“Ermenice kaynaklarda, kadınların khıncuyk dediği sazlı sözlü yemeli içmeli bir eğlence var. Şimdi bakıyorsunuz, orada roh’tan söz ediliyor. Likör denmiyor. Rakı var, şarap var kendi başına, bir de roh var. Nedir bu roh? Spirit (İngilizcede ruh). Ama spirit aynı zamanda yüksek dereceli alkol. Yani ispirto.”
Silva Özyerli, Diyarbakır’da doğdu, büyüdü. (Amida da Diyarbakır’ın anılan isimlerinden biri.) İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da, lise öğrenimini Diyarbakır’da tamamladıktan sonra, 1982’de ailesiyle birlikte Diyarbakır’dan temelli ayrılıp İstanbul’a yerleşti. Avluya açılan geniş taş bir evden, komşularla bir arada yaşanan o kalabalık avludan İstanbul’da bodrum katta küçük bir daireye evrilen yaşama hızla adapte olmaktan başka çaresi yoktu. Çalışmaya başladı. Derken evlendi, bir kızı, bir oğlu oldu. Onları büyüttükten sonra, “Nir yarım orada kalmıştı” dediği Diyarbakır üzerine okumaya, araştırmaya başladı. Okudukça merakı arttı, derinleşti, derinleştikçe defterleri çoğaldı, Diyarbakır’daki kültürel yaşam bütün ilgisi, algısı, konusu oldu. Tüm bu sürece vazgeçilmez tutkusu likör eşlik etti. Nice likörler kurdu, kimisi tuttu, kimisi lavaboya döküldü, bir daha döküldü, bir daha döküldü. Ama nicesini içenlerin de tadı damağında kaldı. Bir fısıltı gazetesi Silva’nın likörlerini dilden dile, kulaktan kulağa yaydı. Ama Silva ‘Amida’nın ruhu’ndan önce Amida’nın Sofrası’nı anlatmalıydı. Anlattı da. Gel zaman git zaman, sofralardan, kutlamalardan, davetlerden, neşeden, sazdan sözden ayrı tutulmayan hayatın ruhu, Amida’nın Ruhu da şekillendi, okuyucuyla paylaşmaya hazır hale geldi. Ama aklınızda sadece likör reçeteleriyle dolu, mis kokulu bir kitap canlandıysa yanılıyorsunuz, tıpkı ilk kitap gibi Amida’nın kendisi de ruhu kadar başrolde bu kitapta. Bilmediğimiz onca güzel ritüeli, bir kentin çok uzak olmasa da artık maalesef kayıplara karışmış kültürel zenginliğini tıpkı likör kurarkenki sabrıyla ince ince, acı tatlı anlatıyor Silva Özyerli. Ne yazık ki bizim Beyoğlu’nda bir kafedeki sohbetimizde kahvemizin yanında su vardı likör yerine, ama bence siz yanında sevdiğiniz bir likörle –tamam, ev yapımı olması şart değil, onu kitabı okuduktan sonra deneyeceksiniz– Türk kahvenizi hazırlayıp sohbetimizi öyle okuyun.
1900’lerin başından bugüne uzanan, önce Suriçi’yle sınırlı, günümüze kadar Sur dışına taşan, taşırılan, büyüklerinizden dinlediğiniz, kendi hatıralarınızda kalan bir Diyarbakır kent tarihi, yaşamı anlatıyorsunuz kitabınızda neredeyse likörü bahane edip. İlk kitabınız Amida’nın Sofrası’nda da yemekler bahaneydi gerçi o eski Diyarbakır günlerini anlatmak için. Nasıl şekillendi sofralardan yaşam ritüellerine, pratiklerine evrilen bu yazma eylemi?
