Başyapıtlar başka türlü çarpar insanı. Daha ilk bir-iki paragrafında elinizdeki kitapta bir olağanüstülük olduğunu hissedersiniz. Âşık olmaya başladığınızı fark ettiğiniz âna benzer. Elinizde işte böyle bir kitabı tutmaya hazır olun.
Şahan Şahnur’un ‘Nahançı Arants Yerki’ adlı romanı, ‘Sessiz Ricat’ başlığıyla Türkçeye kazandırıldı. Maral Aktokmakyan ve Artun Gebenlioğlu’nun çevirdiği kitap, Rober Koptaş’ın editörlüğünde, Aras Yayıncılık etiketiyle okurlarıyla buluşuyor.
Soykırım sadece mezarsız ölenleriyle değil, sessizliğe mahkûm ettiği bir halkla da yıkımdır. Sistematik zulmün kurbanı ve tanığı olan kuşakların dilleri lal olmuş, kelimeler ancak yıllar sonra usulca sökün edebilmiştir. Hayatını İstanbul’da sürdürenlerin Cumhuriyet döneminde gayrimüslim azınlıklara dönük devlet siyasetinden kaynaklanan sorunlarını en çarpıcı haliyle Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ adlı romanında, Nafia hizmetinden dönen ve Varlık Vergisi’nin çökerttiği ailesinin enkazı arasında kişiliği parça parça çözülen Baret’le hissetmiştik tenimizde. Peki, 1915 sonrası diasporaya dağılan kuşağa neler oldu? Nasıl bir kayboluş yaşadı, aidiyeti yeniden örerken nelere katlandı? Şahan Şahnur’un romanı bu sorulara, yazarının 25 yaş coşkusuyla verdiği, ölümsüz gençlikte ve tazelikte bir yanıt.
1903’te Üsküdar’da doğan, Semerciyan ve Berberyan okullarında yetişen Şahan Şahnur (Şahnur Keresteciyan), 1922’de yerleştiği Paris’te, tıpkı ‘Sessiz Ricat’ın kahramanı Bedros-Pierre gibi, Grands Boulevards’da bir stüdyoda fotoğrafçılıkla uğraştı. Yedi yıl sonra, Batı ülkelerine dağılmış Ermeni gençlerin parçalanış, arayış ve tamamlanma hikâyelerini bu kitapla belgelerken, onların en müthiş fotoğrafını çeker gibiydi.
‘Sessiz Ricat’ta bir yandan Bedros-Pierre’in gurbette tutunma mücadelesine, bölük pörçük ama kamçı darbesi gibi beliriveren İstanbul anılarına, ardında bıraktığı ailesine dair pişmanlıklarına tanık olurken, bir yandan da Nenette (Jeanne) adlı bir Fransız kadınla yaşadığı fırtınalı aşkın girdabında buluruz, ya da kaybederiz kendimizi. Bedros’un diğer Ermeni arkadaşlarıyla sohbetleriyse Ermeni toplumsal belleği, inanç, tarih, kimlik konularında devasa bir arenadır; cesareti olanları atlayıp dövüşmeye davet eder.
Kitap haline gelmeden önce, Paris’te yayımlanan Haraç (İleri) gazetesinde tefrika edilen ve sert tepkilere maruz kalan ‘Sessiz Ricat’, deneyselin sınırlarında gezinen anlatımıyla da şaşırtır. Nesneler dile gelir insan konuşamaz olduğunda. Kamera kâh açısını daraltır, kâh soyutlamalara doğru kanatlanır.
1930’lu yıllarda ve sonrasında Armen Lubin adıyla içinden Fransızca bir şair çıkaran, Ermenice hiç şiir yazmayan, Fransızca tek bir düzyazı kaleme almayan Şahan Şahnur, Paris’teki Pére Lachaise Mezarlığı’ndan İstanbul’a bakıyor gibidir. Yayımlayanların dileğini buraya da kaydetmekte yarar var: “Şahan Şahnur’un çok iyi bildiği Türkçeyle yayımladığımız ‘Sessiz Ricat’ın, yazarın doğduğu ve 19 yaşından sonra geri dönemediği şehirde, İstanbul’da basılıyor olmasının, ona ve eserlerine bir saygı nişanesi olarak kabul edilmesini arzu ediyoruz. Şahnur’un ve kuşağının derin ıstıraplarının daha iyi anlaşılmasına katkı sağlaması umuduyla…”
O ıstıraba ortaklık hepimize ruh özgürlüğü vadediyor. İyisi mi, sımsıkı basın bu kitabı bağrınıza.
