Çevirmenlerin en büyük sınavı, dilin sınırını aşan noktada başlar. Kelimeler mevcuttur, dil yetisi de hakeza ama işte çeviremezsin bir türlü. Çünkü o şey sadece belli bir coğrafyaya, tarihe, kültüre has bir yaşanmışlıktır ve çevrilecek dilde karşılığı yoktur.
Yeni bir hayata başlamak üzere Paris’e gelen Bedros’un çılgınlar gibi âşık olduğu Nenette’e (Jeanne) mısır patlatmayı anlatamayışı böylesi bir kalakalıştır işte. Bedros kendisine Pierre demekte, fotoğraf stüdyosunda resimlere rötuş yapmakta ama iş, zorla koparıldığı memleketine ait bir anıyı paylaşmaya geldiğinde çaresiz kalmaktadır. Genelde birbirine en yakın olmaya yeminli iki aşığın kaçınılmaz yabancılığını, özelde ise Bedros’un Ermeniliği yaşamaya mahkûm edilmiş halini yansıtan bu sahne, Şahan Şahnur’un ‘Sessiz Ricat’ (Nahançı Arants Yerki) romanından. Maral Aktokmakyan ve Artun Gebenlioğlu’nun çevirdiği kitap, Rober Koptaş’ın editörüğünde, Aras Yayıncılık etiketiyle okurlarla buluştu.
1915 soykırımıyla birlikte koca bir Ermeni aydın kuşağı katledilirken, geriye derin bir sessizlik miras kaldı. Kalanlar, savruldukları diasporada ya da terk etmedikleri memlekette ölüm-kalım mücadelesine girişti. Kelimelerin gelmesine daha vardı. Bir yanıyla Cumhuriyet döneminde sosyalist bir kuşak kendi geleneksel toplumuna ve devlete rağmen sesini sonradan kapatılan Nor Or gibi muhalif gazeteler eşliğinde duyurmaya çalışırken, edebiyatta da Zaven Biberyan, süregiden yıkımı Varlık Vergisi uygulaması sonrası ailesi ve hayatı darmadağın olan Baret karakteri eşliğinde ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ romanıyla ölümsüzleştirdi. Peki ya diasporaya dağılan aydın kuşağı, onlara neler oldu? Yeni bir vatan edinirken, kökleriyle nasıl bir halleşmeye girdiler? Nelerin esiri kaldılar, özgürlüğü nasıl tanımladılar? Dünyaya ve Ermeniliğe nasıl baktılar? Şahan Şahnur’un romanı bu sorulara, yazarının 25 yaş coşkusuyla verdiği, ölümsüz gençlikte ve çarpıcılıkta bir yanıt.
Aşk yarası
‘Sessiz Ricat’ta bir yandan Bedros-Pierre’in gurbette sil baştan yeni bir hayat kurma mücadelesine tanık olurken, bir yandan da Nenette (Jeanne) adlı bir Fransız kadınla yaşadığı fırtınalı aşkın girdabında buluruz, ya da kaybederiz kendimizi. Baştan zor bir aşktır onlarınki. Şahnur, aşkın o ilk büyülü ânını şöyle tanımlar bize: “Kısa, çok kısa anlar vardır, o anı birlikte yaşamaya yazgılı insanlar birbirlerini ölçüp biçmeye, karşılıklı yüz ifadelerini ve bakışlarını yorumlamaya, edindikleri izlenime ikna olmaya, söylenmeyenleri de kestirmeye çalışırlar. Bu o anlardandı. Böyle anlarda yakınlıklar doğar, bağlar kurulur ya da asla doğmaz ve asla kurulmaz ve bunlar öyle anlardır ki mutlaka bir saat çalar. Duvardaki saat üç kere vurdu, saat sabahın onuydu.”
Aşkın ve hayatın tahtırevanında Jeanne’ın da indiği, Bedros-Pierre’in ise kudret ve acz, tutku ve merhamet sınırlarının geçirgenliğini gördüğü zamanlar gelir. Sevgi emektir, istikrardır ve her iki baş karakter, bütün farklılıklarına karşın en çok buradan sınanır.
Aşkla kendini açtığında kaçınılmaz olarak yaraların ve uçurumların ortaya çıkacaktır. Zaten Şahan Şahnur daha romanın başında Kutsal Kitap’tan İs Mesih’in yeniden dirilişine dair yaptığı alıntıda yaraları göstereceğini ilan etmiştir: “Ve onlara dedi: Neden şaşırıyorsunuz? Niçin yüreğinizde düşünceler doğuyor? Ellerime, ayaklarıma bakın; bizzat benim, kendim; bana ellerinizi sürün ve bakın; çünkü bende olduğunu gördüğünüz gibi, bir ruhta et ve kemik yoktur. Bunu söyledikten sonra, onlara ellerini, ayaklarını gösterdi.” (Luka 24:38-40)
Ermenilik denen çaba
Bedros’un diğer Ermeni arkadaşlarıyla sohbetleriyse Ermeni toplumsal belleği, inanç, tarih, kimlik konularında devasa bir arenadır; cesareti olanları atlayıp dövüşmeye davet eder. Pierre’in ‘Bedros’luğu bu noktada kendisinden çok daha fazlasını içerir. Aynı kaderi paylaşıp 1915 soykırımı sonrası Diaspora’ya savrulan diğer yan karakterlerden idealist Suren ve kayıp ruh Lokhum, yazarın kendi parçalanan kişiliğini emanet ettiği insanlar olarak kitapta öne çıkar.
