir. Piçotanın çifti aşağı yukarı on beş kilo gelir. Yani yedi buçuk kiloluk bir balık…
Yani palamut bile başlı başına bir kültür.
Tabii efendim, kültür. Biliyorsunuz bir de halis bir rakı mezesi var, lakerda.
Lakerda palamuttan yapılıyor, değil mi?
Evet, torikten yapılıyor genelde. Eskiden bol miktarda torik gelirdi. Karekin Efendi Deveciyan’ın ifadesiyle, 1911 yılında 3 milyon 200 bin çift, yani altı milyon küsur torik gelmiş balıkhaneye. İstanbul’un nüfusunun bir milyon olduğunu düşünürseniz, o zamanlarda, adam başına altı tane…
Türkiye’yi doyuracak neredeyse.
Ama şimdi torik yok. Yani balıkçı tablalarında torik görmüyorsunuz. Çünkü torik doğrudan doğruya lakerda üreticilerine gidiyor. Ama lakerdanın da eski lezzeti kalmadı. Şimdi zeytinyağı dolu kavanozlara lakerdayı koyuyorlar. Hâlbuki geleneksel İstanbul lakerdacılığında o camekânlar içinde satılır, Ermeni yurttaşlarımız yaparlardı. Yanında muhakkak bol soğan olur. Çok ince, özel bir bıçağı da vardır, temizlenir, ince ince dilimler halinde kesilir ve satılırdı. Ama şimdi tabii teknoloji gelişti, çabuk bozulmasın isteniyor, o bakımdan cam kavanozlar içinde zeytinyağı içinde lakerdayı alıp yemek zorunda kalıyoruz.
Peki, uskumrunun yok oluşuna ne diyorsunuz?
Merhum ve mağfur uskumru… Elli yaşından küçük olanların uskumruyu pek hatırladıklarını zannetmiyorum.
Artık Boğaz’dan geçmiyor değil mi uskumru?
Yok efendim. 50’li yılların sonunda, sebebini bir türlü anlayamadığımız bir şekilde birdenbire kayboldu. Çok güzel, çok leziz bir balıktı.
Peki balıkçı tablalarında gördüğümüz uskumru diye satılan şeyler nereden geliyor?
Efendim, onlar genellikle Marmara’da yakalanan kolyozdur. Kolyozla uskumru birbirine çok benzer. Renkten fark edilir, gözlerinden fark edilir, kolyozun gözleri çok büyüktür, renk mavi / yeşil olmasından fark edilir fakat lezzet bakımından aşağı sınıftadır.
Uskumru mavi?
Evet, uskumru mavi, öbürü yeşil, bir de kolyozun gözleri çok daha iridir uskumruya göre, o şekilde anlaşılırdı, yani eskiden uskumru bol olduğu zaman kolyoz da boldu, uskumru diye kolyozu af buyurun sokuşturmasınlar diye dikkat ederdik. Gözlerine bakardık ve fakir balığı denirdi uskumruya, çok lezzetli bir balıktır. Lüferden konuşacağız herhalde?
Tabii lüferi de soracağım.
Lüfer çok lezzetli, dünyanın en lezzetli balığı. Fakat uskumru da hemen ondan sonra gelen, lezzetli, çok güzel bir balıktır. Özellikle şubat aylarında, mangal kömürüyle ızgara yaptığınız zaman, yağlı olurdu, o yağlar damlar ateşin üzerine, tekrar böyle ateş de şey yapar, nefis bir şey olurdu uskumru.
Uskumru dolması da meşhurdur.
Uskumru dolması efendim, gayrimüslim vatandaşlarımız özellikle güzel yaparlardı fakat kişisel tercihimi söyleyeyim, ben ızgarasını her şeye tercih ederdim uskumrunun. Nefis bir balıktır.
Ama bir uskumru dolması hikâyesi vardır, Ahmet Haşim’le ilgili, onu bilir misiniz?
