Aram Pehlivanyan’ın şiirlerine emekçi sınıflar ve yoksullar için güvencesiz bir yaşam ve bu durumun neden olduğu kaygı dile getirilir. Yoksul ailelerin çocuklarının sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı olmadığından halk hekimliği onlar için tedavi adresidir.
1917’de Üsküdar’da doğan Ermeni şair Aram Pehlivanyan’ın şiirlerinin ve yaşamı hakkındaki yazıların yer aldığı Özgürlük İki Adım Ötede Değil adlı kitap Aras Yayıncılık tarafından 1999’da yayımlanmıştır. 111 sayfa hacmindeki kitabın ilk 90 sayfasında Pehlivanyan’ın şiirleri, geriye kalan kısımda şairin ailesinin ve yakınlarının şairle ilgili anıları ve belgeler oluşturur. Pehlivanyan, lise çağlarından beri şiir ve edebiyatla ilgilenip dergi çıkarır. Dönemin TKP’sine üye olur, üç yılı bulan bir dönem cezaevinde tutulur, 1950’de gizlice Türkiye’den ayrılıp önce Suriye’ye geçer. Burada bir süre yaşadıktan sonra Fransa’ya gider, daha sonra da Doğu Almanya’ya geçer. TKP’nin politbüro üyesi olarak görev alır, TKP içinde Ahmet Saydan adını kullanır. 1977’de Doğu Almanya’da yaşamını yitirir. Özellikle Doğu Almanya’da yaşadığı dönem, şiir üretiminin azaldığı yılları oluşturur. Ermenice yazdığı şiirleri olduğu gibi Türkçe şiirleri de bulunur.
Ermeni edebiyatında serbest şiir akımının başlamasına öncülük eden Pehlivanyan; Marksizmin sınıf mücadelesini, eşitsizliği, çocuk işçileri, iş cinayetlerini, kapitalist ken düzenini ve yaşamını, dönemin teknolojik ilerlemelerini, baskı-zor aygıtları ve ideolojik aygıtların eleştirisini, yoksulluğu, barışı ve kardeşliği, anti emperyalizm ve enternasyonalizmi, İkinci Paylaşım Savaşı’nın etkilerini toplumsal duyarlılık-sorumluluk ve siyasi bir perspektif düzleminde şiirlerine yansıtır. Bunun yanı sıra insan-doğa-zaman ilişkisini, yaşam sevincini, melankoli ve umutsuzluk karşıtlığını ideolojik birikimin gücüyle şiirlerinde işler. Ermeni kültürünün ve dinî inancının (Hıristiyanlık) motiflerini, İstanbul’a ait hatıralarını, özgürlükte ve kardeşlikte ısrarı şiirlerinin temeline yerleştirir. Marksist düşüncenin yanına mitolojik ögeleri, masal türünden yararlandığı özellikleri eklemler. Pehlivanyan mitolojide geçen “sfenks” gibi figürleri “başında çifte başlı çamlıcalar sfenski/ ana kucağı gibi yumuşak üsküdar” (s. 86) dizelerinde görüldüğü gibi çevreyi betimlemek için açık şekilde kullanır. Mitolojide geçen Prometheus anlatısını yeniden üreterek “Bu gece beş kıtanın insanlarına güneşi götürdüm/ ve bize beş kıtanın yeni şarkılarından mutluluk/ getirmeye gittim./ Yenilmez mutlulukla/ kanat çırptım beş kıtanın kentleri üstünde” (s. 71) şeklindeki dizelere döker. Prometheus tanrılardan ateşi çalarak insanlara götürdüğü için cezalandırılır, şiirin öznesi de cezaevindeyken yakın arkadaşının özgürlüğüne kavuşması üzerine bu dizeleri dile getirir. Prometheus insanlara ateşi götürürken şiirin öznesi güneşi götürür fakat Prometheus’tan farklı olarak güneşi götürdüğü insanların yaşadığı kentlerden yeni şarkılar getirir. “Bize” dediği yer, yaşadığı coğrafyadır; beş kıtaya açılıp kültürel bir genişlemeye ulaşması enternasyonal bilincin ürünüdür, yaşadığı coğrafyanın insanlarına yeni şarkılar getirmesi de yurtsever duyarlılığa işaret eder. Bu şiirin devamında insan merkezli bakışın felsefi ve kültürel kökleri açığa çıkarılır: “madem ki/ ‘düşünüyorum öyleyse varım’/ diyebiliyorum Dekart’la birlikte/ (…)/ madem ki/ Sokrat/ Ancelo/ Kant/ Hegel/ Betoven/ Marks ve Dekart/ o görkemli ve sihirli adla anıldılar:/ İNSAN” (s. 71, 72). Felsefe ve kültür tarihinde birer köşe taşı olan bu isimlerin üretimlerinden yararlanan özne beş kıtada yaşayan farklı dile ve dine mensup halklara “insan” olduğu için değer verir, onların birikimlerini sahiplenir. Şairin cezaevi yıllarının ürünü olan bu şiir, kitaba verilen adın esin kaynağını oluşturan özgürlük düşüncesine içkin yapısına kapı aralar. Özgürlük iki adım ötede değildir çünkü özgürlük, bir düşünce olarak önce insanın zihninde başlar; cezaevinde ya da dışarıda olmak özgür olmak için temel ölçüt değildir: “Biliyor musun, bu özgürlükle Sabahattin/ sınırları genişler ancak hapishanelerin/ biliyorsun, özgürlüğümüz orada değil/ hücrelerimizin kilidinden/ iki adım ötede değil.” (s. 72). Özgürlüğün içkin biçimde bireyden başlatılan bir değer olarak algılanması, yaşamla kurulan güçlü bağların belirtisidir.