‘90’lı yılların başından itibaren liköre gönül verdim; tamamen doğal ve geleneksel yöntemlerle likör ürettim. Ailemden gördüğüm, çocukluğumdan edindiğim bir kültürdü bu. Aynı zamanda işte kız istemeden tutun söz kesimine, vaftizden tutun ilkokula başlamaya, askere gitmeye, birbirimize gözünüz aydın dediğimiz ev almalara kadar hayatımızdaki tüm kutlamaların içkisi likördü. Evinizde hiçbir şey olmasa dahi, bir likör ve bir çikolata varsa söz kesimi, nişan törenini yapabilirsiniz. Geçmişimden bu kadar köklü bir yaşam kültürünü yazmak çok zor olmadı benim için aslında. Çünkü bunlar birebir yaşadığım, gördüğüm şeylerdi. Ama her türlü lezzetten, renkten, öz kültürümüzden kopup İstanbul’a gelmemiz ve annemin buraya hiç alışamayıp ölümüyle birlikte sanki hepsi birden yok oldu. Bu beni biraz köklere yöneltti. Ermenice kaynakları karıştırmaya, araştırmaya başladım. Genelde İstanbul, Batı merkez gibi düşünülür. Likör kültürünün doğuşu da Batı merkezli diye düşünülebilir. O yüzden Diyarbakır gibi bir yerde likörün köklerine ulaşmak çok kıymetli oldu. Kitabı okuyan Batılılar Diyarbakır’da bu kadar köklü bir likör geleneği olmasına şaşırıyorlar. Tabii şimdi Diyarbakır da bu kültürü yaşayan ve yaşatan insanların yokluğuyla birlikte o kadar çoraklaşmış ki, orada yaşayanlar da aynı şekilde şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar.
Şimdi kitabınızda anlattığınız bu yaşam ritüelleri, likör kültürü yok diyorsunuz, öyle mi? Bayramlarda da mı yok?
Yok! Yapmıyorlar. Bu Hıristiyanlarla birlikte devam ettirilen bir kültürdü. Hıristiyanların topraklarından uzaklaştırılmasıyla birlikte o kültür de yok oldu zaman içinde. İstanbul Ermenilerinde de kalmadı. Sadece belli bir yaş aralığındaki kadınların yaptığı, genç neslin pek ilgi göstermediği bir kültür.
Belki bu kitapla birlikte gençler biraz heveslenir, ilgi duyar. Temennim bu.
1970’lerden itibaren politik ayrıştırmalarla dağıtılmaya, unutturulmaya çalışılan Diyarbakır’ın o dillere destan kültürel zenginliğinin bir bölümünü okuyoruz kitaplarınızda. Ama artık iyice yok oldu o çokkültürlülük maalesef. Daha doğrusu yaşayan halklar olsa da gelenekler yok oldu, yok edildi.
Kesinlikle öyle. Çok üzücü tabii bu. Demek ki bu kitaplar çoğalmalı. Hani birisi Kayseri’yi yazsa, birisi Sivas’ı yazsa. Takuhi Tovmasyan’ı burada anıyorum. Çünkü o gerçekten böyle bir kapı araladı ve ben onun araladığı kapıdan girmeye çalıştım. Umarım başka şehirler de öyle yapar. Bir okurum her şehre bir Silva lazım demişti. Öyle hakikaten. Çünkü çok çabuk yok oluyor her şey. Tabii hiçbir şey politikadan bağımsız değil. En basiti, etil alkol satışının yasaklanması bile likör kültürünü etkiledi. Düşünün, bu ülkede az da olsa ev hanımları likör yapıyorlardı. Şimdi alkol yasaklandı, o da bitti.
Biraz biriktirme halini açalım mı o zaman? İlk kitapta da var çünkü. Diyarbakır’ın o Suriçi’ndeki hayattan günümüze evrilmesini çok güzel anlatıyorsunuz tarihsel süreçlerle.