Yok, pek bilemiyorum efendim.
Hani bir nişanlılık yaşıyor Ahmet Haşim, nişanlısının evine yemeğe davet ediliyor. Evin hanımefendisi uskumru dolması yapıyor. Ahmet Haşim bir gurme, ağzının tadını biliyor. Müstakbel kayınvalidesini bu nefis dolması için iltifatlara boğuyor. Kadıncağız, iltifatlardan çok etkilenmiş olmalı ki, iki uskumru dolmasını paketleyip gizlice Haşim ‘in paltosunun cebine koyuyor.
Ama soğuk yendiğini biliyorum uskumru dolmasının.
Dönüşte, vapurda Ahmet Haşim elini paltosunun cebine atıp uskumru dolmasını görünce fena halde öfkeleniyor, uskumru dolmasını denize atıyor ve nişandan vazgeçiyor.
Tamam hatırladım efendim, okumuştum ben de bir yerde. Evet okumuştum. Artık uskumru da, dolması da hayal oldu. Bende size ufak bir anekdot aktarayım. 1980’li yıllarda, Norveç’te, Bergen’deydim. Uskumru hasreti var, beni bir lokantaya götürdüler, alışveriş ettiğimiz insanlar. Makine alıyorduk. Lokantada uskumru gördüm, uskumru istedim ben. Adamlar suratlarını buruşturdular. Bir uskumru geldi, bizim palamuttan daha büyük ve tatsız tuzsuz bir şey… Nerede bizim o canım uskumrular… Yani demek istediğim uskumru merhum ve mağfur oldu gitti efendim. Ortada yok.
İklim değişiklikleri, deniz kirliliği…
Balığın lezzeti de iklimle alakalı efendim. Lüferin de tadı öyle, biliyorsunuz ona blue fish der Amerikalılar, New York’ta yedim, hiç bizim lüferle alakası yok. Bizim lüfer inanılmaz derecede güzel, lezzetli bir balıktır. Öyle bir tat yok oradaki balıklarda. Ne diyordum, efendim işte palamutlar gelir, arkadan torikler gelir. Uskumru torikle beraber gelirdi fakat torik uskumrunun büyük düşmanı olduğu için uskumru beklerdi torik geçsin diye. Torik Marmara’ya intikal ettikten sonra uskumru gelirdi arkadan.
Lüfer uskumrudan sonra galiba.
Evet, aşağı yukarı kasımda falan, lüfer akını başlar, o da palamut gibi çeşit çeşittir, en küçüğüne söğüt yaprağı denir lüferin, o pek bilinmez. Sonra çinekop denir, sonra sarıkanat, sonra lüfer, en büyük, bir kilodan büyük olanları da kofana tabir edilir. Onlar geldikten sonra zaten sezon biter. Dönüşte, aksi istikamete, yani kuzeye, Karadeniz’e giderken balık yakalanmaz, çünkü yazın giderler, hem balık yasağı vardır hem de çok yağsız olur. O sırada yakalanan tek balık uskumru olurdu, bunlardan çiroz yapılırdı.
Galiba aralıkta özellikle uskumru çok olurmuş.
Efendim uskumrunun en lezzetli, en yağlı olduğu zaman da, yumurtlama sezonuna yakınlık bakımından Şubat ayıdır. Eski İstanbullular şubat ayına uskumru mevsimi derlerdi ve o şekilde yakalanırdı. Tabii o zamanlar İstanbul küçük bir şehirdi, bir milyon filan nüfusu vardı, hatta ben ilkokuldayken İstanbul’u sekiz yüz bin kişi diye okurduk. 1940’lardan bahsediyorum. Ve balık avlamak da bir törensel olaydı.
Peki, Erol Bey, ‘İstanbul ve balık’ denince sizin aklınıza ilk gelen balık hangisidir?