Noel şiirinde kapitalist kent düzeni betimlenirken yoksulluğa mahkum edilen çocuklara yer verilir. Şiire alınan çocuk, gazete satarak ailesinin geçimini sağlar. Kentte Noel kutlamaları ve ışıl ışıl caddelerde eğlence varken gazete satan çocuk da gündeliğin akışı içinde dikkati çekmez fakat vicdani bir duyarlılığa sahip şiir öznesinin dikkatinden bu çelişki kaçmaz. Gazeteci çocuk özelinde çocuk işçilik gündeme getirilirken tümevarım yöntemi kullanılır çünkü şiire alınan çocuk sadece bir örneklem özelliği taşır: “Bırak, güneş görmeyen sokakların çocuğu!/ Derler ki, yıllanmış ihtiyar/ ayakkabıların içine baht koyar,/ hem madem ki/ yok senin ayakkabın/ koş öyleyse yalınayak ardından kalabalıkların./ Koltuğunun altındaki gazetelerin/ satışına bağlı/ senin yarınki bahtın./ Bırak!/ Burada/ kalabalıkların aktığı caddede/ gürültü ve ışıkla yoğrulu senin neyin var/ göğsünden, ellerinin ve cılız ayaklarının/ gücünden gayrı?” (s. 27-28).
Emek-sermaye çelişkisinin sonuçlarından olan iş kazaları-cinayetleri Hamal Hamo şiirinde işlenir. İş kazası geçiren erkek işçinin, arkadaşları tarafından evine getirilmesi öyküleştirilir. İşçinin kolunun zarar görmesi karşısında gelişen/gelişecek duyarsızlığa sitem söz konusudur. Tıpkı çocuk işçiler gibi iş kazaları da gündem oluşturmaz. Hamo’nun geçirdiği iş kazası süreci ve bu duruma toplumun duyarsızlığı şu şekildedir:
“Fakat işte hanın orda
ağır bir sandık düştü omzuna
gelip geçenler
‘önemli değil, yalnız kolu’ dediler
ve huzur içinde çekip gittiler” (s. 11-12)
Şiirin devamında Hamo’nun ailesinin yanına getirilmesi anlatılır. Eşinin Hamo’yu artık kapı önünde beklemeyecek olması kapitalizm ile ataerkil yapının ilişkisini gösterir. Evin geçimini sağlayan erkektir, kadın ev işleriyle ve çocuklarla ilgilenir. Bu yüzden Hamo’nun çalışamayacak olması ailenin ekonomik şartlarını daha da zorlayacaktır. Oluşan bu duruma duyarsız kalan kalabalıktan “onlar” diye bahsedilirken şiirin öznesi “biz” dediği özneye kendini dahil ederek duyarsızlıktaki payını dize tekrarlarıyla vurgular: “Akşamleyin/ bin yıllık yaşlı kentin/ yanınca ışıkları/ Ne fark eder ki bizim için/ artık kapı önünde/ beklememesi onu karısının./ Ne fark eder ki bizim için/ üşürse onun mangalı/ olmadığı için kor ateşi.” (s. 12). Şiir öznesinin duyarsızlık düzlemine kendini dahil edip yargılaması, ajitatif-propagandist bakışın ve sloganik dilin dışına çıkarak sınıfsal acıya vicdani bir duyarlılık geliştirdiğini göstermesi açısından önemlidir. Bu bağlamda gerek kadınlar arasındaki sınıfsal uçurum gerek yoksul çocukların kentte yaşadığı zorluklar Cadde şiirinde işlenir. Kahraman bakış açısının ve öyküleştirme tekniğinin kullanıldığı bu şiirde kentten edinilen izlenim şiire sınıflar gerçeği üzerinden aktarılıp mevcut çelişki gün yüzüne çıkarılır. Caddenin ışıl ışıl kocaman vitrinlere sahip olmasının yinelenmesi şiire ahenk kattığı gibi varsılların alışveriş yapacağı şekilde düzenlenen bir kent düzenini tasvir etmek içindir. Ortaya çıkan bu tabloda diyalektik yaklaşımın ürünü olan karşıtların birliği ve savaşımı, uzlaşmaz çelişki söz konusudur.