Ben ergenlikten genç kızlığa geçerken İstanbul’a göç ettik biz. Çok isteyerek bir göç değildi, zorunlu bir göçtü diyebiliriz rahatlıkla. İstanbul’da ayakta kalma mücadelesi verdik. Derken evlendim, iki çocuğum oldu. Kırklı yaşlarıma geldim. Hayatım bir yavaşladı ve durdum. Ama onca zamanda ablalarım mesela, sürekli “hamama gidelim, şunu yapalım, bunu yapalım” derlerdi. Sürekli Diyarbakır kültürünü İstanbul’da devam ettirme çabalarını görüyordum ablamlarda. Ben de her zaman “Unutmadınız mı hâlâ, yeter Diyarbakır” diyordum. Artık yeni bir şehirdeyiz, yeni hayatımız var. Ona uyumlanmayı seçmiştim ben. Ama kırklı yaşlarımdaki o durma halim beni doğduğum yere götürdü. Ben kimim? Nereye aitim? Niçin varım? Kültürüm ne? O sorular beni tamamen doğduğum topraklara yöneltti. Şimdi artık ablamlar, hatta çocuklarım, eşim “yeter Diyarbakır” diyorlar. Çünkü sonra sonra fark ettim, hepimiz bir yerlerden bir yerlere göçüyoruz. Gidiyoruz, geliyoruz. Yaşamlarımıza farklı şehirlerde devam ediyoruz. Ama bizimki ya da benimki ya da anneminki kendi tercih ettiğimiz bir şey değildi. Zorunlu bir göçtü. Annem zaten İstanbul’a hiç alışamadı. Ben de kendimi yarım kalmış hissettim. Bunu belki tamamladım yazarak. Bildiklerimi, yaşadıklarımı ya da araştırdıklarımı aktararak. Çünkü kendime söz vermiştim bu toprakların bana kazandırdıklarını yine bu toprağın insanına bırakacağım diye. Çok şükür bunu yaptım. Mutluyum.
Peki ne kadar zamanınızı aldı biriktirmek ve tabii sonra yazıya dökmek?
2009’da Diyarbakır’ı araştırmaya başladım. Çevremdeki yaşlı Ermenilerle konuşmaya başladım. Ablalarım, annemin arkadaşları… Bir çeşit sözlü tarih araştırması yaptım. Mesela Paskalya’dan 40 gün sonra bir pikniğimiz vardı bizim. Böyle manilerin okunduğu, çiçeklerin damda bırakıldığı, ayın ve yıldızların altına; bir ritüeller silsilesi. 7 tane genç kız 7 sokağa dağılıyor. 7 çeşmeden 7 bakraca su koyuyorlar. Eve geliyorlar, bakır bir kaba o suları döküp sonra yine sokaklara dağılıyorlar. 7 çiçek topluyorlar. O çiçekleri getirip o suyun içine bırakıyorlar. O avluda ya da evde kimler varsa… Çünkü Diyarbakır’da avlularda birkaç aile bir arada yaşıyordu. O insanlar da bir dilek tutuyorlardı; ya bir düğme ya bir toka ya da ne varsa onunla dileklerini suyun içine atıyorlardı. Herkes dileğini suya atınca dama konup, üstü örtülüp yıldızların altında bırakılırdı. Çünkü o gün yukarıdan, işte gaipten sesler gelir. Dilekler kabul olur mu, olmaz mı, bakılırdı.
Hıdırellez gibi…
Evet evet. Yani hiç birbirinden farklı değil kültürler. Sabahın erken saatinde bir küçük çocuk belirlenir. Ona derler ki, “işte güneş hangi taraftan doğuyor?” Çocuk yanlış cevap verirse “ha, tamam, daha bu bilgiyle donatılmamış, beyni yıkanmamış” derler. Başına bir örtü örterler. Birileri de mani okur. O küçük çocuk sudan bir obje çıkarır. Manide söylenen, ifade edilen cümlelerle o kişinin dileğinin olup olmayacağı anlaşılır. Böyle zengin bir ritüeller silsilesinden sonra herkes pikniğe giderdi Gazi Köşkü’ne. İşte tüm bu ritüellere, bilgilere, yaşanmışlıklara ulaşmam yaptığım sözlü tarih çalışması ile mümkün oldu. Bunları ufak ufak yazmaya ve Diyarbakır e-mail grubumuz vardı, orada paylaşmaya başladım. Bir baktım ki herkes, özellikle Diyarbakır’daki insanlar o kadar kopmuşlar ki Diyarbakır’ın o bir arada yaşama zenginliğinden… Öyle miydi, böyle miydi? “Nasıl güzel günlermiş! Keşke o dönem yaşasaydık” demeye başladı herkes. Kültür böyle bir şey. Ya bir arada yaşar, zenginleşirsiniz ya da çoraklaşırsınız. Sadece insan da değil, toprak, ev, taş her şey çoraklaşır.