Lüfer…
Biraz lüferden söz edelim mi? Hakikaten lüfer çok önemli. Edebiyatımıza da yansımış üstelik. Yani Ahmet Rasim’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazılarını, romanlarını okuduğumuz zaman lüfer karşımıza çıkıyor. Lüfer niye bu kadar önemli? Niye bu kadar seviliyor?
Efendim şöyle söyleyebiliriz, kişisel kanaatim olarak ifade ediyorum, lüfer dünyanın en lezzetli balığıdır. Balıkçıların tabiriyle en “haysiyetli” balıktır. Haysiyeti nereden geliyor biliyor musunuz? Diğer balıklara yemeden evvel bazı terbiyevi unsurlar katarsınız. Ne bileyim ben, buğulama yaparsınız, domates katarsınız, belli otlarla pişirirsiniz, vesaire, vesaire. Yani ilave lezzet unsurları katılır. Lüfer öyle değil. Lüferi güzel bir mangalda elleme mangal kömürü denen eski güzel bir kömürle bir ızgara yaptığınızda, hiçbir şey ilave etmeden, sırf ızgarayla -tavsiye ederim limon da sıkmayın- yerseniz lezzetine hayran kalırsınız. Boğaz lüferi özellikle çok lezzetli bir balıktır.
Açıkçası, zevk erbabı lüferin ızgarasını tercih eder, diyorsunuz.
Tabii başka şekilde de yenebilir, buğulama yapılabilir, fırına verilebilir ama bana sorarsanız, lüfer ızgara balığıdır. Tadı öyle çıkar.
Hatta bir hikayesi vardır… Ahmet Rasim lüfer alıp eve gönderiyor ve dairede evde kendisini bekleyen lüferin hayaliyle akşamı zor ediyor. Fakat eve gidiyor, bakıyor ki aşçı onu palamut gibi doğrayıp tava yapmış.
Eminim, çok kızmıştır.
Hem de çok… En çok da aşçının lüferi palamut zannetmesine kızmış.
Kızar. Çünkü üstada göre, ‘Balıkları tanımayan, özellikle lüferi tanımayan İstanbullu sayılmaz.’ Efendim eski İstanbullular zaten ‘balık’ derken lüferi kasteder, öbür balıkları isimleriyle anarlar işte palamuttu, kılıçtı, uskumruydu… Evet, balık dedikleri zaman anlaşılan lüferdir. Bu çok önemli. Lüferin her tarafı çok güzeldir. Özellikle yanakları çok güzeldir efendim. Mesela Ahmet Rasim “Kofananın iki yanağıyla bir ufak rakı içerim.” diyor. Dönemin padişahı II. Abdülhamit de çok meraklı efendim kofananın yanağına, belki 20 – 25 tane kofananın yanağını çıkarıp bir tabağa hazırlayıp sunarlarmış padişaha. O da keyifle yermiş.
Ahmet Vefik Paşa için de anlatırlar.
Anlatırlar, evet efendim. Lüfer çok leziz bir balık. Eski İstanbullular öyle meraklıdır ki efendim, lüfer Boğaz’a girdikten sonra muhtelif yerlerde tutulur. Bebek’in daha güneyine geçildiği zaman lüferin lezzeti azaldı derler. Yani Bebek’ten daha kuzeye, Karadeniz’e doğru olan yerlerde tutulur. Mesela Kanlıca Körfezi, lüferin en güzelinin tutulduğu yerlerden biridir. O zamanın çok meşhur lüfer meraklıları var. Lüfer avlamayı başlı başına bir zevk haline getirmişler. Mesela Hıdiv İsmail Paşa’nın buradaki kapı kethüdası Abraham Paşa. Çok meraklıdır balık tutmaya. Soğuk moğuk dinlemiyor. Sandalda mangallar yanıyor, bir taraftan hazret balık tutuyor ve balık zokaları hazırlıyor. Lüfer biliyorsunuz zokayla da tutulur, ufak balık şeklindeki şeyler, hepsi gümüşten. Normal vatandaşın zokası kurşundandır, üzerine cıva sürerler parlasın diye. Ama Abraham Paşa gibiler gümüşten yaptırıyor zokaları.