“Işıl ışıl kocaman vitrinler
sesi acı, ayağı çıplak
çelimsiz çocuğun
ışıl ışıl kocaman vitrinler
gümüşi kürkleri içinde
kadınlar
ışıl ışıl
kocaman vitrinler
(…)
Kimi
güleç
kimi
gülücüksüz
kiminin gözünde yaş
kimi kürkler içinde
kimi yarı çıplak
gelip geçiyor,
gelip geçiyor yığınlar
bu ışıl ışıl
caddeden…” (s. 16-17)
Aram Pehlivanyan’ın şiirlerinde emekçi sınıflara mensup insanların yaşam mücadelesine sıkça yer verilir. Selam şiirinde “onlar” diye geçen bu insanların terleriyle tarlaların bereketlendiğine, çeliğe su verildiğine, yaşam nimetlerinin yaratıldığına değinilir. Bu yaşam savaşında yenik düşen adları meçhul insanlar onlardır. Bu yaşam savaşının amacı akşamları bir tas çorba ve bir lokma ekmeği sofralarına taşımak içindir. Benzer yaklaşım Sevgilime Mektup şiirindeki “Alışmamışsındır sen/ tuzun, ekmeğin yokluğuna/ ama bak/ ben/ günlerimi satmışım/ bir lokma ekmek uğruna.” (s. 61) dizelerde içinin emeğini ve zamanını kapitalist düzenin sömürdüğü dile getirilerek kapitalizm-sömürü-zaman ilişkisi işlenip işçinin emeği yanında zamanını da kiraladığı ve emek-zaman birlikteliğinin birbirine içkin bir yapıya sahip olduğu vurgulanır. Benzer şekilde tarlalar ve fabrikalar emeğin ve alın terinin gücüyle ayakta kalır, üretim emekçiler sayesinde devam eder. Bu bağlamda şair, emeğin kurucu gücünü esas alan bir anlayışa sahiptir. Yeryüzüne şekil veren, yapıları kuran, tarlalardan ürün elde eden işçi-emekçilerdir. Yaz şiirinde emeğin gücü şu şekilde dizelere dökülür: “her ne kadar/ yirmi dört saatimizin/ on dördü/ ve bütün gücü kaslarımızın/ dağılıp yok oluyorsa/ makinelerin uğultusunda/ mevsim yaz.” (s. 48). Günün on dört saatinde makinelerin başında çalışan işçi sınıfının çalışma koşulları iktisadi bir verinin şiire aktarıldığını gösterir. Hasret şiirinde ise işçi sınıfı ve emekçiler nasır bağlamış koca avuçlara sahip insanlar olarak betimlenir. Emeğin başka bir gücü de din, dil ve kültür fark etmeksizin sınıfsal açıdan insanları birleştirmesidir. Bu açıdan bir Ermeni işçiyle bir Türk işçi emeğiyle kentleri kuran özneler olarak ortak paydada buluşur. Farklı uluslara mensup insanların kardeşliği sınıf temellidir: “Selam bizim Hagop’a/ ve Ahmet’e/ onların alın teriyle yoğruldu temeli/ sayısız kentlerin/ ve güzergâhın/ ki geçit yoludur bütün insani/ aydınlık kervanlarına aklın.” (s. 19-20). Bu dizeler, insanlığın kurtuluş reçetesinin emeğin birliğine bağlayan bir yaklaşımla oluşacağına olan inancı açığa çıkarır. Özellikle yakın tarihte iki ulus arasında yaşanan gerilimlerin çözülmesi noktasında her iki ulusun emekçi sınıflarının birleşmesini ve kardeşlik bağını güçlendirmesini salık verir. Bu açıdan proletarya enternasyonalizmi anlayışı şiirin merkezinde konumlandırılır. Hatta bu enternasyonalizm tüm ulusların emekçilerinin kurucu özne olarak üretimi gerçekleştirip yeryüzüne piramitleri, kuleleri, şehirleri inşa eder fakat tarihe onların değil egemenlerin adları geçer: “ıssız çöl kenarında/ aklın ışığı piramitler/ ve şehirler ve kuleleri diken/ sayısız meçhul işçiler” (s. 72). Bu dizelerde emeğin tarihsel serüveni ve evrenselliği öne çıkarılır. Marksizme göre bütün bir tarih sınıf mücadeleleri tarihidir. Bu anlayış şiire yansıtıldığından işçi sınıfının tarihi piramitlere kadar götürülür, tarihsel bir genişleme emeğin sömürüsü düzleminde gerçekleştirilir.