Rober Koptaş:’Bir Felaket-sonrası romanı ve çok erken, çok yoğun bir edebi çığlık’
Kitabı yayıma hazırlayan, Aras Yayıncılık’ın genel yayın yönetmeni Rober Koptaş, ‘Sessiz Ricat’ın içerik ve anlatım açısından taşıdığı önemi anlatırken, yazarın yenilikçi üslubuna da dikkat çekiyor.
‘Sessiz Ricat’, her şeyiyle bir Felaket-sonrası romanı. Ama Felaket’in kendisinden birkaç cümlede, o da örtük olarak bahsediyor. Aksine, romanın kahramanı Bedros-Pierre’in, İstanbul’daki önceki yaşamını âdeta bilinçaltının diplerine itmeye çalıştığını görüyoruz. Buna karşın, birkaç sahnede o hatırlanmak istenmeyen geçmişin izlerini o kadar keskin bir acı eşliğinde görüyoruz ki, kahramanın ve onunla birlikte bütün bir kuşağın yaralarının çok taze, halen açık olduğunu, deyim yerindeyse gürül gürül kanadığını görüyoruz.
Bir aşk hikâyesinin arka planında Şahnur, yerlerinden yurtlarından edilmiş, katliamları görmüş ama sağ kalabilmiş soykırım kuşağının benliklerinin nasıl geri dönülmez bir şekilde tahrip edildiğini, hayat devam etse de, zaman aksa da o insanların ruhuna can veren dişlilerin nasıl kırıldığını anlatıyor. Şahnur bunu yaparken asla ağlak ya da sinik bir ton tutturmuyor. Aksine, kendi kimliğine, Ermeniliğe dönüyor ve onun temel sorunları üzerine keskin gözlemler, önemli eleştiriler dillendiriyor kahramanlarının ağzından. Böylesi bir özeleştiri ve dildeki, kurgudaki yenilikçi arayışlar, Ermenice edebiyatta çok sık karşımıza çıkan şeyler değil. Başarılı diyaloglar, son derece güçlü bir mizah duygusu, zaman zaman karşımıza çıkan erotik bölümler, romanın hareketliliği, karakterlerin canlılığı, eseri son derece canlı, nefes alır kılıyor. Kitaptaki pek çok çarpıcı bölüm arasından, Bedros’un İstanbul’a veda sahnesi, yan karakterlerden Lokhum’un, sonunda kişisel bir felakete daha neden olacak kederi, derin memleket ve aile hasreti, Bedros’un yakın arkadaş grubuyla olan diyaloglarındaki hakikilik, bana kimi zaman Şahnur’dan 40-50 yıl sonra eser veren Oğuz Atay’ı anımsatan ‘Tutunamayan’ haller, aklımdan hiç çıkmıyor. ‘Sessiz Ricat’, her haliyle, 1920’li yılların dünya edebiyat çevrelerini etkisi altına alan akımları çok iyi bilen, onları iyi özümsemiş, gencecik bir yazarın evrensel bir eseri olarak ayakta duruyor.
Ben şahsen, hem romandan, hem de yazarından çok etkilendim. Daha 19 yaşında İstanbul’dan güç koşullarda ayrılmak zorunda kalmış, gelecek vaat eden bir gencin, bundan sadece yedi yıl sonra, yabancı bir gökyüzü altında bu kadar başarılı, ses getiren, kuşaklar boyunca okunacak bir roman yazmış olması hiç de az şey değil. Üstelik Şahan Şahnur, yaklaşık 20 yıl boyunca neredeyse bu sürenin tamamında kendisini yatağa bağlayan ağır hastalıklar geçirmesine rağmen sürekli yeniden doğmuş, gerek Ermenicede gerek Fransızcada hep sıradışı eserler vermiş bir isim olmayı başarmış. Bütün bunları da, doğru bildiklerinden, yenilikçi arayışlarından, özerk duruşundan vazgeçmeden yapabilmiş.
Ben ‘Sessiz Ricat’ta, 1915’te yaşananların, Ermenileri hem tek tek bireyler olarak, hem de bir halk olarak nasıl geri dönülemez bir şekilde parçaladığına dair çok erken ve çok yoğun bir edebi çığlık görüyorum. Olan bitenden sadece 10-12 yıl sonra bu kadar açıklıkla ve edebi bir maharetle üretilmiş bir eserin, Türkiye’de herkes tarafından okunmasını çok arzu ederim. Geçmişte ne olduğunu merak edenlerin, olanların Ermenilere ne yaptığını anlamak isteyenlerin, pek çok tarih kitabında öğrenebileceklerinden çok daha fazla şey anlatıyor bence ‘Sessiz Ricat’. Bu yönüyle eser ve yazarı, halen konuşuyor ve halen anlaşılmak istiyorlar gibi geliyor bana. Umarım, onları anlamak isteyenler de olur.