Benim biriktirme, yavaş yavaş yazma serüvenim de böyle başladı işte. 2009’dan 2019’a kadar bir sürü deftere biriktirdiklerim ilk kitap oldu. 10 yıl. Ama likör neredeyse 35 yıl verdiğim bir emeğin sonucu. O bugünden yarına olacak bir şey değil. Çünkü aynı meyveyi farklı farklı şehirlerden getirtmek, aynı meyve likörü dahi olsa farklı farklı baharatlarla onu yapmak, hangi baharatın daha çok yakıştığını not almak, bu uzun bir deney yani.
Gelenekten yola çıkıp o gelenekten sizin kendi deneyimlerinizi yarattığınız…
Evet. Liçi likörü var mesela kitapta. Aslında kendime söz vermiştim, bu ülkenin meyveleri bitmeden yabancı meyvelerden likör kurmayacağım demiştim. Onu da bozdum. Çünkü merak… Geçen sene kızıma, Fransa’ya gitmiştim Christmas dönemi. İşte hiç bilmediğim bu meyve çıktı karşıma. Tattım, dedim bunun likörü çok güzel olur. Hemen bir parça getirdim ve denedim. Kitaba almadan da edemedim.
Anlıyoruz ki hem İstanbul’da hem Diyarbakır’da likörün kültürünüzde önemli bir yeri var. Nasıl bu kadar önemli bir rol kapmış acaba kültürünüzde? Onun bir bilgisi var mı?
Diyarbakır için şöyle diyebilirim. Ermenice kaynaklara bakınca, ki aynı kaynaklara ilk kitabı yazarken de bakmıştım, ama perspektifim ve odak noktam likör olduğundan oradaki ayrıntıları fark ettim. Sadece Ermenice kaynaklar da değil. Diyarbakır Sürgünleri (Bulgarların Kaleminden Kent Manzaraları 1862-1878 / Hüseyin Mevsim) diye bir kitap var. Balkan savaşlarındaki devrimciler 1860’ların başında Diyarbakır’a sürgün ediliyorlar. Oradaki sürgünlerin, hapiste yatanların ailelerine yazdıkları mektuplar var. O mektupların bazılarında Diyarbakır’daki kent hayatı anlatılıyor ve burada çok içki içiliyor. Kadınlar da çok içki içiyor. Kadınlar erkekler gibi içki içiyorlar diyor. Şaraptan, rakıdan, likörden bahsediyor.
Ermenice kaynaklarda, kadınların khıncuyk dediği sazlı sözlü yemeli içmeli bir eğlence var. Şimdi bakıyorsunuz, orada roh’tan söz ediliyor. Orada likör denmiyor. Rakı var, şarap var kendi başına, bir de roh var. Manuşagi rohen (menekşe rohu), zahvarani rohen (safran rohu), arduçi rohen (ardıç rohu). Nedir bu roh? Spirit (İngilizcede ruh). Ama spirit aynı zamanda yüksek dereceli alkol. Yani ispirto. Şimdi kitapta Sara Hanım kadınlara özel yaptığı günde sürekli o rohları dağıtıyor; menekşe rohu, gül rohu, mastaki rohu… Absent diyor. Üç yüz yıl önce Diyarbakır’da absentten söz ediliyor. Ben daha bu yaşıma geldim, absent içmiş değilim. Ama kaynaklara absent geçmiş. Çok enteresan! Demek ki bu kadar zengin bir içki kültürü var bu şehirde. İşte o roh, bir şeyin ruhu bu likör. Başka bir şey değil. Hep de evlerde yapılıyor. Zaten öyle bir şeyin satılması falan mümkün değil o zamanlarda. Nasıl bir şarap yapılıyor? Nasıl bir rakı yapılıyor? Likör de yapılıyor. Belediyelerde, valiliklerde distile malzemeleri var. O imbikler Hıristiyanlar tarafından kiralanıyor. Devlet ondan vergi alıyor. Hıristiyanların içki tüketmesi yasak değil. Müslümanlar için yasak. Müslümanlar kiralayamıyor. Ama ne oluyor? Hıristiyanlar gidiyor, belediyeden ya da valilikten imbiği kiralıyor, vergisini veriyor. Sonra okuyoruz ki, o imbik mahalleye bir geldi mi bütün mahalleyi dolaşıyor. Hıristiyanlar, Müslümanlar, herkes o imbiği kullanıyor. 1800’lerin başından söz ediyoruz. Meyhanecilerin de içki yapma izni var. İçki içen Müslüman Türkler ya da Kürtler de meyhanecilerden satın alıyorlar gizli gizli. Aslında çok yerleşik bir şey. Sadece Hıristiyanlara özel bir şey değil. Bölgeye özel bir şey. Ama öyle sistematik bir yok oluş yaratılıyor ki, herkes unutuyor. Benim kitabımla birlikte ne ara unuttuk, nasıl unuttuk demeye başladı insanlar. Bana gelen geri bildirimlerden biliyorum.