Aram Pehlivanyan’ın şiirlerine emekçi sınıflar ve yoksullar için güvencesiz bir yaşam ve bu durumun neden olduğu kaygı dile getirilir. Yoksul ailelerin çocuklarının sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı olmadığından halk hekimliği onlar için tedavi adresidir. İşçi bir insanın çocuğu verem olduğunda tedavi imkanına sahip olmadığından yaşamını yitirir, güneş görmeyen sokakların soluk yüzlü çocuklarıdır: “Baharı çıkaramaz’ diye fısıldar/ bilir misin bizim çocuklar için/ çoğu zaman kocakarılar.// Daha dün toprağa verdik/ komşu işçinin veremli çocuğunu.” (s. 24). Bu çocukların içinde yetiştiği ailelerin temel kaygısı “yarınki ekmeği” nasıl bulacaklarını dert edinmektir, bu kaygı duyulmadan nasıl yaşanabileceğini bilmezler. Kaygının yol açtığı başka bir sorun da hayatı ıskalamak ve yaşamın tadına doyasıya varamamaktır: “bilmiyordu nasıl yaşanır/ yarınki ekmeğin kaygısını duymadan/ varmamıştı sevilmenin tadına/ bilmiyordu ağaçların, tarlaların içinden/ yürümenin tadını/ uzaklara, ta uzaklara…” (. 24-25). Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre bir insanın sevmesi-sevilmesi, saygınlık kazanması aidiyet geliştirmesi ve en nihayetinde kendini gerçekleştirmesi ilk olarak fiziksel ihtiyaçlarının ve güvenlik ihtiyacının karşılanmasına bağlıdır. Aram Pehlivanyan’ın dizeleri de tezin poetik yansımasına kapı aralar. Yoksulların yarınki ekmeği bulma kaygısı fiziki ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. Bu yönüyle güvenli bir işe ve güvenli geleceğe sahip olmayan insanların gelecek kaygısıyla yaşamlarını sürdürmeleri güzelliklerin ıskalanmasına, sevilme ihtiyaçlarının karşılanmamasına, kendini gerçekleştirememelerine yol açar.
Aram Pehlivanyan’ın şiirlerinde İstanbul özelinde kapitalist kentleşmenin betimlemesi, yaşam biçimi, eleştirisi yapılır. Köklü bir tarihe sahip olan İstanbul “bin yıllık yaşlı kent” diye nitelenir. Farklı dinlerin ibadethanesi olan camilerin minareleri, kiliselerin çan kuleleri, kara damlar kentin gergefine nakşedile motiflerdir. Kentin işlek caddeleri kalabalıktır, farklı kesimden insanların karşılaştığı mekânlardır. Akşam vakti bu mekânların en belirgin özelliği ışıklarla donatılmış ve gürültülü olmasıdır: “Bu gece/ bir yağmur seli/ ışıklar/ bu gece/ çelikten bir darbe/ başımda kentin gürültüsü/ örste/ çekiç/ misali.” (s. 16), “Kalabalıklar akıyor/ burada/ gürültülü ve ışıkla yoğrulu caddede./ Sonsuz bir insan katarı koşturuyor/ gürültü ve ışıkla yoğrulu.” (s. 27). Gürültü ve ışıkla yoğrulu olması kentin hamura benzetilmesiyle ilişkilidir. Şairin kenti betimlemesinde “ışıl ışıl, ışık, ışıklı” gibi kavramlara sıkça rastlanır, diğer şiirlerinde kent “ışık şelalesi” olarak tasvir edilir. Sanayi Devrimi sonrasında endüstrileşmenin etkisiyle hızlanan kırdan kente göçün sonucunda geleneksel şehirler kent formuna evrilir, altyapı ve üstyapı düzenlenmesi kapitalizmin ihtiyaçlarına göre düzenlenir. Elektriğin ve ampulün geliştirilmesi özellikle egemenler lehine güvenlik sorunlarının çözülmesinde etkili olur. Kentler her geçen gün “aydınlatılan” yerleşim birimlerine dönüşür. Bunun yanı sıra vitrinlerin ışıklandırılması da tüketim ve gösteri toplumuna yönelik sürecin kapsamına girer. O ve Ben şiirinde kent anlatı geleneğinin motifleriyle öyküleştirilir. Kapitalist kentleşmenin toplumsal anomalisi olarak ortaya çıkan yabancılaşma ve kent-insan ilişkisi anlatı formunda aktarılır; kent acımasız bir üzenin hâkim olduğu, bireyi yalnızlaştıran, uyumsuzluğu ortaya çıkaran bir yerleşim birimine dönüşür:
“Kent hoş ve korkunçtur dediler bana
sarp evler vardır orda kale gibi taştan
ve de taş evlerden de öte
büyük, aydınlık caddeler vardır acımasız
ve hırsların insafsız kraterinde
ve kalabalıkların, binaların karmaşasında aldırışsız
bir hiçsindir
kulenin dibinden tepesine bakan biri misali
ya da sadece milyonda birisindir kitlenin
veya bir prenssindir büyüleyici
diz çöker önünde kentin kuleleri
tuzla buz olur
kristal cam gibi narin
büyük demir kapıları koca kentin.
İşte böyle, eski efsanesi
ve özlemi sardıydı bizi ışıl ışıl koca kentin.” (s. 53)
Bu dizelerde kent; demir kapılı, ışıl ışıl, aydınlık, kuleli, kalabalık, binaların karmaşasına sahip, insafsız, korkunç ama aynı zamanda hoş özelliklere sahip bir yer olarak betimlenir. Demir, kaya, taş gibi kavramlar kentin acımasızlığıyla ilişkilidir. Bu acımasızlık da bireyin milyonlar içinde “hiçe” dönüşmesine yol açar. Şatafatlı yaşamıyla da “hoş” olması başka bir çelişkiye neden olur. Bir hiç ya da prens olmak kulenin dibinde ya da tepesinde olmayla ilişkilendirilerek kent insanları arasındaki sınıfsal ve çeşitli farklılıklar somutlaştırılır.
