20. yüzyılın en büyük şairlerinden Osip Emilyeviç Mandelştam, Stalin döneminin tüm tutuklu, sürgün yazar, şair ve sanatçıları gibi dönemin baskısından ve zulmünden kendi payına düşeni fazlasıyla aldı.
Ermenistan yolculuğuna dair yazılarının ve şiirlerinin yer aldığı bu kitabı okumadan evvel o çarpıcı hikayeyi hatırladım. Mandelştam 1922’de şiirlerinin bir kısmının bugüne ulaşmasını sağlayan Nadejda Yakovlevna’yla evleniyor. Voronej’deki sürgün yıllarında (1934-1937) hiç ayrılmıyorlar. Mandelştam’ın o dönemde yazdığı ve şairin en verimli eserleri olarak görülen şiirlerini ezberleyerek saklıyor ve daha sonra bunların ‘Voronej Defterleri’ adıyla yayımlanmasını sağlıyor. Bu kitap daha sonra Rus şiirinin zirvelerinden biri olarak kabul ediliyor.
Bu bilgi ‘Renkler Ülkesine Yolculuk’ başlıklı kitabın girişindeki hayat hikayesinde de var. Başka bir vesileyle eşinin bu ürpertici çabasını öğrendiğimde ilk aklıma, o berbat koşullarda bunu nasıl yapabildiğinden ziyade bir kadının sevdiği adamın şiirini ‘ebedi’ kılmak için ezberlemesi fikri oldu. Kendi kendime “şiirin kristalize olmuş tohumu bu incelikte gizli” dediğimi hatırlıyorum. Nadejda Mandelştam’ın henüz Türkçeye çevrilmemiş olan ve aslında şairin dünyada tanınmasını sağlayan iki ciltlik anılarında (Umutsuzca Bir Umut-Yitirilen Umut) bu hikayeler ayrıntılarıyla tasvir edilmiş. Bir makalede okumuştum. Şairin ikinci tutukluluğu sırasında bir tekstil fabrikasında çalışan Nadejda, kağıtların benden alınması ya da şiirleri dağıttığımız arkadaşlarımızın korkup onları yakması ihtimaline karşı onları ezberliyorum” diyordu. Daha sonra şiirlerin toplanması ve yayımlanması sırasında da önemli bir sorumluluk üstlenmiş.
Yolculuk notlarına geçmeden önce Mandelştam’la ilgili diğer bir çarpıcı hikayeyi aktarmakta fayda var. Varşova doğumlu Yahudi yazar sonradan Hristiyan oluyor. En başından beri yanında duran ve destekleyen Anna Ahmatova, Pasternak ve kurucusu olduğu Akmeizm’in akımının diğer şair, yazar üyelerine rağmen Sovyet edebiyatından dışlanıyor. 1930’da Sovyet yazarlarının yaltakçılığını eleştirdiği ‘Dördüncü Nesir’i yazmış ancak eser 1989’a kadar Rusya’da yayımlanmamış. En çok bilinen şiirlerinden birisi Stalin rejimini eleştirdiği ve bir gece arkadaşlarına gizlice okuduğu şiiri. Pasternak yaptığının bir tür intihar olduğunu söylemiş o zaman. Bu olay onun için sonun başlangıcı olmuş zaten. Sürgün yeri olan Çerdin’de intihara teşebbüs etmiş.
Orlando Figes “Rusya’nın Kültürel Tarihi”nde o geceyi anlatır: “Mayıs 1934’te gizli bir polis evi bastığında Ahmatova Moskova’da Mandelstamları ziyaret ediyordu. ‘Arama bütün gece sürdü’ diye yazmıştı. ‘Şiir arıyorlardı ve sandıktan dışarı atılmış el yazılarına rastladılar. Hepimiz bir odada oturuyorduk. Çok sessizdi. Onu sabahın yedisinde aldılar’. Lubianka’daki sorgulama sırasında Mandelstam, doğruca Sibirya’daki çalışma kaplarına gönderilmeyi beklemesine neden olacak Stalin şiirini saklamaya çalışmadı (hatta işkencecileri için yazdı). Ama Stalin’in kararı ‘izole et ve koru’ olmuştu: Bu safhada şairin ölüsü canlısınan daha tehlikeliydi. Bolşevik lider şairin Bukharin, araya girmiş, Stalin’i ‘Şairler her zaman haklıdır, tarih onlardan yana’ diyerek uyarmıştı”.
Mandelştam’ın “Şiire sadece bu ülkede saygı duyuluyor. Ve başka hiçbir yerde şiir için daha fazla insan öldürülmemiştir” deyişindeki acı ironi bugünden geçmişe bakıldığında daha iyi anlaşılıyor.
Moskova’dan uzaklaşmak isteyen Mandelştam, 1925’ten 30’a dek şiire ara verdikten sonra Ermenistan yolculuğuyla yeniden şiire dönmüş. İki aylık bu seyahatin notları, sürgünden evvel onun şiir hayatı için bir tür dönüm noktası aynı zamanda.
Anılarında, yazılarında ve şiirlerinde edebiyat, felsefe ve filoloji eğitiminin izleri, estetiğe, tarihe, doğa bilime, mimariye merakı açıkça görülüyor. ‘Renkler Ülkesine Yolculuk’taki yazılarda, düşünceler arasındaki ani sıçramaları, şiirinden merhametli ama sert bir tınıyla süzülen anlatımı ve berrak ifadeleriyle bilinen yolculuk yazılarından farklı.