Sait Halim Paşa da…
Evet, Sait Halim Paşa da çok meraklı…
Lüfer meraklısı.
Bir meraklı da Tanzimat edebiyatının büyük ismi Recaizade Mahmut Ekrem’in babası Recai Bey’dir. Onunla ilgili çok hoş anekdotlar vardır çünkü balık tutarken rahatsız edilirse çok sinirlenirmiş. Bir gün Sultan Abdülaziz ve nedimi Nevres Paşa bunu fark ediyorlar. Tabii padişah tebdil-i kıyafetle balık tutuyor. Recai Bey’i kızdırıyorlar, bir türlü oltasına balık vurmadığı için zaten öfkesi burnunda olan Recai Bey, tutup Sultan Abdülaziz’e, “Çember sakalından utan, yanındaki bu geveze adamı niçin susturmuyorsun?” diyor, “Burayı hep nabekârlar doldurmuş!” diye söylenip içini döküyor.
Padişahı tanımıyor yani?
Tanımıyor… Tabii gece, karanlık olduğu için tanımıyor, sakallı bir adam işte… Ertesi gün saraydan bir yaver geliyor, bir tepsi lüfer, “Dün padişah efendimiz size latife yapmış, balık tutamamışsınız, onun için gönderdi” deyince tabii…
Zavallıda o zaman şafak atmıştır. Gece dediniz, nasıl geceler efendim?
Mehtapsız geceler özellikle tercih ediliyor çünkü mehtap ışığı balığın satha çıkmasına mani oluyor efendim, o bakımdan mehtapsız gecelerde, gene fazla yakamoza mani olacak şekilde, hafif bir ışık altında kayıklar Kanlıca Körfezi’ne doluyor ve balık tutuluyor. Kanlıca Koyu lüfer avlamak bakımından önemli bir yer. Demin konuşurken söz etmiştik, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında kahramanın Kanlıca’da bir lüfer avlama sahnesi vardır. Siz daha iyi anlatırsınız, lütfen…
Şimdi tabii Ahmet Hamdi Tanpınar hakiki bir İstanbul tutkunu ve İstanbul kültürüne vakıf bir yazar. Bana sorarsanız, Huzur romanının asıl kahramanı da İstanbul’dur. İstanbul estetiğine, yaşama tarzına dair yığınla bilgi ve anekdot var Huzur’da. Kanlıca Koyu’ndaki gece, özellikle mehtapsız gecelerdeki lüfer avını bir çeşit ritüel gibi anlatıyor.
Evet, hakikaten de ritüeldir efendim.
Mehtapsız gecelerde lüfer avına çıkmış kayık ve sandallarda yakılan kandil ve fenerlerin “ışık operası”, Tanpınar’ı büyüleyen sahnelerdendir. Bunun için Huzur’da kahramanlarını Mümtaz’ı, Nuran’ı ve Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’i geceleri lüfer avına çıkarır. Lüfer avının anlatıldığı bölüm, Huzur’un en lezzetli bölümlerinden biridir. Nuran çocukluğundan beri balık meraklısı olan Tevfik Bey’le beraber lüfer avına çıkarlarmış. Tanpınar ‘lüfer bayramı’ diyor… Lüfer mevsimi İstanbul için bir bayram gibi yaşanırmış. “Sise, Lodosa ve Lüfere Dair” diye bir de çok güzel denemesi var, orada da aynı hadiseyi anlatıyor. Siz de herhalde şahit olmuşsunuzdur mehtapsız gecelerde lüfer avına…
1950’li yıllarda, ben işte 13–14 yaşındaydım. O zamanlar ağabeyim Anadolu Kavağı’nda subaydı. Orada Keçeli Koyu diye bir koy vardır, Karadeniz’e daha yakın, sakin bir koy. Askeri mıntıka olduğu için kimse gelemez. Ağabeyimi ziyarete giderdim. Kayıklara biner, lüks lambalarıyla lüfer yakalardık. Ben kenarda otururdum ve bir mangal koyardık sandalın içine, hem ısınırdık, hem da yakaladığımız lüferleri denizde temizler, mangalın ızgarasına koyar, oracıkta taze taze yerdik. Çok keyifli bir olaydı. Şimdi de Keçeli Koyu’nda iyi balık tutulur. İstanbul’un voli yeridir. Voli yeri, biliyorsunuz, balığın bol bulunduğu yer demektir.
