Yalınlık kavramı, özellikle kısa öyküden söz açıldığında, yazarı başarıya götüren başat bir yol olarak işaret edilir çoğunlukla. Gerçekten de böyle midir? Okunması güç, uzun cümlelerle kurulmuş çapraşık metinlerin, “edebiyat yapma” olumsuzlamasıyla anıldığında da tanık oluruz. Gelgelelim, biraz daha yakından baktığımızda bu yerleşik görüşlerin tam tersiyle de karşılaşabiliriz. Dünya edebiyatının önde gelen yazarlarının yapıtlarına baktığımızda, yazarı başarılı ve kalıcı bir metin üretmeye götüren yolların biricik bir reçetesi olmadığı gerçeği önümüze serilir. Sözgelimi on dokuzuncu yüzyıl romancılarını incelediğimizde, o upuzun insan ve eşya betimlemeleri sayfalar boyu sürerken, yirminci yüzyılın dev yazarları modernist anlayışla yazdıkları başyapıtlarda çağın giderek hızlanan devinimine ayak uydurarak, ilk elde anlaşılması daha güç metinler üretmişlerdir. Doğrusu James Joyce, Virginia Woolf, Marcel Proust, Robert Musil, Thomas Pynchon, Thomas Bernhard gibi çağa damgasını vurmuş yazarların yapıtları için birçok şey söylenebilir, ama biçem açısından ortak noktaları yalınlıktan alabildiğine uzak düşmüş kimileyin sayfalar boyu süren cümle ya da paragraflarla kurulmuş başyapıtlar ürettikleridir. Beckett ya da Kafka daha “yalın” metinler üretmiştir denilebilir, ancak bu kez de kurguda giderek giriftleşen anlatım baş gösterir. Öyküde durum biraz daha farklıdır elbette. Sozcük ekonomisi minimal anlatıma değin açılabilecek olanaklar sunar öykü yazarına. Bununla birlikte yalınlığı ilke edinen yazarların kaçı bir Sait Faik ya da Raymond Carver çizgisini yakalayabilmiştir? Yalımlık, yazarın elinde doğru bir tartımla metne geçirilmişse, kuşkusuz parıltılı öykülerin müjdecisidir bu tutum. Orhan Kemal veya William Saroyan’ın öykülerini ele almak yeterli. Ama yalınlığı olabildiğince az sözlük ve kıp kısa söz dizimlerine indirgediğinizde, iyi bir kitap okuru olan her aydın kişinin kurabileceği ortalama cümlelerle sıradan bir edebiyat yapıtı üretme riskiyle de karşı karşıya gelebiliriz. Şu soru üzerinde enine boyuna durulmalı, edebiyat, birçok başka tanımı içermekle birlikte, biraz da herkesin kuramayacağı cümleler kurabilmekle hiç mi ilintili, değildir?
Bu uzun girişin nedeni, Esther Heboyan’ın öyküleri. Yalın öyküler. İçinde göze batabilecek hiçbir fazlalığın yer almadığı metinler yazmış Heboyan. Yazarın kaleme aldığı önsöz ve kitabın arkasındaki fotoğraflar birlikte değerlendirildiğinde görülecektir, otobiyografiyle kurmacanın birbirine el verdiği öykülere has tuhaf bir “tadı” var öykülerin. Bu öyküler bize bugünden olduğu kadar geçmişten de sesleniyor, kimi zaman gülümsetirken ters köşeye yatırıyor yinede, burukluk duygusu ağır basıyor. Yüzeyden bir bakışla, sürekli göç etmek zorunda kalan, farklı dilleri konuşmanın ağırlığını taşıyan, kimi zamansa taşımayan (Hagop’un Rüyası) insanların yaşamlarından öyküye çok uygun düşen anları yalınlığın kimi tuzaklarına düşmeden kotardığı söylenebilir Esther Heboyan’ın. Çünkü Heboyan kısa geçişlerle atlarken bir cümleden ötekine, yedi sekiz sözcükten oluşan cümlenin içinde bir kenti algılamanın gizlerine adeta metafizik yasalarıyla yaklaşabiliyor:
“… yükselmekte olan uğultuyla doldurdu içini, İstanbul’u kuşatan beyaz ve toprak rengi yansımalara bıraktı kendini” (Mardiros Ağa)
Bu öykülerin karakterleri kitabı bitidirdikten sonra öyle pek kolay unutulacak gibi değil. Artık var olamayan bir dünyadan, 40-50 yıl öncesinden sesleniyor bize, onlarla yolda yada ya da bir ev toplanmasında karşılaşmanın güçlüğü apaçık. Ama işte edebiyatın göz kamaştırıcı gücünün bir göstergesi değil midir bu, zaman onları geride bıraksa bile, yazı aracılığıyla yeniden dönüyorlar aramıza.