Kapitalist kentleşme sürecinde elektriğin ve ışık sisteminin yaygınlaşmasının yanı sıra haberleşme/iletişim teknolojisinde de ilerleme kaydedilir. Bu bağlamda Pehlivanyan’ın 1944 tarihini düştüğü Selam şiirine radyonun sunduğu imkânlar girer. Şiirin öznesi kendi evindedir fakat tüm yönlerde 40 bin kilometre mesafeyi içeren bölgelerden haber alır. Ona göre tüm dünya bir “kutunun içindedir”. Radyo sunucusunun dinleyicileri selamlaması, evinde radyonun karşısında oturan insanın dünyanın değişik bölgelerinden haberler alması, yabancı ufuklara açılma deneyimini radyonun sunması heyecan duygusunu güçlendirir:
“Radyo
radyonun karşısında ben
kırk bin kilometre
batıya
doğuya
kuzeye
güneye.
Yeryuvarlağının merkezi
Küçük Asya
İstanbul
Beyoğlu
Şişli
ben evimde
bütün dünya kutunun içinde
radyo
radyonun karşısında ben
selamlıyor herkesi, beni
uzaktan uzağa
kalbi atıyor kutunun içinde
yakın
ve yabancı ufukların.” (s. 19)
Bu dizelerde önce yönler üzerinden coğrafya bağlamında genişlemeye gidilerek tümevarım, sonra mekân bağlamında genelden özele inilerek bir pergel misali çember daraltılıp tümdengelim uygulanır. Türkiye’de ilk radyo yayınının İstanbul Sirkeci’de 1927’de gerçekleştirilir, şair de döneminin medya teknolojisini şiirine taşımakta gecikmez.
Aram Pehlivanyan baskı aygıtlarının ve ideolojik aygıtların eleştirisini şiirinin içerik yelpazesine ekler. Sömürü düzenine uygun insan ve toplum modeline ideolojik aygıtların kullanımıyla ulaşılıp bir tür rıza üretimi gerçekleştirilerek egemenler tarafından zihinlere ideolojik manipülasyon uygulanır. Sömürü düzenini sonlandırma girişimleri ideolojik-politik mücadeleye bağlıdır. Bu mücadeleyi verecek hattı uygulayan politik çevrenin ve insanların karşısına baskı/zor aygıtları çıkarılır. Mücadeleci çevrelere mensup insanların yaşadığı baskı süreçlerine karşı onları sahiplenen şair Yarın şiirinde bu süreci ve baskı aygıtını şu şekilde dile getirir: “Değil mi ki/ bugün/ bizim çocuklar kıvranıyor/ yaşamak için/ ve sonunda iki polis arasında/ elleri kelepçeli yürümek de var/ sokağın çamurunda.” (s. 35). Polis ve kelepçe kavramları tutuklanma süreciyle bağlantılı kavramlardır. Bu süreç in sonunda diğer bir baskı aygıtı devreye girerek tamamlayıcı bir görevi yerine getirir: yargı ve cezaevi. Kitaba adını veren “özgürlük iki adım ötede değil” dizesi şairin cezaevi sürecini hatırlatır. Hasret şiirinde “sen ve ben” denilen iki insanın iki masal kahramanı gibi mavi gökyüzünde ve bulutlarda gezinmesinin yolu tüm kilitli kapıları yıkmalarına bağlıdır, bu kilitli kapılar cezaevini sembolleştiren kavramlardandır.
Sınıfsız sömürüsüz bir düzeni kurmak için yürütülen mücadelenin kitleselleşmesinin ve ivme kazanmasının engellenmesi baskı/zor aygıtlarıyla gerçekleştirilir fakat Barışa Selam şiirinde yeniden bir tümevarım kullanılarak eşitlik ve özgürlük mücadelesinin coğrafyası genişletilip evrenselleştirilerek yurtsever ve enternasyonal mücadelenin baskı aygıtlarına üstün geleceğine yönelik inanç güçlendirilir:
“eğer yine
özgürlük kartalının
ayaklarına zincir vuracaksan
ve coşkulu bir çocuk gibi
ya da bir bilge kadar uysal
özgürce konuşanların ellerine
kelepçe takacaksan
eğer yine
yığınlar
dört bucağında
yerkürenin
Çin’den Fransa’ya
kuzeyden ta
Okyanusya’ya kadar
sürüneceklerse
gün boyu
gündelik ekmek için
ve sonra da
şehrin çamurlarında
yok olacaklarsa
eğer yine
diğer binlercesi gibi
gagadaki zeytin dalın
bir tuzaksa
geleceğin
katliamlarına,
yazıklar olsun uğruna heba olan umutlara.