Bu yazılarda da çağına tanıklık ederken, yine esas meseleleri olan “dil ve zaman” vurgusu öne çıkıyor. Mezarlar üzerinde tefekküre dalıp Sevan gölünün manzarasına bakarken yazdıkları, şeffaf ve keskin bakışını göstermesi açısından iyi bir örnek:
“Tamamen farklı bir soydan olan, saygı ve sempati duyduğun, yabancılara övdüğün bir insan topluluğuna kendini bırakmaktan daha öğretici ve daha neşeli bir şey olamaz. Ermenilerin hayat dolu halleri, kaba saba sevecenlikleri, onların asil emekçi kemikleri, metafizik olana karşı izah edilemez nefretleri ve gerçek şeylerin dünyasına harikulade aşinalıkları…Ve kendi halkını acımasızca eleştiriyordu: “Ötekini sevmek genellikle erdemlerimiz arasında sayılmaz. SSCB halkları okul çocukları gibi bir arada yaşamaktalar. Birbirlerini ancak okul sırasından ve büyük teneffüsen tanırlar, tebeşir ufalanıp durdukça”.
Mandelştam nerde, hangi koşullarda, ne yazarsa yazsın yazı sanatına içtenlikle inanan bütün yazar ve şairler gibi “iz bırakmaya” inanıyor. Sürgünde “kimsesiz”, tanınmayan bir yazar olarak ölmekten korkuyordu muhtemelen. Sohum’da fosforlu böceklerin çiftleşme dansını izlerken o güçlü sezgisiyle yazmış: “Bizlerin sıkı, yoğun, ağır bedeni de böyle çürüyecek işte ve ardımızda varolduğumuza dair fiziksel kanıtlar bırakmazsak tüm yaptıklarımız, tüm uğraşlarımız böylesi bir sinyal curcunasına dönüşecek”. Tam da bu sebeple bir sonraki yazıda hatırlatıyor; “Kitap insana tüm maddi şeylerden ve insan bedeninden daha fazla güven verir”.
Mandelstam’ın dille her zaman bir meselesi olmuş belli ki ama bu yolculukta özellikle dil tınısının sihri ve özgürlükle ilişkisi üzerine de düşünmüş: “Ermeni dili asla aşınmayan taştan bir çizmedir. Ve tabii ki sözleri kalın duvarlı, yarım sesleri harfleri de havanın ara tabakaları gibidir. Peki, bütün bu çekiciliği sırf bundan mı? Yoo! Bu çekicilik nereden geliyor?…Rus ağzına yasaklanmış, gizlenmiş, dışlanmış hatta belki de, derinlerde bir yerde utanç verici sesleri telaffuz etmenin sevincini yaşadım ben”.
Kitapta yazıların dışında, bu yolculuk sırasında yazılmış Ermenistan şiirleri, eşi Nadejda’nın geziye dair anıları ve Mandelştam edebiyatını inceleyen iki makale var. Eşi anılarına not düşmüş: “Mandelştam, Ermeni dilini, gerçek Hint-Avrupa köklerini dudaklarının üzerinde gezdirmenin tadına vararak öğrenmekteydi. Yitip gitmemiş Ermenice ses büklümlerinin, bu dilin renklerinin ve yaratıcılığının ta kendisi olduğuna beni ikna etmeye çalışıyordu…Onun Ermenistan yolculuğu turistik bir heves, rastlantısal bir durum değildi. Belki de Mandelstam’ın tarihsel-düşünsel iç dünyasının en derinlerdeki akımlardan biriydi”.
Mandelstam, 1937’de sürgünden döndüğünde Moskova’ya girmesi yasaklanmış. Açlık ve sefalet çökmüş, hastalıklarla boğuşmuş, ancak yine de Sovyet Yazarlar Birliği’ne gitmekten, onlardan iş istemekten, normal bir hayata dönmeyi ısrarla arzu etmekten vazgeçmemiş. Muhtemelen bu sebeple yeniden ihbar edilmiş ve 38’de beş yıl süreyle bir çalışma kampına gönderilmiş.
Anna Ahmadova’nın çağımızın en büyük şairi dediği şair, aynı yıl içinde Gulag kamplarında, oradan geçen 18 milyon kişiden biri olarak öldü. Hakkındaki suçlamalar Stalin’in ölümünden üç yıl sonra, 1956’da silinirken, bir yazar, şair ve ressam olarak itibarının iadesi 1987 yılını buldu.
O şiirleri gibi zamansızdı. Tutsaktı ama yazarken özgürdü. Şiir ikliminden uzaklaştığında anılarını ‘Zamanın Uğultusu’ başlığıyla yazdı. Yolculuk yazılarında gördüklerine dair kendisini sorguluyordu: “Tüm bunlar bana şöyle diyordu: Zinde olacaksın, yaşadığın zamandan korkma. Yorgunluk bilmeden sürekli faal olmakla ünlü, ancak istasyon saatine ya da resmi saate göre değil de Zvartnos yıkıntılarında gördüğüm bir taşa kazınmış tekerlek ya da gül şeklindeki güneş saatine göre yaşamakta olan bir halkın arasında bulunduğum için değil mi?”.
Bu yolculuğun sonunda zihnime kazınan en güçlü imge, ıssız, soğuk, mavi gecelerde Mandelştam’ın şiirlerini geleceğe miras bırakabilmek için hafızasına kazımaya çalışan eşi Nadejda’nın titrek dudak hareketleriydi. Göremediklerimi hatırlamak için mısralarını usulca fısıldadım kendime;
Kimseye bir şey söyleme
Bütün gördüklerini unut,
kuşu, yaşlı kadını, kafesi
ve bütün ötekileri.
Yoksa titremeye başlarsın
ağzını açar açmaz
günün ilk aydınlığında
çam pürleri gibi.
Kulübedeki eşek arısını görürsün,
kalem kutusuyla mürekkep lekelerini
ya da o korudaki
toplamadığın böğürtlenleri.
(Çev. Cevat Çapan)