Son bir yılda edebi sayılabilecek dört anı kitabı okudum; Elias Canetti’nin ll. Dünya Savaşı yıllarında İngiltere’de geçen yaşamını anlatan kitap, V. S. Naipaul’un, yazar olmaya karar vermiş bir genç olarak Karaibler’den (Trinidad) İngiltere’ye uzanan serüvenini anlatan kitap, G. G. Marquez’in çocukluk ve gençlik yıllarını anlatan kitap ve şimdi de Mıgırdiç Margosyan’ın yeni kitabı ‘Tespih Taneleri’. Bu tür anı kitapları, yazarların çileli yazmak ve yaratmak eylemlerinin arka planını ve mutfağını okuyucuya sunduğu için önemli. Sözünü ettiğim bu dört anı kitabının ilk ikisini geçen yıl, tam da bu zamanlarda, hastalığım baş göstermeden okumuştum. Son ikisini de yeni, düzelmeye başlayıp tekrar kitap okuyabilecek hale geldiğimde okudum. Bu dört anı kitabından Marquez’in anıları ötekilerden, dil, üslup ve anlatı olarak, epeyce farklı. Marquez’in anıları şen şakrak. Sayılamayacak kadar çok isim, mekân, ilişki var kitapta. Ve yazarın dışında hiç kimsenin aklında tutması mümkün olmayacak kadar çok meyhane, kerhane, şölen, orospu, pezevenk var. Marquez’in kitabı tam bir şenlik; özel yaşamının ötesindeki okuyucusunu hiç düşünmeden, yüzlerce sayfa boyu, durmadan anlatıyor. ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve ‘Kırmızı Pazartesi’ gibi muhteşem romanlar yazan ve her fırsatta dilin tasarruflu kullanılması gerektiğini söyleyen bir yazardan beklenmeyen bir savruklukla, çalakalem yazarak, gazete, bar, meyhane anılarını keyifle anlatıyor. Zaten kitabın ismi de ‘Anlatmak İçin Yaşamak’.
Ancak öteki üç anı kitabı Marquez’in kitabından çok farklı. Onlar anlatmak için yaşamıyor, yaşamak için anlatıyor. Soydaşları dünya tarihinin en korkunç soykırımıyla yok edilirken soluğu İngiltere’de alan Musevi Canetti, Trinidad’ın kendisi bile bir koloniyken, oradaki yerliler (siyahlar) tarafından aşağılanan, horlanan yersiz-yurtsuz Hindu çocuğu Naipaul ve bir tehcir, tenkil çocuğu olan Ermeni Margosyan hayatta kalabilmek, yaşamak ve öldürülmeden, horlanmadan, sürekli rencide edilmeden hayatlarını sürdürebilmek için anlatıyor. Bu yazarların anıları çok önemli; egemenlerin sürekli yok etmek istedikleri mazlumlara ait bir tarihi, bir hafızayı, Marquez’inkinden çok farklı olan bir ruh halini de canlı tutuyorlar. Kendilerinin, yakınlarının ve kavimlerinin yaşadığı acıları ve hüzünleri asla bayağı bir mazlum edebiyatıyla anlatmıyorlar. Ama hepsinin de anlatısında içten
içe akan bir keder, bir tedirginlik, bir yabancılık, şiirsel bir ağıt var. Satır aralarına sinmiş bir vakur başkaldırı arzusu, her şeye rağmen başarılı olma özlemi var.
Bu anı kitaplarını okurken bir olguyu daha yakından duydum. Canetti, Naipaul, Margosyan türü yazarlarla Marquez türü yazarlar arasında ciddi bir fark var. Marquez hiçbir zaman, en sefil ve parasız dönemlerinde bile, öteki yazarların yaşadıklarını yaşamadı. Ülkesindeki sayısız aptal diktatörle hep çelişki içinde yaşamasına rağmen hiçbir zaman birey, aile, toplum ve kavim olarak yok edilme tehdidi altında yaşamadı, derisinin renginden, ya da etnik, dini, toplumsal aidiyetlerinden dolayı aşağılanmadı, horlanmadı. Tarihi, hiçbir zaman, vicdansız, acımasız bir yük olarak yaşamadı. Hiçbir zaman bir türlü geçmiş haline gelmeyen, felaketlerle dolu yakın geçmiş, bir gölge gibi onu kovalamadı, nefesini kesmedi. Canetti, Naipaul, Margosyan türü yazarların anlatısı, Margosyan’ın deyimiyle, “sesi alçaktan çıkanların” anlatısıdır.