“Voli çevirmek” tabiri de oradan geliyor.
Evet… Bu Keçeli Koyu dediğim koy da özellikle ilk akındaki çinekopların yakalandığı voli yerlerinden biridir.
Bu voli yerlerinden biraz söz eder misiniz? Nerelerdir mesela?
Karekin Efendi Deveciyan’ın kitabında, İstanbul Boğazı’nda 42 tane voli yerinden bahsediyor. Bu voli yeri ne demek? Balık İstanbul Boğazı’ndan transit geçmez. Geçişi bir ay filan sürer. Demin söylediğim gibi, mesela uskumru torikten korkar, toriğin geçmesini bekler. Ama belli yerlerde de yoğun olarak bulunur. Bu yoğun olarak bulunduğu yerler voli yerleridir. Bunu eski İstanbullular, balık meraklıları bilirler ve oraya giderler, orada balık tutarlar.
Yani torikten kaçıyor. Galiba istavrit bol olduğu zaman da lüfer olmazmış çünkü lüfer dişli bir balık, tabii istavritle besleniyor…
Efendim, lüfer azgın bir balık ve dişleri inanılmaz bir sivrilikte…
Tutması zor yani.
Ve olta ipini keser. Acemi balıkçı onu sandalda eliyle filan almaya kalkarsa parmağı gider adamın. Çok azgın bir balıktır, çok zeki bir balıktır. Balıkçılar bunu bilirler, yakalanması en zor balıklardan biridir lüfer. Dediğim gibi, bir de dalyanlar var tabii. Yirminin üzerinde dalyan var. Dalyan biliyorsunuz özel tertibat alınarak balığın sevk edildiği ve yakalandığı yerler. Bunların nizamları var. Dalyanı herkes kuramıyor. Dalyan sahiplerinin izin alması lazım. İmtiyaz veriliyor bunlara, mesela on beş yıl bu dalyanı sen kullanacaksın diyorlar. Evliya Çelebi, okumuşsunuzdur muhakkak, ilk cildinde İstanbul’u anlatırken Beykoz’daki Kılıç Dalyanı’nı anlatır çok enteresan bir tanımlaması vardır. Kılıç balığı haşmetli, fakat çok duygusal bir balıktır, hemen teslim olur. Evliya Çelebi, zavallı, diyor, böyle girdiği zaman, o muhteşem kılıcıyla ağı kesip parçalayabileceği halde, haline razı olur ve mütevekkil durur. Ye onun sarımsaklı ve taratorlu yahnisinden bahsediyor. Nefistir diyor. Ben bilemiyorum nasıl yapıldığını. Demek o zamanın bir yemeğiydi. Bu da gösteriyor ki İstanbul’da balık kültürü en azından 17. yüzyıla kadar gidiyor.