Paris, bu genç insanları kimi zaman esir alan güzelliği ve onların bugününü belirleyen şehir olarak öne çıkarken, İstanbul da silik anılardan bir anda fırlayıveren etkileyiciliği ile bir siluetten çok daha fazlasıdır. İstanbul demek biraz da anne demektir karakterler için. Ana, kök, toprak… Ricat da zaten bu kökten koparılışı müteakip, olanca sinsiliği ile başlamıştır. İçinde Ermeni olan her şey ve herkes gerilemektedir. Başlangıç, biraz da ödün demektir. Bunları haykırmayı Suren’e bırakır yazar: “Ricat, Ermenilerin ricatı. Kavga kutsal şeydir, muharebe de kimi zaman onun kadar faydalı olabilir. Mağlup veya muzaffer, bunlardan bir ulus doğar, fakat iki koşulda da doğar. Ama ruhların ricatı, baş döndürücü bir yokuştan aşağı sürüklenen o ricat her şeyi siler, eritir, yok eder… Ana-baba, evlat, dayı, damat ricat eder; şan, tutum, ahlak, sevgi ricat eder. Dil ricat eder, dil ricat eder, dil ricat eder. Ve bizler, sözle ve eylemle, isteyerek veya istemeden, bilerek veya bilmeden ricat ederiz. Tövbeler, tövbeler olsun Ararat’a!”
Dile gelen nesneler
Kitap haline gelmeden önce, Paris’te Haraç (İleri) gazetesinde tefrika edilmeye başlayan (28 Mayıs – 3 Eylül 1929) roman döneminde kaçınılmaz olarak büyük tepkiyle karşılanmış ve gazetenin yayın yönetmeni Şavarş Misakyan’ın (18841957) eserin arkasında durmasıyla yayımını sürdürmüş.
Bu noktada içeriğin cüretkârlığını perçinleyen yazarın özgün ve hatta yer yer deneysel anlatım tekniğinden de bahsetmek gerek. İnsanların nesneleştiği, nesnelerinse insanlaştığı bir dünya onunki. Aşkla sarhoş Pierre ve Nennette’in gözünden arabayla yapıan yolculuk büyülü bir masal gibi tınlar. “Giderek daha fazla gaza bastı ve bitmek bilmeyen yol müthiş bir süratle ilerleyen arabanın altında yuvarlanıp kaybolmaya başladı. Kenardaki ağaçlar deli gibi kaçıştılar, otlayan hayvanları, ovaları, oyuncak evleri de beraberlerinde götürdüler. Arada bir ağaç kütüklerinin arasından bir trenin dumanı kaçışıyor veya bir kuşun kanadı dalları birleştiriyordu…”
Söz oyunları yazarın kara mizahının hizmetindedir. Serbest çağrışımlı telgrafımsı kesik cümleleri, birbirinin peşine takılıp üzerimize akan düşünceler takip eder. Tıpkı Bedros’un gemiye binip de ayrıldığı şehrine baktığı sahnede olduğu gibi: “Sarayburnu iskelesinde duran bir eşek kafasını çevirdi ve uzun uzun ona baktı. Türk mahallesi ‘elveda’ diyordu. İşte ‘Ermeni adası…’ Adanın arka tarafının bir maymunun kıçı kadar çıplak ve kırmızı olduğunu daha önce hiç fark etmemişti. Orada sevdiği o küçük kızı ve ona ne maymunluklar yaptığını hatırladı. Geminin kıç tarafındaydı. Artık onunla İstanbul arasında Fransız bayrağı vardı. O üç rengi indirdiklerinde, İstanbul bir sihirbazın mendili altındaki sihirli para gibi yok olmuştu. Burada bir hayat sona eriyor. Burada bir devlet sona eriyor ve çocuğun ait olduğu milletin eli sonsuza dek zayıflıyor. Giden genç, damarlarında, ömrünün ilk evresini geçirdiği o gökyüzü gibi temiz ve sağlıklı bir kan götürüyor sadece.”
Yırtık dantel
Şahan Şahnur, kimi zaman bir Leitmotif belirleyerek incecik ördüğü kurguda ortak ve yinelenir bir desen yaratır. Dantelin desenidir bu. Farklı zaman dilimlerinde ve bağlamlarda aynı cümleyle nakarata dönüşen o eski melodi gibi: “Yakınlardaki bir avludan bir keman sesi yükseldi. Herkesin aşina olduğu eski, çok eski bir melodi, inişli çıkışlı dalgalar halinde buraya kadar yükseliyor, katlar arasında dolanıyordu; dördüncü katta yaşayandan çok ikinci kattakini üzmek istiyor, yorulduğunda su borularında güç topluyor, ama sonra buraya kadar yükseliyordu, herkesin aşina olduğu o eski, çok eski melodi…”
Ses, koku, dokunuştan müteşekkil kanlı canlı bir dünyadır bu. Genç bir adamın kimi zaman kadınlara haksızlık yapmak, sarsılan erkekliğini hakaret ve hor görü üzerinden genellemelerle tamire soyunduğu bir insanlık gerçeğidir. İyi kalpli ‘Petite Lise’ mesela Bedros’a olan karşılıksız aşkında da hayatta da kaybedecektir. İyilik, hakkı çoğu zaman geç kalmadan teslim edilemeyen bir müessesedir.
Şahan Şahnur İstanbul’dan 19 yaşında ayrıldı ve bir daha geri dönemedi. Onun ruhu için bu Türkçe çevirinin anlamı kuşkusuz çok başka. Bu vesileyle Şahnur’u ve onun gibi rızası hilafına gitmek zorunda kalanların ruhları şâd olsun sderken, bir ricat yüzleşmesi eşliğinde ülkeye, bu ülkedeki her bir insana, hepimize topluca tarihi ve bugünü ile hesaplaşma cesareti diliyorum.