Likör İtalya’da doğuyor, Fransa’da gelişiyor. Ben kitabı yazarken dedim ki, şimdi okur “amma abarttın, İtalya nere, Fransa nere, Diyarbakır nere” diyecek. Öyle değil işte. Şu an biz küçümsüyoruz. Farklı bir algıyla Diyarbakır’a bakıyoruz. İpek Yolu’nun ana kavşaklarından biriyse bir şehir, oraya sürekli bilgi akar, kültür akar. Bir şey Doğudan Batıya gittiği gibi Batıdan da Doğuya gider. Diyarbakır’daki insanlar rohu nereden öğrendiler? Ya da işte spirit kelimesini birebir Türkçeye, Ermeniceye roh diye nasıl çevirdiler? İstanbul’daki Ermenicede roh değil hoki’dir. Yerleşik Ermenicede de roh değil. Diyarbakır’a has bir kelime. O da çok çarpıcı. 1894 yılında Diyarbakır’dan Şikago’ya gidiyor insanlar ürettikleri içkilerle ve oradan çok büyük beğeniyle, yeni pazarlarla geri dönüyorlar. Bu kadar yerleşik bir kültür vardı orada yani. Şimdi mesela, Dört Ayaklı Minare’den yukarı çıkıp Balıkçılarbaşı’na çıktığınız zaman –Diyarbakır’da Tekel bayii demezler, meyhaneci derler– 8-10 tane meyhaneci vardı. En son gittiğimde bir tane bile göremedim. Bu da arz talep ya da siyasal İslam’ın etkileri. Bir de ruh derken, aslında evet ispirto, likör ama şehrin ruhu. Bir arada yaşamanın ruhu. Dönemin ruhu. Ülkenin ruhu. Çok kapsayıcı bir şey.
Kilerinizi anlattığınız bölüm benim favori bölümüm. Kileri bir müzeye benzetmiş ve çok değerli yapıtların bulunduğu bir müzeyi betimler gibi anlatmışsınız. İnsanın içi gidiyor, öyle bir kilere ışınlanmak istiyor ve tabii aslında biraz da yokluk görmüş olmanın mantığıyla yapılan bu saklı hazinelerin yerini nelerin aldığını düşünmeden edemiyor insan. Bugün o kilerler hiçbir kentte yok, o kileri dolduran mahsullere verilen emek de yok. Peki ne kaldı elimizde?