Ama eğer
yadsıyacaksan kötü geçmişi
ve biz kötü bir masal diye
anlatacaksak
geçmiş cinayetleri torunlarımıza
o zaman
SELAM sana” (s. 41-42)
Bu dizelerde emeğin ve özgürlüğün evrensel bir gerçek ve gereklilik olduğu, hak olanı kazanmak için verilecek mücadelenin doğruluğu, barışın ancak bu mücadeleyle mümkün olacağı vurgulanır. Eşitlik ve özgürlük tüm insanlar için birer gereklilikse sınıfsız sömürüsüz düzen mücadelesi de enternasyonalist hattı beraberinde getirir. Bu şiire düşülen 1945 yılı, İkinci Paylaşım Savaşı’nın bitişini hatırlatır. Savaşın nedeni emperyalizmin işgal ve sömürü politikalarıdır. Barış da enternasyonalizmle bütünleşen yurtseverlikle mümkündür. Bu bağlamda Halkım şiirinde ülkeler arasına çizilen sınırların nedeninin sömürü olduğuna dikkat çekilerek anti emperyalizm öne çıkarılır, sınırlar yapay çizgiler olarak algılanır. Bu sınırlara hapsedilen emekçi halk sınıfları ekmek uğruna işgücünü ve alın terini satan insanlar olarak betimlenir. Sömürü düzeninden kurtuluş da tüm ülkelerin sömürülen halklarının kitlesel ve birleşik mücadelesine bağlanır ve mücadelede bazen tutsak bazen muzaffer olunur. Bu bağlamda Selam şiirinde geçen “Selam olsun Olimpos’un yüce çocuklarına/ selam olsun Sarı Nehrin kıyılarında/ çelik kuşlara ve sayısız tank kalelere/ çelik bir duvar gibi/ göğüslerini siper edenlere./ Selam olsun/ dikenli teller ardında/ ölüme bakan rehinelere” (s. 20-21) şeklindeki dizelerde Çin’de devam eden sınıf ve özgürlük mücadelesinin bedellerini canlarıyla ödeyenler selamlanarak desteklenir. Genişletilen “biz” öznesine başka ülkelerde egemenlere, burjuvaziye ve emperyalist işgallere direnen halklar dahil edilir. Aynı şekilde Kafkasların eteğinde mücadele eden halklar “kardeş” olarak kabul edilip yakın coğrafyayla aradaki “yapay çizgiler” mücadelede ve şiirde kaldırılır.
Mücadelenin meşruiyetinden duyulmayan şüphe; inanç, kararlılık ve umut düzleminin güçlendirilmesiyle mümkün kılınır. Pehlivanyan’ın şiirlerinin mayasında bedel, mücadele azmi, melankoli karşıtlığı bulunur. O tek başına olduğunda bile güçsüz olmadığı [“bugün/ dünyaların, kentlerin sonsuz gürültüsü içinde/ yalnızım/ yalnız ve güçlü.” (s. 26)] inancını taşıyan kollektif bir bilinci şiirlerinde geliştirir. İdeolojik donanımla bütünleşen değerler, şairde yaşamın anlamına ve yaşam sevincine dönüşerek şiirlere lirik bir etkide bulunur. Bireysel konular şiire taşınırken bile ideolojik bilinç terk edilip melankoli düzlemine düşülmez. “Biz” öznesinden kendini soyutlamayan bir “ben” öznesinin eyleme durumu şiirlerde hâkimdir. Öznenin ertelenmişliği gelecek güzel günlerde telafi edilecek şekilde dillendirilir. Bu nedenle bireysel acılar, hüzün ve özlemler eşit ve adil bir düzen uğruna yaşanan gerçeklerdir. Şairin doğduğu ve büyüdüğü Üsküdar’a olan özlemi yurtdışında yaşadığı yıllarda kaleme aldığı şiirlere yansır. Bu özleme ve yurda kavuşamamaya yol açan neden politik mücadelenin bedellerin ödenmesidir, sorumluluğun toplumsal bağından kopuşun yaşanmamasıdır. Bu noktada Pehlivanyan’ın şiirlerinde hatıralar ve yurt özlemi önemli bir yere sahiptir. Kızkulesi ve Çamlıca bağlamında Üsküdar “ana kucağı gibi yumuşak” (s. 86) diye kişileştirilerek yurt sevgisi anneye özlem duygusuyla ifade edilir.
Bireysel duyuşların işlendiği şiirlerde doğayla bütünleşme, doğaya ait kavramların kullanılmasıyla perçinlenir. Özlenen insana olan fiziksel uzaklık; güneşin topraktan, bulutların yıldızlardan uzak oluşuyla somutlaştırılıp doğal düzene ait varlıkların birbirlerine olan uzaklığıyla temsil edilir. Zaman algısı da yine doğadaki değişim ve döngü üzerinden şekillenir. Şairin yaşamını yitirdiği 1977’de Ermenice yazdığı Baharla Birlikte şiirinde baharların gelip gidişi ve tekrar gelişi insanın yaşlanma süreciyle ilişkilendirilir: “Baharlar gelir/ gelir de gider/ renk, rüya, gül/ rüzgâr getirir/ gelir ve giderler/ boralar alıp bizden/ gelir ve giderler.” (s. 89). Gece şiirinde de şairin zaman algısı hayatı algılayışla bağlantılıdır. Hayatın yolculuk olduğu yönündeki geleneksel metafor dizelere dökülür. Kitaptaki şiirlerde doğadan alınan kavramlara sıkça yer verilmesi kentin gürültüsünden, acımasızlığından ve ışık selinden kaçıp doğaya sığınma isteğinin dışavurumudur. Bu yönüyle kapitalist kentleşme şair için doğal olmayan ve insani açıdan anomali oluşturan bir süreçtir.