Çok daha eskidir…
Tabii tabii…
Galiba İstanbul balık bakımından eskisi kadar zengin değil. Bu denizin kirlenmesi vesaire…
Marmara’nın, özellikle İzmit Körfezi’nin sanayi kirlenmesinden dolayı balık nesli çok azaldı. Demin dediğim gibi üç milyon çift toriğin yakalandığı bir şehre herhalde 50 bin çift bile gelmiyordur bugünlerde. Bazı balık cinsleri kayboldu. Mesela efendim, Karekin Efendi Deveciyan, Arnavutköy’de sürü halinde giden orkinos balıklarının sahilden zıpkınla nasıl avlanacağını anlatıyor, düşünebiliyor musunuz? Yani sahilde duruyorsunuz, önünüzden böyle sürü halinde orkinos geçiyor, siz zıpkını atıyorsunuz, yakalıyorsunuz bir tanesini. Zıpkının ucunda ip var, onunla yoruyorsunuz hayvanı ve kenara çekip alıyorsunuz, düşünebiliyor musunuz? Böyle bir şey akla gelebilecek bir şey mi?
Orkinos hiç geçmiyor belki de artık…
Orkinos artık zaten Karadeniz’de de yaşamıyor, Ege’de yakalıyorlar, Japonlar çok seviyor orkinos balığını ve büyük paralar veriyorlar, uçakla Japonya’ya gidiyor şimdi. Mesela ıstakoz vardı efendim benim çocukluğumda. Istakozun özel bir sepeti vardır. Onun içine biraz ekmek kırıntısı, biraz yengeç bacağı filan koyarsınız, ıstakoz onun içine girdi mi bir daha çıkamaz. Vapurla İstanbul kıyılarında giderken bir sürü yerde ıstakoz sepetlerinin asılı olduğunu görürdünüz ve ıstakoz yakalanırdı. Şimdi ıstakoz ithal ediliyor, duyuyorum, yok ıstakoz. Bunlar maalesef kayboldu. Uskumru gibi pek çok balık kayboldu.
Kültürüyle beraber kayboluyor değil mi?
Kültürüyle beraber kayboldu tabii… Efendim şimdi lakerdayı bilmeyenler, çirozu bilmeyenler var, hiç görmemişler, tatmamışlar var. Lakerda da, çiroz da İstanbul folklorunun ve kültürünün öğeleri. Bunlar maalesef yok oldu. Üzülmek mi lazım, bir normal gelişme olarak değerlendirmek mi lazım, o ayrı bir bahis.
İstanbul balık kültürü deyince tabii aklımıza hemen Karekin Deveciyan Efendi’nin kitabı geliyor, bir de Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in…
Tabii onun anıları var, çok renkli anılar, siz de okudunuz, biliyorsunuz, hem balıkhaneden bahseder, hem İstanbul hayatının çok renkli sayfalarını verir Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey. Karekin Deveciyan’ın kitabı hem bilimsel, hem nostaljik bir kitaptır. Hem eski İstanbul’u anlatır, hem de yemek tarifleri verir.
Deveciyan’ın eserinden biraz söz eder misiniz?
Evet, 1915 yılında Osmanlıca olarak Düyun-u Umumiye İdaresi tarafından bastırılmış, 1925’te daha genişletilmiş bir baskısı Fransa’da yayımlanmış. Kitap bilim âleminde tutmuş, İtalyancaya çevrilmiş. Sahaflarda çok aranan, sahafiye tabir edilen, zor bulunan kitaplardandır. Özellikle Osmanlıcası çok zor bulunur.
Siz Fransızcasından tercüme ettiniz, Osmanlıcasıyla mukayese ederek…
Fransızcasından tercüme ettim fakat Osmanlıcasıyla mukayese ederek eksiklerini tamamladım. Çünkü Osmanlıcasında olup Fransızcasında olmayan bahisler vardı, Fransızcada olup Osmanlıcasında olmayanlar vardı.
Erol Bey, bu tercümenizle İstanbul kültürüne büyük bir hizmette bulunduğunuzu söyleyebilirim. Bir zamanlar Osmanlıcasını çok aramış, fakat bulamamıştım. Şimdi sayenizde hep elimizin altında olacak. Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.