Aslında ilk kitapta kilere giren malzemeleri daha geniş anlatıyorum. Gerçekten ilk gezdiğim müze kilerimiz sayılabilir; ya da Diyarbakır’daki evlerin, herkesin kilerleri. Doğal malzemeden her şey. Bez torbalar, toprak sırlı küpler, sırsız küpler, ahşap raflar, kapaklar, sandıklar. Daha plastik falan yok hayatımızda. Amerikan bezleri alınır, defalarca kaynatılır, kaynatılır, kar beyaz oluncaya dek. Şimdi buradan dönüp oraya baktığımda o kadar büyük bir kültürel zenginlik, lezzet zenginliği ki… Düşünün, 8 kardeştik biz ama bir babam çalışıyor. Duvar ustası, taş ustası. O adam tek kişinin kazancıyla kışlığını hazırlamaya çalışıyordu. Çünkü kış dediğimiz her şeyin her zaman kolayca bulunacağı bir dönem değil. Mevsimsel her şey; mevsimde ne çıkıyorsa o tencereye giriyor. Bu meyve de olabilir, baharat da olabilir, her şey olabilir. Düşünün, babam çalışıyor, annem işte buğday mı geldi, değirmenci çağrılır, pişirilecek yemeklere göre buğday öğütülür, eleklerden geçirilir ve o küplere yerleştirilir boy boy. Un küpü en büyük küptü. Hemen ondan sonraki şey buğday küpü. O da büyüktü. Ondan sonra boy hizasına göre, hepsi toprak. Alt kattaki küpler de toprak olmasına rağmen yeşil sırlı. Çünkü orada yağ var, kavurma var, salça var. Kıştan yazdan hazırlanan tatlılar var; pekmez var, tahin var, kireç kaymağında bekletilmiş kabak var, patlıcan tatlısı var. Bu tarafa duruyorsunuz. Böyle ahşap iskele kurulmuş, alt kata sırlı küpler yerleştirilmiş yine topraktan, yüksek bir ahşap zemin üzerine, orta katta bulgurlar, üst katta reçeller, likörler. Hepsinin üstüne dantelli beyaz örtüler örtülmüş. Hayvanlarla birlikte yaşıyorsunuz; akrebi var, faresi var, kedisi var. Onları uzak tutmak için küpün ağzına göre yapılmış ahşap kapakların üzerine taşlar ve bu dantelli örtüler konmuş. Böyle bir zengin görsellik kiler dediğimiz.
Öyle çok uzak bir geçmişten de bahsetmiyoruz bu yaşam biçimlerinin, kilerlerin olduğu, değil mi? Çocukluğunuzdan bahsediyorsunuz işte…
Masal gibi geliyor değil mi? Tarih öncesi bir zamandan bahsediyormuşuz gibi. Nasıl bu kadar hızlı bir dönüşüm, değil mi? Hani o dönem kimin evine girseniz bunu görürdünüz. Böyle bir kilerle karşılaşırdınız. Bütün bu kültür, her iki kitapta da yazdığım kültür Diyarbakır Suriçi bölgesindeydi, yeni şehirde değil. ‘80’li ‘90’lı yıllarda insanlar yeni şehirde yapılan apartman dairelerini tercih etmeye başladılar. Daha az yorucu, daha modern. Belki daha zenginlik göstergesi. Ne bileyim… Ve tabii o yaşam kültürü bu apartmanlarda devam etmedi. Çünkü o kültür o mimariye ait bir kültürdü. Apartmanda hangi kilerden bahsedeceksin? Neyi kuracaksın? Öyle bir avlu mu var, öyle bir mekân mı var? Şunun altını çizmek lazım. Bir yerde bir kültürdensöz edebiliyorsak, bu tek başına yemek ve içmek değil; mimarisi, iklimi, evin şartı, evin yapılış şekli, avlusu,hepsi tarafından belirleniyor. Modern çağ apartman daireleri, insanların oraya eğilimleri bunları yok etti. Ama kimse de oraya dönüp bakmadı, aramadı. Ancak Suriçi çatışmalarından sonra, o eski yaşam alanları yıkıldıktan sonra insanlar farkına vardı. Bu çok çok üzücü. Suriçi bir açık hava müzesi yapılabilecekken, olduğu gibi korunabilecekken yok edildi.
Nereye varır Amida’nın/Silva’nın yolculuğu?
Yine böyle bir arada yaşamanın zenginliğinin altını çizecek, yine farkındalık yaratacak bir şey düşünüyorum ama umarım hayata geçirebilirim. Bir de yazmadığım zaman daha çok yoruluyorum sanki. Yazmak beni de sağaltıyor. Onu fark ettim.
Belki biraz Amida’dan çıkıp İstanbul’a da gelir misiniz?
Gelebilirim. Kayınvaliden İstanbul Ermenisiydi. Onunla çok güzel, çok özel hikâyelerimiz var. Ama ben biraz daha Anadolu odaklı bir insanım. İstanbul’da bir şekilde kültür devam ediyor. Ama az ama çok, ama eksik ama gedik. Anadolu çok çoraklaştı. Orayı biraz daha anlatmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Haklısınız. O halde bekliyoruz.
Umarım.