Aram Pehlivanyan’ın şiirlerinde coğrafya, tarih, kültür genişletilerek yerelden evrensele uzanan birikimleri sahiplenme söz konusudur. Ermeni besteci Gomidas için “Güneşin yaktığı güneş kokan başaklarımız sen/ çilekeş ellerimizin sertleşmiş nasırları sen/ çılgın halayların sevinç seli/ yüzümüzde sabanla açılmış toprağın ıstırabı sen/ (…)/ Asırlık gurbet özlemimiz sen” (s. 75) dizelerinin yer aldığı Gomidas şiiri kitapta yer alır. Bu şiirde geçen “sen” öznesi “biz” öznesinin mayalayan bir el olarak algılanıp parça-bütün ilişkisinde bütünü temsil eden parça şeklinde yapılandırılır, üzerinde ortaklık kurulan bir motife dönüştürülüp soy ve bellek inşasına gidilir. Gomidas’ın yanı sıra Bach’ın müziğini öven dizelere de diğer şiirlerde rastlanır. Tarihî genişleme de Spartaküs’le çarmıha gerilen yedi binler ile Nazi toplama kamplarından Maydanek’in esirlerinin aynı soyda birleştirilmesiyle gerçekleştirilir. Bu yaklaşımın asıl nedeni her çağda ezen-ezilen ilişkisi bağlamında ezilen ve sömürülen insanın gerçeğinin aynı olduğunu kabul etmekle ilgilidir, o yüzden her çağda verilecek mücadelenin nedeni İnsanı Sevmek şiirinde netleştirilir: “kavga gerek/ diktatöre karşı/ yenmek diktatörü/ kurtarmak için insanı.” (s. 90).
Dilin Kullanımı, Biçim Özellikleri ve Beslenilen Kaynaklar
Aram Pehlivanyan Ermenice ve Türkçe olmak üzere iki dilde şiir yazan bir şairdir. Türkiye Ermeni edebiyatını serbest şiirle tanıştırır. Bazı şiirlerinde biçim yönünden Garip akımının ve Nazım Hikmet’in şiirlerinin etkisi görülür. Toplumcu gerçekçi anlayışı serbest şiirle üretir. Felsefe, evrim teorisi, Marksizm, tarihsel ve diyalektik materyalizm, farklı ulusların kültürel motifleri, mitoloji, tarih bilimi şairin beslendiği kaynaklar arasındadır.
Diyalektik süreci şiirine yansıtarak karşıtların birliği ve savaşımı, tez-antitez-sentez sürecinin işleyişi kullanılan kavramları etkiler. Tezat kavramlar ve uzlaşmaz çelişkiyi temsil eden ifadeler onun şiirlerinde önem arz eder. Karanlık-aydınlık karşıtlığını ifade eden “güneş, aydınlanma, ışık, sabah, gece, karanlık, akşam, ışıltı, güneşsiz, fenerler, meşale, pırıl pırıl, parıltı, alev alev” gibi kavramlar tez-antitezi temsil edecek biçimde şiire yerleştirilir. Bu kavramlar satirik yaklaşımın şiirde yapılandırılmasına aracılık eder.
Fütürizm akımının etkisiyle “makine, çelik, petrol, tank, ateş topu, telsiz anteni, santral, ışık, elektrik” kavramları ilerlemeciliğin sembolleri olarak şiirde ilişkilendirilir. Fütürizm akımının etkisi “Madem ki dikilmişim bütün heybetimle dikilmişim/ iki ayağımın üstünde/ madem ki güzel ve muhteşem/ bir santral var yüreğimin içinde/ sevgi üreten” (s. 71) dizelerinde belirginleştirilir. Santral ve elektrik kavramları yürek, sevgi ve heybet kavramlarıyla eşleştirilir. İnsani bir duygu olan sevginin verdiği güç ile mekanik bir gelişim olan santralin ürettiği elektriğin eşleştirilmesi paradoks oluşturur. Yüreğin içinde sevgi üreten bir santral tahayyülü özgün bir dilsel kullanıma ulaşıldığına işaret eder. Şairin ilerlemeciliği destekleyen bir anlayışı olsa da “güneş, bulut, dağ, yıldız, şafak, ova, rüzgâr, yağmur” gibi kavramlarla doğa sevgisinden vazgeçmediği ve mekanik bir düzleme sıkışmadığı görülür.