Gittiği Londra’da zor da olsa ikbal kapılarını aralayan, Oxford’da okuyan, yazar olan, yazdığı İngilizce’yle İngiliz edebiyatını zenginleştiren, İngiliz aristokrasisinin beğenisini bile kazanan, Kraliçe tarafından Sir unvanıyla ödüllendirilen Naipaul’un konumuzla ilgisi bu kadar. Ama Canetti’nin anılarına ilişkin söylemem gereken bir-iki söz daha var. Bir anı anlatma ustası olan ve daha önce yayınladığı, dünya edebiyatının şaheserlerinden sayılan üç ciltlik muazzam anılarıyla Canetti, ölümünden önce bu anıları derleyip toparlamaya çalışmış. Ancak ömrü vefa etmemiş. Bu nedenle uzun zamandır herkesin merakla beklediği bu anıları, ötekilerin ayarında değil. Ama yine de oldukça ilginç ve Canetti ile eşi Viza’nın, Nazi uçaklarının aralıksız bombardımanıyla sarsılan İngiltere’deki yaşamına ışık tutuyor. Canetti anılarında İngiliz entelijansiyası ve yazarlarına ilişkin çarpıcı yorumlarda bulunuyor. En sevdiği şahsiyet Bertrand Russell, en nefret ettiği de T.S. Eliot. Nefretle andığı bir başka yazar da Iris Murdoch. Canetti’nin Eliot ve Murdoch’la ilgili yargıları, evrensel ölçülere uygun anlatmaya ve yaratmaya çalışan bir yazardan beklenmeyecek oranda acımasız. Canetti’nin, Oxford kökenli ve felsefi romanlarıyla bilinen Murdoch’la ilişkisi de ilginç. Murdoch, o yıllarda Canetti’nin sevgilisi de. Ama bu yoğun ilişki bile Canetti’nin yargılarını değiştirmiyor ve Murdoch’un 20’den fazla romanını önemsiz, hatta anlamsız bulduğunu söylüyor.
Canetti’nin bu tanımı, Türkiye gibi sürekli militarizm ve ultramilliyetçilikle pompalanan ülkeler için çok önemli. Çünkü bu tür ülkelerde edebiyat, yalanlarla dolu resmi ideolojilerin dolaysız bir vasıtası gibi. Söz konusu olan, egemenlerin kahraman çılgınlıklarını anlatan ve resmi bakışlara argümanlar sağlayan vasıfsız, değersiz, kokmuş kitaplar çöplüğü. Bu çöplüğün içinde vasıflı, değerli ve önemli yapıtlar bulabilmek çok güç. Ama kimi zaman, tüm önyargılara, engellere rağmen bu tür yapıtlar da çıkabiliyor.