Aram Pehlivanyan’ın şiirlerinde bulutlarda gezmeyi arzulayan masal havasına yer verilir. Masal türünün imkânlarından yararlanıldığı gibi Türk halk şiirinin nazım şekillerinden olan varsağının imkânlarının kullanıldığı örnek de mevcuttur: “ah bre yiğitlik” (s. 78). Türkçe yazdığı şiirde geçen bu ifade şairin Türk şiirinin tarihî gelişimiyle ilgilendiğini açığa çıkarır. Ayrıca günlük konuşma dilinden “yazıklar olsun”, sloganik dilden “selam olsun”, argodan “anasını satayım” gibi kullanımlara rastlanır. Kitaptaki şiirlerde dilsel sinestezinin kullanılması anlamı derinleştirdiği gibi ahenk açısından şiiri daha güçlü duruma getirir: “tatlı bir masal”, “sesi acı”, “güneşin tadı”, “acı ve tatlı anılarıyla”, “kırık dökük bir nağmesini”, “soğuk ışığı lambanın”, “gözler gözlere mıhlı” (s. 12, 16, 43, 52, 57, 70, 81).
Toplumcu gerçekçi şiirin dil kullanımının ortak özelliklerinden olan iyelik eklerinin çekimlendiği kavramların ortaklığı Aram Pehlivanyan’ın şiirlerine de yansır: “halkım”. Halk kavramının iyelik ekiyle çekimlenmesi sahiplenmenin belirtisidir. Bu sahiplenmenin temel nedeni ideolojiktir. Bu duruma benzer şekilde zamirlerin temsiliyeti de ideolojik bir açılıma denk düşer. Emekçi sınıflara hitap ederken “sen”, kendini bu sınıfın bileşeni olarak yapılandırırken “biz” ve “bizim” zamirleri devreye girer; parça-bütün ilişkisi bağlamında parçanın ait olduğu bütünü temsil etmesi “biz” zamirinin içeriğini doldurur.
Şiirlerde kullanılan kavramların havuzuna şairin yetiştiği kültüre ait motifler de girer. Çan, çarmıh, manastır, günahkâr, Noel, Gomidas, Hagop gibi kavramlar ve isimler Hıristiyanlık inancına ve Ermeni kültürüne aittir. Pehlivanyan’ın şiir dili için belirtilmesi gereken diğer bir özellik de kişileştirme, benzetme, telmih, tenasüp, doğadan insana aktarım gibi kullanımlara başvurulmasıdır. “Güneşi götürmek” gibi sembolik ifadelerin kullanımı da şiirlerde önemli bir yere sahiptir.
Serbest şiirin olanaklarıyla kaleme alınan dizelerde öyküleyici ve betimleyici anlatım kullanıldığı görülür. Toplumcu gerçekçi şiirde öyküleyici anlatıma sıkça başvurulur. Pehlivanyan’ın şiirlerinde yinelenen sözcük ve sözcük grupları tekrarları ahengi oluşturur, “selam olsun” gibi ifadeler şiirin her bölümünün ilk dizesine ve/veya son dizesine yerleştirilip şiir slogan düzlemine çekilir. “ışıktan bir yumruk gibi” (s. 65) ifadelerle şiirdeki epik tonun perdesi yükseltilir. Bir dizeyi ya da art arda gelen dizeleri oluşturan sözcükler, sonraki dizelerde farklı şekilde sıralanarak şiirin ses unsuru tekdüzelikten kurtarılır, sözcükler farklı kombinasyonlar aracılığıyla harmanlanır:
“Ufukların
ağır ağır kararan göllerini seyrediyorum
seyrediyorum
kararan göllerini
ağır ağır
ufukların.” (s. 59)
Sonuç
Aram Pehlivanyan’ın şiir dünyasını açılan kapı Özgürlük İki Adım Ötede Değil adlı kitapta toplumcu gerçekçi bir şairin iki dilde kaleme aldığı serbest şiirler bulunur. Dönemine göre şiirde önemli bir ilerleme kaydeden şair kapitalizme karşı sınıfsız sömürüsüz bir düzeni; emperyalizme karşı bağımsızlığı, yurtseverliği, enternasyonalizmi; faşizme karşı özgürlüğü savunur. Şiirlerinin felsefi zeminini Marksizm oluşturur. Bu nedenle şiirlerini satirik, epik ve lirik tonda üretir.
İki dilde şiir yazmasına rağmen yaşamını yitirdiğinde üyesi olduğu ve önemli görevler aldığı TKP’nin yayımladığı açıklamada onun bu yönüne ve Ermeni kimliğine yer verilmemesi dikkat çekicidir. Her ne kadar Türkiye Ermeni edebiyatında önemli bir yere sahip olsa da Aram Pehlivanyan’ın şiirleri modern Türk şiiri ve toplumcu gerçekçi edebiyatı açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Şiirlerinde tarihî ve diyalektik materyalizmi, mitolojiyi, insanlığın ortak kültür hazinesini kullanır. Döneminin güncel ve toplumsal sorunlarına duyarsız kalmayıp bu durumları şiirine taşır. İşlediği konuların kaynağını toplumcu gerçekçi şiirden alır. Yurtdışında yaşamak zorunda kaldığı yıllarda şiir üretimine ara verir. 90 sayfa hacmindeki Özgürlük İki Adım Ötede Değil adlı kitap Aram Pehlivanyan özelinde Türkiye Ermeni edebiyatını tanıma açısından köşe taşı eserlerinden biridir.
Kaynakça
Pehlivanyan, Aram. (1999). Özgürlük İki Adım Ötede Değil. İstanbul: Aras Yayıncılık.