İşte Margosyan’ın ‘Tespih Taneleri’ böylesi bir yapıt; önemli, gerekli ve geçerli. O kokmuş çöplükte her nasılsa günyüzüne çıkmış bir gül fidanı. Margosyan’ın yazarlığını önemsiyorum. Hem Ermenice hem Türkçe yazabildiği için, katledilmiş, horlanmış, dışlanmış olanları, onların içinden anlattığı için, kendine özgü bir dil ve üslup yaratabildiği için. Daha önce ‘Gavur Mahallesi’, ‘Söyle Margos Nerelisen?’, ‘Biletimiz İstanbul’a Kesildi’ kitaplarından tanıdığımız Margosyan’ın yeni kitabı, denilebilir ki tüm bu kitapların geniş bir toplamı. Kitabın isminden ve kapaktaki ilginç fotoğraftan bile farklı bir kitapla karşı karşıya olduğumuz hemen anlaşılıyor. ‘Tespih Taneleri’, ipi kopmuş tespihin tanelerinin sağa sola dağılıp kaybolmalarını anlatıyor. Ama dağılıp kaybolanlar, Margosyan’ın anlattığı insanlar. Yerinden, yurdundan edilmiş, kocaman alemde bir mekân sahibi olamamış insanlar. Kitabın kapağında ise iki kişi, Margosyan’ın babası Dişçi Sarkis, nam-ı diğer Dişçi Ali ve “has arkadaşı” aktör Sami Hazinses’in babası Taşçı Mıgırdiç, nam-ı diğer Zıfkar, kameraya poz veriyorlar. Margosyan 1940’larda çekilmiş bu fotoğrafa bir not düşmüş: ‘Kafle artığı iki Heredanlı’. Fotoğrafa ilişkin iki şey çok dikkatimi çekti. Nam-ı diğer ve Kafle artığı. Margosyan’ın anlatısı, işte bunların öyküsü. Anlatıda herkesin bir nam-ı diğeri var. Yani bir Ermenice isim (cemaatte kullanılan) bir de bir Müslüman ya da Kürt- Türk ismi (cemaat dışındaki dünya için geçerli olan). Bir iş, meslek, konum sahibi olabilmek, dikkat çekmeden yaşam sürdürebilmek için bu ikinci isim zorunlu. Kafle ise, 1915’teki büyük Ermeni tehciri. O korkunç tehcire kafle dendiğini bilmiyordum. Türkiye’nin her yerinden yollara dökülmüş kafileler, ulaşılması olanaksız menzile doğru akan ve yollarda yok olan insan kitleleri.
Margosyan’ın babası, annesi, halası, dayısı, ninesi birer kafle artığı. Bu söz hani biraz da kibirle, tehditvari söylenen o meşum tanımın eşanlamlısı, kılıç artığı. Kitap, 15 yaşındaki yazarın, bir grup Ermeni çocuğuyla, Diyarbakır’dan İstanbul’a yaptıkları yolculuğun öyküsü. Üsküdar’da yeni açılacak bir Ermeni okulunda okumak için yola çıkmış garod (özlem) dolu çocukların anlatısı. Margosyan acele etmeden yumuşakça, gündelik dile çok yakın diliyle, kurduğu uzun cümlelerle çocukların hayatını tümden değiştirecek bu serüveni anlatıyor. Ama buna paralel, ustaca geri dönüşlerle, ardında, Diyarbakır Gavur Mahallesinde bıraktıklarının da hem dünyasını hem de şahsi öyküsünü anlatıyor. Böylelikle bizimle birlikte yaşadıkları halde hiç tanımadığımız, hayatları keder ve hüzünle örülü insanların yaşamlarını ve trajedilerini öğreniyoruz.
Ve utanıyoruz, hem de çok utanıyoruz.
“Oğlım,” diyor yazarın babası Dişçi Sarkis oğluna kendi öyküsünü anlatırken, “bılisen ki ben heç okıla getmemişem. Zatani dört yaşında kefle’ye çığhmişam, oğhimaği yazmaği çooğh sora öğrenmişem…” Konuşan geçmişini, acı dolu deneylerini dayanılması olanaksız bir kambur gibi sırtında taşıyan bir babanın zor duyulan hüzünlü sesidir. Margosyan, isabetli bir seçimle, bu sesi, Türkçe’nin Diyarbakır şivesiyle yazıyor. Böylelikle hem anlattığı gerçeklere daha yakın oluyor hem de edebi dili daha geniş bir zemine kaydırıyor. İyi edebiyatın çöplük edebiyatından farkı da işte bu; tekleştirme, totaliterleştirme yerine çoğaltma, farklılıklarla zenginleştirme.
Evet, yaşamak için anlatmak, yaşanmış olanları yaşayanlara aktarabilmek için anlatmak. İşte ‘Tespih Taneleri’, buyurun okuyun…